Bu kutlu Ay'ın, İslam alemine ve tüm insanlığa hayır ve bereket getirmesini Cenab-ı Haktan niyaz ediyoruz.
Rabbimiz'in Kuran ile insanlara bildirdiği tüm hükümlerinde olduğu gibi, orucun da insanlar için çok fazla hayır ve hikmetleri vardır. Ramazan Ayı, iman edenlerin bu hikmetleri görüp düşünmelerine ve bu şekilde imanda derinleşmelerine vesile olmaktadır.
Orucun hikmetlerinden biri, insanların Rabbimiz'in üzerimizdeki nimetlerini ve rahmetini daha derin kavramalarına ve daha çok şükretmelerine vesile olmasıdır. Insan yaşadığı her an Rabbimiz'in kendisine sunduğu pek çok nimetle muhatap olur. Allah (cc) kara bir topraktan insanlara rengi, şekli, kokusu ve lezzeti mükemmel olan rızıkları hazır olarak sunmaktadır. Eğer Allah (cc) dileseydi bize tek bir çeşit rızık yaratabilir ve bu rızkın lezzeti de çıktığı toprağa uygun olarak acı veya tatsız olabilirdi. Ancak Allah (cc)'ın kullarına merhametinin bir gereği olarak sahip olduğumuz yiyecekler, sayamayacağımız kadar çok çeşitte ve lezzettedir. Bediüzzaman bu konuyu insanların unuttuğuna dikkat çekmiş ve Ramazan Ayı'nın Allah (cc)'ın Rahman ve Rahim isminin tecellisi olan bu nimet çeşitliliğinin hatırlandığı bir zaman olduğunu belirtmiştir. Çünkü Ramazan Ayı'nda insanlar kısa bir süre için de olsa bu nimetlerden uzak kalırlar. Oruçlarını tamamladıklarında ise Rabbimiz'in kendilerine lütfettiği nimetlerin değerini daha iyi anlama imkanı elde ederler. Bediüzzaman Said Nursi Mektubat adlı eserinde orucun hikmetlerini açıkladığı 29. Mektup`unda bu gerçeğe şu sözleriyle dikkat çekmiştir:
İşte, Ramazan-ı Şerif`teki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, sair (başka) vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk (idrak) edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan (özellikle) zengin olsa, ondaki derece-i nimet (nimetin derecesi) anlaşılmıyor. Halbuki, iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü'minin nazarında (gözünde) çok kıymettar (kıymetli) bir nimet-i İlâhiye (Allah (cc)`ın verdiği bir nimet) olduğuna kuvve-i zâikası (tat alma duyusuyla) şehadet (şahitlik) eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerif`te o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü mânevîye (manevi şükre) mazhar olur (kavuşur).
Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle (yemeğin yasak olması açısından), "O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde (kullanlımasında) hür değilim. Demek başkasının malıdır ve in'âmıdır (ihsan ettiği nimetidir); O`nun emrini bekliyorum" diye, nimeti nimet bilir, bir şükr-ü mânevî eder (manevi şükreder). İşte, bu suretle oruç çok cihetlerle (açıdan) hakikî vazife-i insaniye (insanın hakiki vazifesi) olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.