Barış, insan hakları, sosyal adalet, özgürlük gibi kavramlar hemen her dönemde politik amaçlar için sömürülmeye, kullanılmaya açık olmuştur. Pek çok kişi bu kavramlarla ortaya çıkan hareketlerin peşinden gitmeyi vicdani bir yükümlülük ya da sağduyu sahibi olmak olarak görmüştür. Ancak bu tür kavramları kullanan kişilerin samimiyetleri, motivasyonlarının ardındaki gerçek sebepler yeterince sorgulanmamıştır.
İşte BDS (Boykot, Geri Çekme ve Yaptırım) hareketi de her ne kadar Filistinliler için adalet ve hakkı savunan, şiddet kullanmadan mücadele yöntemi adına ortaya çıksa da, geri planda samimiyet ve adaletten uzak bir zihniyet ortaya çıkmaktadır. Dünya çapındaki İsrailli işadamları, firmalar, girişimciler, sanatçılar, akademisyenleri hedef alan BDS, gerek nefret, önyargı ve yanlış bilgi içeren söylemleri ile, gerekse izledikleri ayrımcı, dayatmacı yöntemlerle, barışa ve kardeşliğe hizmet etmekten çok uzaklar.
2005 yılından bu yana İsrail devleti aleyhinde sistematik faaliyetler yürüten BDS, görünürde Filistin halkının haklarını savunan bir hareket olarak kendini tanıtsa da, Filistinlilerin asıl menfaatlerini göz ardı etmekte. Ayrıca hareketin yöneticilerinin sıklıkla başvurduğu nefret ve düşmanlık söylemleri, barış ve uzlaşma karşıtı tavırları BDS'yi tipik bir sivil toplum kuruluşu ya da insan hakları savunucusu olmanın çok dışına taşıyor. Yıllardır aynı nefret üslubundan beslenen radikal örgütlerle benzer zihniyette olduğu izlenimini veriyor.
Propaganda savaşı, adı üstünde bir savaş yöntemidir ve toplumların kanaatini şekillendirmede kullanılan etkili bir silahtır. Belli bir amaca hizmet eder, o yüzden kasıtlı olarak gerçekleri görmezden gelir ya da çarpıtır. Bunda adalet, doğruluk, denge aranmaz, toplum üzerinde telkinle psikolojik etki amaçlanır. BDS hareketi de, İsrail politikalarını eleştirme görünümünde, Yahudi nefretini alevlendiren bir propaganda hareketidir.
Tarihte benzer örnekleri çok yaşanmıştır ama bunların yakın tarihten son örneği 1930larda yaşanmıştır. Nazi antisemitizminin toplum üzerindeki ilk yansıması, Musevilere karşı ekonomik boykot düzenlemek olmuştu. Hitler 1933’te başa geçtiğinde, parti ulus çapında BDS tipi bir kampanya başlatmış, Musevi işyerlerini ulusal boykota çağırmıştı. Musevi iş yerlerine ‘Musevilerden satın almayın’ yazıları astılar. Bu boykotlar daha sonra başka ülkelere sıçradı. Bu sistemik ekonomik boykot, Almanya ve Avusturya'da Nazilerin binlerce Musevi dükkanların camlarının kırıldığı ‘Kırık Camlar Gecesi’ olarak tarihe geçti. Bu olaylar neticesinde, Musevilere ait 7.500 dolayında iş yeri yağmalanırken, 200’e yakın sinagog yakılıp yıkılmış, yüz kadar da Musevi hayatını kaybetmiştir.
1933-1940 yılları arasında bu ayrımcı politikaların yayılması ile, Musevilerin öğretmen, profesör, hakim gibi meslek sahibi olması engellendi. Musevilerin Alman topraklarında işgalci oldukları, Almanların ise mağdur oldukları propagandası başlatıldı. Musevilere yönelik başlatılan ekonomik savaş, gözdağı, yıldırma yöntemleri, kitleler üzerinde nefreti körüklemişti. Bu sistemik nefret telkini ise, tarihin en karanlık olaylarından vahşi bir katliamın ideolojik zemini hazırlanmıştı.
Günümüzde ise, BDS hareketi dünya çapında İsrail mallarını boykot etmeye çağırmakla kalmayan bu malları satan, bulunduran şirketleri devletler düzeyinde yaptırımlarla, Musevilere ayrımcı bir politikaya mecbur bırakmaktadırlar. Bu boykot kampanyaları ile gözleri korkutulan pek çok iş sahibi ise, bu ayrımcılığın istemeden bir parçası olmaktadırlar. İşte bu nedenledir ki, BDS Almanya’da antisemitik ve Nazi kalıntısı olarak ilan edildi.
Dünya çapında, çok sayıda kişi, kurum, politik ve akademik çevreyi, katıldığı ağ üzerinden İsrail karşıtı boykot, protesto ve yaptırımları örgütleyen BDS, İsrail devletini tanımayan, iki devletli çözüme karşı bir zihniyet üzerine kuruludur. Kurucusu Omar Bargouti taktiksel olarak bunu zaman zaman reddetse de, basından uzak konuşmalarında bunu açıkça ifade etmiştir. Bu nedenle BDS eylemcilerinin faaliyetleri, bölgedeki İsrail devletini yok etme amacı taşıyan radikal örgütler tarafından kullanılarak, politik şiddetin tamamlayıcı bir yönü olmuştur.
İsrail vatandaşı olmayan ya da Musevi olmayanlar da bu boykotların hedefinde kendini bulabiliyor. İsrail hakkında olumlu konuşan tanınmış kişiler kara listeye alınıyor; ırkçılık suçlamalarına, psikolojik baskılara maruz kalıyor. Hükümetler, üniversiteler, öğrenciler, sanatçılar, finans ve iş dünyası İsrail'e, İsrail firmalarına ve bunlarla bağlantıda olanlara karşı sürekli kışkırtılıyor. Uygulanan korkutma, yıldırma, utandırma taktikleri kimi zaman, politikayla ilgisi olmayan kişileri dahi bir anda siyasi partizan olarak duruş almaya zorluyor.
Tüm bu yöntemlerin ne Filistin-İsrail barışına ne Filistinlilerin huzur ve refahına ne de bölgedeki çözüm arayışlarına fayda sağlaması mümkün değil. Bölgedeki en büyük ihtiyaç olan sevgi, barış ve kardeşlik ruhuna hiçbir katkı sunmuyor. Aksine, kavgayı, düşmanlığı kışkırtarak, gerginliği, tırmandırarak barışın toplumdaki zemini yıpratıyor.
Genel algının aksine BDS İslami bir hareket değildir. Bünyesinde, bir kısım Müslümanlarla birlikte aşırı solcular, komünistler, ırkçılar, neo-Nazilerden meydana gelen aşırı sağdan, radikal sola hatta siyonizm karşıtı Musevilerden oluşan çok geniş bir yelpazeyi barındırıyor. İsrail karşıtı aşırı-sol hükümetler, Musevi karşıtı ırkçı, siyasi ve sosyal çevreler, provokatör olarak kullandıkları BDS'ye büyük finansal ve lojistik destek sağlıyor. Klasik Marksist propaganda ve provokasyon metodlarını izleyen BDS, Müslüman çevrelerin desteğini alabilmek amacıyla iddialarını zaman zaman İslami temelli gibi de göstermeye çalışıyor.
Halbuki, Musevileri topraklarından çıkarmaya ve İsrail düşmanlığına dayalı bir mantığın Kuran'da yeri yoktur. Onların söylemlerinin tam aksine Kuran ayetleri Musevilerin o bölgede ikamet edeceklerinin, tüm insani haklara, ibadet özgürlüklerine sahip olduklarının garantisini verir.
İsrail şirketlerin oldukça iyi koşullarda çalışan pek çok Filistinli bu uygulamaların mağduru olmuştur. Musevilerle Müslümanların, İsraillilerle Filistinlilerin beraber çalıştıkları ortamlar bu boykotlar neticesinde kapanmakta, barış ve komşuluk değerlerini yaşayan iki halk arasında suni bir ayrım oluşturulmaktadır. Bunun en çok ses getiren örneklerinden biri Sodastream firması olmuş, Filistinliler mevcut işlerini ve İsraillilerle birlikte yaşadıkları ortamları kaybetmişlerdir.
BDS'nin yoğun karalama kampanyaları ve boykotları sonucu, bu şirket Batı Şeria'daki bölge halkına önemli iş imkanı ve sosyal güvence sağlayan üretim tesislerini İsrail'in Negev çölüne taşıdı. Sonuçta, kampanyadan en çok zarar gören yine işsiz kalan yüzlerce Filistinli oldu. Fakat Filistin politikası uzun zamandır asıl meseleden ziyade sembolizme öncelik vermiştir ve BDS hareketi de Filistin’in hataları için İsrail’i suçlayarak aynı şeyi teşvik etmiştir.
Kısacası BDS, Filistinlilerin iyiliğinden çok, Batı Şeria'da çalışan 36.000 Filistinlinin zarar göreceği bir ideolojiyi benimsemiş durumdadır. Bir kısım politikacılar ve gerçeklerden habersiz, etki altında kalmış kesimler haricinde Filistin'in yerel halkı da bu hareketi desteklemiyor. Fakat protestoları kitle politikaları içinde kaybolup gidiyor.
İsrail’e giden ya da konuya dürüstçe yaklaşan herkes, İsrail’in gerek Araplara gerekse Müslümanlara bölgedeki İslam-Arap coğrafyasındaki özgürlüklerden çok daha fazlasını tanıdığını kabul edecektir.
İsrailli Araplar milletvekilliğinden Yüksek Yargı üyeliğine kadar her türlü resmi kademede görev yapabilmekte, Müslüman kadınlar istedikleri şekilde eğitim, kıyafet özgürlüğüne sahip eşit haklarla toplumda yer alabilmektedir.
BDS'nin diğer temel iddialarının konusu olan Gazze ablukası, İsrail'in Batı Şeria'daki askeri varlığı, güvenlik duvarı gibi uygulamalar ise zaman içerisinde İsrailli sivilleri hedef alan intihar saldırıları, roket saldırılarına karşı alınmış mecburi tedbirler. Bu konular da, Filistin tarafının barışçı, uzlaşmacı ve teröre taviz vermeyen politikaları benimsemesiyle zaman içinde rahatlıkla çözülecektir. Nitekim, İsrail yönetimi de terör tehdidi karşısında zorunlu alınan bu tedbirlerden memnun değil. Gerekli barış ve güvenlik şartlarının oluşması halinde bunlara son verileceğini her fırsatta belirtiliyor.
Sonuç olarak, BDS, benimsediği saldırgan üslup ve yıkıcı propagandalarla mevcut tehdit algısının sürekliliğini, hatta tırmanmasını bizzat teşvik ederek şikayet ettiği uygulamaların da kalıcı hale gelmesine neden oluyor. Oysa, samimi olarak Filistin halkının iyiliğini isteyen bir oluşum İsrail ve Musevi düşmanı politikalara hiçbir zaman taviz vermez. İsrail devletini değil, asıl bu önlemleri zorunlu kılan terör eylemlerini, roket saldırılarını, intihar bombacılarını kınar ve lanetler. Ardından da bu tehditleri etkisiz hale getirecek akılcı çözümler üretir, nefret dilini terk edip sevgi dilini benimser. Her iki toplumun da birlikte barış ve kardeşlik ruhu içinde yaşayacağı, mutluluk, huzur, güvenlik ve refah dolu bir ortamı hedefler.
Adnan Oktar'ın The Jerusalem Post'da (İsrail) yayınlanan makalesi:
http://www.jpost.com/Opinion/Why-the-BDS-mentality-cannot-provide-a-solution-for-peace-503465