İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Lokman Suresi, 18)
"Allah Teala hazretleri, bana: Mütevazi olun, öyle ki, kimse kimseye zulmetmesin, kimse kimseye karşı böbürlenmesin." (Iyaz Ibnu Himar r.a.: Ebu Davud, Edeb 48, Kütüb-i Sitte, 16. Cilt , sf. 360)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kendisini övüyordu. Güzel yönlerini anlatıyordu. “Ben kibir yapmıyorum. Gerçeği söylüyorum” diyordu. Ve kendini uzun uzun övüyordu Resulullah (s.a.v.) Bu bir gerçekti. İnsanda gerçekten güzel bir vasıf varsa onu söyler. Mesela güzel bir insan“ben güzelim” der. Çok hoş bir şey bu. Ben mücahidim diyebilir, cehd ediyorsa onu da söyler. Akıllıysa akıllıdır, görülüyordur aklı. “Akıllıyım” der, Allah’a hamd eder. “Allah nimetini kulunun üstünde görmek ister” diyor Allah. Nimete şükür için; “Rabbinin nimetini durmaksızın anlat.” (Duha Suresi, 11) diyor Allah ayette. Kuran ayeti var. Ama övünüp kibirli olursa yasaktır o. Ondan dolayı bir enaniyet, büyüklük hissi oluşursa, Müslümanların üstünde görürse, insanların üstünde kendini görürse yani üzerine bir kibir gelirse. Ama mazlum mütevazi, güzel bir insanın övünmesi nimeti izhardır. Ve ibadettir. Allah’ın emrini yerine getirmektir. Allah ne diyor ayette; “Rabbinin nimetini durmaksızın anlat.” (Duha Suresi, 11) (A9 TV; 22 Mayıs 2012)
Müslümanlar öfkelerini tutup yenerler.
Şükür hem büyük bir ibadettir, hem de insanı "azgınlaşmaktan" korur
Allah herşeyi bir amaç ve hikmetle yarattığı gibi, insana verdiği nimetleri de bir amaç üzerine yaratmıştır. İnsana verilen herşey; hayat, iman, rızıklar, sağlık, göz, kulak tüm bunlar, insanın Allah'a şükretmesi için birer nimettir.
Bir insan üzerindeki gaflet perdesini kaldırır da, etrafını şuurlu bir biçimde gözlerse, hoşuna giden herşeyin Allah'tan gelen bir nimet olduğunu görebilir. Yediği tüm besinler, soluduğu temiz hava, etrafındaki güzellikler, tüm bunları görmesini sağlayan gözü, herşey, ama herşey Allah'tan bir nimettir. Öyle ki, bu nimetler sayılamayacak kadar çokturlar. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilmektedir:
Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 18)
Ve kuşkusuz tüm bu nimetlerin de bir amacı vardır. Tüm bunlar, insanlar nefislerinin dilediği gibi kullansın, sorumsuzca ve şımarıkça tüketsin, talan etsin diye yaratılmamışlardır. Aksine, nimetin verilmesindeki amaç, o nimeti kullanan kişiyi Allah'a yöneltmektir. Çünkü verilen herşey, karşılığında şükrü gerektirir. En büyük ve en güzel nimetleri hiç durmaksızın insanlara veren Allah'a ise, en fazla ve en samimi şükrü yapmak gerekir.
Şükür hem büyük bir ibadettir, hem de insanı "azgınlaşmaktan" korur. Çünkü insanın nefsinde, zenginlik ya da güç bulduğunda zalimleşmeye, zorbalaşmaya, vicdansızlaşmaya karşı bir eğilim vardır. Zenginleşir, güzel imkanlara kavuşursa, acizliğini unutmaya ve kibirlenmeye başlar. Şükür, işte bu "azgınlaşmayı" engeller. Şükreden insan bilir ki eline geçen her nimeti kendisine veren Allah'tır. Bu nimeti de, Allah'ın yolunda, Rabbimiz'in istediği biçimde kullanmakla yükümlüdür. Kendilerine büyük makam, büyük mülk ve hakimiyet verilen Hz. Davud, Hz. Süleyman gibi peygamberlerin tevazu ve olgunluklarının anahtarı budur. Kendisine verilen mülk nedeniyle azgınlaşan Karun'un da asıl sorunu, şükretmeyi bilmemesidir.
Eğer mümin, kendisine verilen nimetlerden dolayı azgınlaşmayacağını, kibirlenip şımarmayacağını yaptığı şükürle Allah'a gösterirse, Allah da ona daha fazla nimet verir. Allah'ın Kuran'da verdiği "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir" (İbrahim Suresi, 7) hükmü, bunu ifade etmektedir.
Şükür, yalnızca Allah'a söz ile hamd etmekle değil, Rabbimiz'in verdiği tüm nimetleri Hak yolunda kullanmakla olur. Mümin, kendisine verilen herşeyi, en hayırlı şekilde kullanmakla yükümlüdür. En başta da, Allah'ın kendisine verdiği bedeni O'nun rızası için, O'nun yolunda fikri mücadele yürütmek için kullanacaktır. Kuran'da, Allah'ın nimetlerine şükretmenin, O'nun nimetlerini başkalarına anlatmakla, yani din ahlakını tebliğ etmekle olacağı şöyle ifade edilir:
Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın. Bir yetim iken, seni bulup da barındırmadı mı? Ve seni yol bilmez iken, 'doğru yola yöneltip iletmedi mi? Bir yoksul iken seni bulup zengin etmedi mi? Öyleyse, sakın yetimi üzüp-kahretme. İsteyip-dileneni azarlayıp-çıkışma. Rabbinin nimetini durmaksızın anlat. (Duha Suresi, 5-11)
Said Nursi Ahir Zaman’da Alem-i İslam'ın bayraktarlığını Türk milletinin yapacağını söylemiştir
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Müslüman Türk Milletinin manevi şahsiyetine olan inancını eserlerinde birçok kez vurgulamıştır. Necmeddin Şahiner “Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi” isimli kitabında Bediüzzaman Said Nursi’nin Müslüman Türk Milletine olan bu inancını yine Bediüzzaman’ın kendi sözleriyle şöyle aktarmıştır:
“Allahü Zülcelal Hazretleri, Kuran-ı Kerim’de “ÖYLE BİR KAVİM GÖNDERECEĞİM Kİ ONLAR ALLAH’I, ALLAH DA ONLARI SEVER” buyurmuştur (Maide Suresi, 54). Ben de bu beyan-ı İlahi karşısında düşündüm. BU KAVMİN BİN YILDANBERİ ALEM-I İSLAM’IN BAYRAKTARLIĞINI YAPAN TÜRK MİLLETİ OLDUĞUNU ANLADIM.” (Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s. 233-234.)
Dolayısıyla Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin dikkat çektiği Maide Suresi’nin 54. ayeti, Türk kavminden çıkacak olan ve Ahir zamanın en büyük kutbu olan Hz. Mehdi (a.s.)’a ve Allah'a ve Peygamberimiz (s.a.v.)’e saygı ve sevgiyle bağlı olan halis talebelerine de işaret etmektedir. Ayette Allah;
“Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu,' Allah yolunda cehd eden (çaba harcayan) ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir.” (Maide Suresi, 54) şeklinde bildirmektedir.
Görüldüğü gibi Allah, din ahlakının ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünneti seniyyesinin terk edildiği bir döneme dikkat çekmektedir. İçinde yaşadığımız Ahir Zaman tam olarak bu durumun yaşandığı bir dönemdir. Özellikle bu yüzyılda insanlar din ahlakından, Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetlerinden uzaklaşmışlar ve imanen zaafiyet içine girmişlerdir. Dolayısıyla da Kuran ahlakının yayılması görevini üstlenen müslümanların sayısı çok azalmıştır. İşte böyle bir dönemde Allah, samimi dindar olmaları ve hamiyetlerinden dolayı toplum tarafından kınanan ve yerilen, İslam dinine sıkısıkıya bağlı, çok dirayetli, Allah'a kalben teslim olmuş, İslam ahlakının dünya üzerinde hakim olması görevini yerine getirme azmine tam sahip, Allah’ın sevdiği bir topluluk getireceğini açık bir şekilde ifade etmektedir.
Darwin'in seyahati sonrasında önemli bilimsel(!) buluşunu yaptığı iddiası bir aldatmacadır
Darwinistler, Darwin’in Beagle gemisi ile yaptığı yolculuk sonrasında muhteşem keşifler yaptığını ve evrim fikrini bu şekilde geliştirdiğini zannediyor olabilir.
Oysa Darwin’in Beagle gemisinde yaptığı şudur: Darwin, sarhoş tayfalarla birlikte aylarca süren gemi yolculuğunda naralar atarak bir maceraya gitmiştir. Orada çiçek böcek toplamış, onlara bakma zahmetinde bile bulunmamış, onları da bir kenara atmıştır. (Kendi otobiyografisinde bunu okumak mümkündür). İnsanların bilimsel araştırma zannettikleri şey, Darwin’in denizci tayfalarıyla şarap içip sarhoş olduğu bir gemi seyahatinden ibarettir. Daha sonra Darwin, mason olan dedesinin sapkın fikirlerini büyük bir buluşmuş gibi ortaya atmış ve kitleleri bir pagan dinine sürüklemiştir.
Ne bu seyahatte, ne de sonrasında Darwin’in elinde bilimsel hiçbir bulgu ve delil yoktur. O yalnızca, mason dedesi Erasmus Darwin’den miras kalan bir sapkınlığı devam ettirme peşindedir. Darwin, hücrenin o dönemde içi su dolu bir baloncuk olduğunu zannetmektedir. Genetik biliminden haberi yoktur. Elektron mikroskobunu tanımaz bile. Tek bildiği şey vardır, iddiasının doğru çıkabilmesi için ara fosil gerektiği. Fakat böyle bir şeyin yeryüzünde bulunmadığını da bilmektedir. O yüzden “gelecek nesillerin” bu bulunamayan hayali ara formları bulacaklarını, AKSİ TAKDİRDE TEORİSİNİN ÇÖKMÜŞ OLACAĞINI açıkça söylemiştir. Darwin’in bu sözleri şöyledir:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, NEDEN SAYISIZ ARA GEÇİŞ FORMUNA RASTLAMIYORUZ? Neden bütün doğa bir KARMAŞA HALİNDE DEĞİL DE, TAM OLARAK TANIMLANMIŞ VE YERLİ YERİNDE? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında GÖMÜLÜ OLARAK BULAMIYORUZ?.. Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka BÖYLE BAĞLANTILARLA DOLU DEĞİL? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de BU BENİM TEORİME KARŞI İLERİ SÜRÜLECEK EN BÜYÜK İTİRAZ OLACAKTIR. (Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280)
Şu anda, tam da Darwin’in itiraf ettiği gibi, ARA FOSİL DİYE BİR ŞEY YOKTUR.
Darwinistler şok içindedirler. Darwin’in kehaneti doğru çıkmıştır. Bunun üstüne üstlük de, gelişen bilim doğal seleksiyonun evrimleştirici gücü olmadığını, canlıların genetik yapılarının olağanüstü derecede kompleks olduğunu, bu mükemmel yapıya hiçbir şekilde rastgele bir müdahalenin yapılamayacağını ve yeni bir genetik bilgi eklenemeyeceğini ve canlılığın cansız maddelerden asla meydana gelemeyeceğini de ortaya çıkarmıştır. Bunlar Darwin’in hiç bilmedikleridir. Ayrıca ve belki de fosil kayıtlarının ardından Darwinistlerin başlarına en büyük yıkım, TEK BİR PROTEİNİ OLUŞTURAMADIKLARINDA gelmiştir. Laboratuvarda oluşturamadıkları proteinin –yani hücrenin temel yapı taşının– bilinçsiz bir ortamda TESADÜFEN MEYDANA GELMESİ İMKANSIZDIR. İşte tüm bu gerçekler Darwinizm’in çöküşü olmuştur.
Göç mucizesi
Mustafa Kemal Atatürk Müslüman devletlere ve Türk İslam Birliği'nin kurulmasına çok önem vermiş ve bu birliğin kurulması için önemli girişimlerde bulunmuştur
9 Mayıs 1920 tarihinde Büyük Millet Meclisi adına Mustafa Kemal Paşa imzasıyla tüm İslam dünyasına hitaben Hakimiyet-i Milliye’de yayımlanan bir beyannamede; İngilizlerin İslam birliğini bozmaya,halkı hükümeti ve şeyhülislamı Milli Mücadele aleyhine çevirmeye çalıştıkları belirtilerek İngiliz siyasetinin bu yönüne dikkat çekilmiş,...“KARARAN İSLAM GÜNEŞİNİN TAMAMEN SÖNMEMESİ VE BİR KEZ DAHA İSLAM DÜNYASI ÜZERİNDE PARLAMASI İÇİN” Yavuz Sultan Selim’in: “BİZ, MÜSLÜMAN GÖNÜLLERİN BİRLİĞİNİ SAĞLAMAK İÇİN KENDİMİZİ HARAP ETMİŞ BİR MİLLETİZ” cümlesine yer verilmiştir. |
Sebilürreşad Dergisi’nde yer alan ve Gazi Mustafa Kemal imzasıyla yayımlanmış bulunan bir başka beyannamede İSLAM ALEMİNE ÇAĞRIDA BULUNARAK onların “maddi ve manevi yardımlarına, şefkat ve merhamet duygularına, İslam aleminin mürüvvetine, dindarlık rabıta-i kudsiyesinin yani mukaddes bağların feyyaz yani çok bereketli ve bolluk dolu) teccelliyatına” müracaat olunmuştur.(Gazi Mustafa Kemal, “Beyanname”, Sebilürreşad, c.22, Sayı 565-566, Ay 10, Yıl 1339, s. 157-158. (İslam Birliği ve Mustafa Kemal, Prof. Dr. Metin Hülagü, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008, s.48-4) |
Mustafa Kemal 9 Ekim 1919’da Halep ve Şam’da Suriye halkına hitaben bir beyanname yayımlamıştır. Bu beyannamesine; “...MAKSATLARININ ÜLKEYİ VE İSLAM’I YOK OLMAKTAN KURTARMAK OLDUĞUNU; ALLAH’IN YARDIMI İLE İNANANLARIN DÜŞMANA KARŞI SAVAŞMAYA KARAR VERDİKLERİNİ; Konya ve Bursa’dan düşmanın atıldığını ve hakka güvenen mücahitlerin yakında Arap kardeşlerinin ziyaretine geleceklerini, düşmanı defedeceklerini ve artık DİNDE KARDEŞ OLARAK YAŞAMAK GEREKTİĞİNİ ifade etmiştir. F.O: 371/4233/156717. 16 November 1919., İslam Birliği ve Mustafa Kemal, Prof. Dr. Metin Hülagü, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008, s.69-70 |
Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz İbn Suud’un Oğlu Emir Faysal Ve Mustafa Kemal Tarafından İmzalanan Türk Ve Arap Hükümetleri Arasındaki Gizli Antlaşmadan Bazı Maddeler
Madde I: Anlaşmaya iştirak eden taraflar, Türk Milleti ve asil Arap Milleti, şu anda İslam dünyasındaki bölünmüşlüğü esefle tespit eder, bu bölünmüşlüğü yok etmeyi kendilerine kutsi bir vazife addederler, birbirine dini, ahlaki ve içtimai açıdan bağlanmış iki milletin işbirliği içinde bulunmasını temin ederler. İki millet karşılıklı olarak yardımda bulunmalı, dini ve toprağı, birleşik kuvvetlerle müdafaa etmelidir. Mustafa Kemal Şerif Faysal Aynı vesika; Fransızca metni için bak; F.O. 371/4233.119322, İslam Birliği ve Mustafa Kemal, Prof. Dr. Metin Hülagü, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008, s.76-77 |
Diğer taraftan 1 Mart 1921’de Türkiye ile Afganistan arasında Moskova’da bir dostluk anlaşması imzalanmıştır. Antlaşma metnine göre bağımsız Türkiye, Afganistan’ın bağımsızlığını tanımış, taraflar tüm doğu milletlerinin, özellikle Hive ve Buhara halkının kesin özgürlük ve bağımsızlıklarını kabullenmiş, her hangi emperyalist bir saldırı karşısında bu saldırıyı taraftar bizzat kendilerine yapılmış gibi kabul etmeyi ve buna tüm güçleri ile karşı koymayı benimsemiş; taraflardan her biri düşman olan bir devletle anlaşma imzalamama ve başka devletlerle antlaşma yapmadan önce diğer tarafa bilgi vermeyi taahhüt etmiştir. |
10 Ocak 1922’de Afgan bayrağının Ankara’daki Büyükelçilik binasına çekilişi dolayısıyla düzenlenen törende, Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye ile Afganistan arasında olduğu gibi, Türkiye ile tüm İslam dünyası arasında da güçlü bağlar bulunduğunu, her iki ülkenin ortak çalışmalarının, dünya siyasetinde bir denge yaratmak bakımından önemli olduğunu bildirmiş ve şunu ilave etmiştir. |
Müslümanlar İttihad-ı İslam’ı istediklerinde zulümler biter.