Askeri darbeler, milletin iradesine müdahale ve demokratik toplumlardaki birey haklarına tecavüzdür. Darbelerin, toplumları ve devletleri on yıl geriye götüren korkunç bir dayatma olduğunu darbe yaşayan her ülke kuşkusuz bilir. Fakat buna rağmen, bu geleneğin pençesindeki hiçbir ülke, bu felaketten bir türlü kurtulamamaktadır.
Gelenek derken kastettiğimiz şudur: Yakın tarihe bakıldığında, askerin himayesine girmiş olan ülkelerin belli özellikteki, belli coğrafyadaki, belli başlı ülkeler olduğunu görürüz. Ortadoğu, Afrika, Güney Amerika ülkeleri bunlara örnek teşkil ederler. Bu ülkeler, geçmişten beri bir kısım Batılı ülkelerin himayesi altında kalmış ve tüm zenginliklerine rağmen üçüncü dünya ülkeleri olarak bırakılmış ülkelerdir. Dünya sömürü sistemi, geçmiş yıllarda doğrudan sömürgecilik yoluyla işlemiştir. Bugün işleyiş sistemi ise darbe ve iç çatışma gibi yollarla istikrarsız toplumlar oluşturmak ve bu devletleri “daha büyüklere” gebe bırakmak şeklindedir.
İşte bu nedenle, Ortadoğu’nun, Afrika’nın ve Güney Amerika’nın değişmeyen geleneğidir darbeler. Türkiye’de 1960 darbesini yapan Milli Birlik Komitesi’nin üyesi Orhan Erkanlı şöyle söylemiştir: “Geri kalmış ülkeler kendi ordularının işgali altındadır.”
Sömürü sisteminin parçası olmak elbette söz konusu ülkelerin darbelere karşı koyacak gücünün olmadığı ya da bu konuda hiçbir sorumlulukları bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Darbelerin gerekçelerine bakıldığında, aslında en büyük sorunun, devletlerin kendilerini bu müdahaleye açık hale getirilmesi olduğunu görmek mümkündür.
Konuyu Türkiye üzerinden örneklendirelim. Türkiye, demokratik yönetim yapısına rağmen, defalarca darbelere ve darbe girişimlerine maruz kalmış bir ülkedir. 1960 yılından itibaren her on yılda bir darbelerle karşılaşmış, 1997’de hükümeti istifaya zorlayan post-modern darbe ve başarısız 2007 e-muhtırasından beri devam eden sessizlik, geçtiğimiz 15 Temmuz tarihinde kanlı bir ihtilal girişimiyle bozulmuştur. Askeri vesayetten büyük ölçüde kurtulduğunu sandığımız ülkenin bu felaketle tekrar karşılaşması ile herkes şunu söyler olmuştur: “Biz hani artık bir darbeler ülkesi değildik!”
Artık darbeler ülkesi olmadığımızı düşünürken karşımıza tüm ürkütücülüğü ile çıkan bu kanlı darbe girişimi ülke olarak sistemimizde bazı şeylerin hala değişmediğinin de bir kanıtıdır aslında.
Konuya ilk olarak askeri sistemden başlamak gerekir: Özellikle geçmişte Peygamber ocağı olan ordumuzun içinde kendisini sol görüşlü olarak tanımlayan laikliği yanlış yorumlayarak kendini halktan üstün gören bir kesim olmuştur. Bu inançla bir kısım askerler, laikliği dine karşı bir kavram olarak görmüş, dolayısıyla bu kavramı korumanın devleti korumak olduğuna inanmış ve elindeki silahı “bunu korumak adına” kullanabileceği inancıyla yetişmiştir.
Genelkurmay Eski Başkanı Hilmi Özkök, bu konuyla ilgili şöyle demiştir: “Silahlı Kuvvetler’in insanları şartlandırması daha lisedeyken oluyor. Askeri okullar da amaçları sağlamak için ona göre bir müfredat uyguluyor. O müfredat gençleri o yönde aşılıyor.” Bu yetiştirme tarzı ile Özkök, kendisinin de 1960 darbesi öncesi bu zihniyete sahip olduğunu söyleyerek, “O yaşta siyasete dokunmak istediğimizi düşünüyordum. Şimdi görüşlerim farklılaştı.” demiştir.
Laiklik, tüm dinleri ve tüm din mensuplarının inanç özgürlüklerini güvence altına almak anlamına gelir. Dinden bağımsız değildir; tam tersine İslam dininin esası laikliğe dayanır. Laikliğin gerçek kavramını ısrarla açıklamamız, Türkiye’de ordunun genel bakış açısını büyük ölçüde değiştirmiştir. 15 Temmuz darbe girişimine, başta Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları olmak üzere Türk ordusunun büyük bir kısmının iştirak etmemiş olması da bunu yeterince açıklamaktadır.
Darbelerin gerçekleşmesi için darbeci zihniyetin, materyalist bir ideoloji çerçevesinde gelişmesi tek başına yeterli değildir. Ülkenin bu zihniyetin altyapısına da uygun olması gerekir. Örneğin, saydığımız coğrafyalarda ülkeler, genellikle bağnaz bir din inancının beraberinde getirdiği “kalite eksikliği” ile karşı karşıyadırlar. Türkiye, modern demokratik kesimi temsil eden bir ülke olmasına rağmen, bir kısım bağnazların etkileri nedeniyle kaliteden ve modernlikten uzaklaşmış bir zihniyeti de kendi içinde barındırır. Bu, uzun yıllar ülkeye büyük zararlar vermiştir, hala da vermektedir. Bu durum, demokratik Türkiye ruhunu yaşamak isteyen Türk halkı için de sakıncalı olmuştur. Darbeciler ve sömürge sistemini ayakta tutmak isteyen derin devlet temsilcileri ise, bu bağnaz altyapıyı ve kalitesizlik ruhunu, daima çirkin tuzakları için uygun bulmuşlardır.
Söz konusu eksikliğin giderilmesi için, gerçek İslam ruhunun anlatılması ve hurafelerden uzak bir toplum yetiştirilmesi şarttır. Devlet sistemi, sanata, müziğe, resme, heykele, bilime önem verdiğini göstermeli, demokrasisini ve özgürlük kavramını geliştirmeli, özellikle kadını ön planda tutmalıdır. Unutulmamalıdır ki, kadının ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüğü ülkeler hiçbir zaman kalkınıp gelişemezler. Hiçbir zaman özgür düşünen bir milletin temsilcisi olamaz ve daima darbelere açık şekilde varlıklarını sürdürürler. Sonunda ise, mutlaka çöküşe doğru ilerlerler.
“Darbe geleneğinden” kurtulmanın yolu, devletlerin kendi sistemlerini değiştirmeleridir. “Kalite Bakanlığı”, bu amaçla uzun zamandır dile getirdiğimiz, önemli bir gerekliliktir. Devletler, doğru ideolojiyi benimseyip toplumlarını bu ideolojik ülküye uygun şekilde yetiştirdiklerinde, materyalist zihniyetin sunduğu şiddet ve çatışma düşüncesinden sıyrıldığında ve en önemlisi kendi toplumlarını bağnazlıktan arındırıp kendi içlerinde kaliteyi ve demokrasiyi güçlendirdiklerinde o ülke üzerinde mühendislik çalışması artık mümkün olmayacaktır. Darbeci derin güçler, ne kadar büyük olursa olsunlar, böyle bir devlet yapısı karşısında güçsüz düşecek, dahası, böylesi bir değişim göstermiş toplum üzerinde ameliyat girişiminde bulunmaya gerek dahi duymayacaklardır.
Adnan Oktar'ın The China Post'da yayınlanan makalesi:
http://www.chinapost.com.tw/commentary/letters-to-the-editor/2016/08/26/476599/p2/Turkey-must.htm