Güç ve güvenlik, devletlerin dış politikalarını oluştururken esas aldıkları iki kriterdir. Hemen hemen tüm ülkeler kendi güvenliklerini sağlamak için komşu ülkelerden güçlü olma ihtiyacında görür.
Ülkeler kendi güvenliklerine tehdit olarak görürlerse komşularına karşı savaş açabilmekte, bazen de savaş yerine çeşitli ittifaklara katılarak kendilerini güvene almaya çalışmaktadırlar. Ekonomik abluka, kuşatma şiddet unsuruna yer vermeyen başka güvenlik yöntemleridir. Uluslararası hukukta yasaklanmış olmasına karşın komşu ülkedeki silahlı unsurları desteklemek başvurulan bir diğer yöntemdir. Bu yöntemlerin hemen hemen tamamı son derece acımasız olup, çok sayıda masum sivilin büyük sıkıntılar yaşamasına ya da hayatını kaybetmesine yol açmaktadır.
Bugün Yemen’de yaşananlar uluslararası sistemdeki bu acımasız yöntemlerin bir sonucu olarak yorumlanabilir. Yemen üzerinde bölgesel ve küresel güçler farklı hesaplar yapmakta ve bu da ülkeyi uzun yıllardır istikrarsızlığa mahkûm etmektedir.
Şüphesiz olan bitende Yemen’in sosyal ve siyasi yapısından kaynaklanan iç dinamiklerin rolü oldukça büyük. Yemen’in yaşadığı ayrılmalar, birleşmeler, iç savaşlar ve son dönemde bunlara ek olarak ordunun zayıflaması, güvenliğin sağlanamaması, ekonominin kötüleşmesi gibi etkenler de Yemen'in ülkenin şu anki durumuna gelmesine yol açmıştır.
Artık ülkeler başka ülkelere eskiden olduğu gibi doğrudan müdahalede bulunmamaktadır. Çünkü bu tür müdahaleler hem çok pahalıdır hem de uluslararası hukukta yeri yoktur. Bu nedenle ülkeler, komşu bir ülkede tehlikeye düştüğünü düşündüğü çıkarlarını yeniden elde edebilmek için hemen yeni arayışlara girmektedir. Bu durumda tercih edilen, ‘komşu ülkede kendi çıkarlarına göre hareket edecek unsurlar bulmak’ olmaktadır.
Bu unsur bazen bir terör örgütü, bazen bir azınlık grubu, bazen de o ülkenin ordusu ya da bir siyasi parti olabilmektedir. Bu unsurlar silah ya da para yardımı ile doğrudan desteklenebildiği gibi dolaylı destekler de alabilmektedir. Hatta bazen destekler o kadar profesyonelce olur ki; desteklenen grup kendi idealleri doğrultusunda mücadele ettiğini düşünürken, aslında farkında olmadan başka bir ülkenin çıkarları uğruna çatışabilmektedir.
Böyle bir manzarayı Ortadoğu’da sık sık görmek mümkün. Sözgelimi Hizbullah Lübnan’da İsrail karşıtı faaliyetleri ile bilinse de üzerindeki İran etkisi çok açık. Benzer bir durumu Yemen’de de görmek mümkün.
Yemen’in üzerinde etkili olmaya çalışan iki temel güç var. Birisi arkasında İran’ın olduğu Şii etkisi, diğeri ise ardında Suudi Arabistan’ın olduğu Sünni etkisi. Zaman zaman bu ikisine ek olarak ABD’yi eklemek de mümkün. İslam’ın iki ana kolu olmasına karşın Şiilik ve Sünnilik Ortadoğu’da amansız bir mücadele veriyor. Lübnan’da başlayan, Irak’ta alevlenen bu mücadele sonrasında Suriye’ye sıçradı. Şimdi de kendini Yemen’de gösteriyor.
Husiler olarak bilinen Ensarullah hareketi, her ne kadar İran ile bağlantılarını reddetmeyi tercih etse de, pek çok ülke bu bağlantı konusunda oldukça emin. Zaten Husiler ile ilişkisini artık gizleme ihtiyacı duymayan İran tarafından Yemen ile ilgili verilen son demeçler bu şüpheleri doğrulamaktadır.
İran, Husilerin Yemen’de elde ettiği kazanımları hakları kısıtlanan dost ve kardeş bir grubun başa geçmesinden çok İran İslam Devrimi’nin zaferi olarak addetmektedir. Peki, İran’ın Yemen’deki zafer arayışının nedeni ne olabilir? Öncelikle kendi varlığına karşı büyük bir tehdit olarak gördüğü Sünni Suudi Arabistan’ı olabildiğince rahatsız etmek. Sonrasında ise dünya petrol trafiğinin ana damarlarından biri olan Kızıl Deniz üzerinde kontrolü sağlamak.
Husiler Yemen devletini ele geçirme savaşında bir noktaya kadar etkili olmuşsa da, yönetimi üstlenip sürdürebilecek bir güce sahip görünmüyorlar. Hele karşılarında Suudi Arabistan tarafından desteklenen büyük bir Sünni muhalefet varken bunu gerçekleştirmek nerede ise imkânsız.
Suudi Arabistan daha önce Bahreyn’deki Şii halk hareketlerini kendi güvenliğine tehdit kabul ederek, bu ülkeye doğrudan müdahale etmişti. Şimdi benzer bir müdahaleyi Yemen’de yapması kuvvetle muhtemel. Ancak bu arada Husilerle çarpışan El Kaide’nin, Şii tehlikesi gerekçesi ile kendisine karşı olan Sünni aşiretleri de yanına almasına yol açabilir. Böyle bir durum gerek Arabistan gerekse ABD için durumu daha da çıkılmaz hale getirebilir.
Sünnilerin Husileri dikkat almadan iktidarlarını kuramayacakları da belli olmuş durumda. Husiler iktidarlarını ilan etseler de ülkenin her yerinde otorite kurmaları imkânsız. Yemen’in siyasi durumu, hiçbir partinin iktidarı kuracak çoğunluğu yakalayamadığı bir parlamentoya benziyor. Gruplar ülkelerinin iyiliğini gözetmek yerine kendi iktidarlarını nasıl kuracaklarının hesabındalar. Bu mücadelenin giderek artan bir çatışmaya dönmesi durumunda Yemen’deki Sünniler ve Şiiler Suriye’dekiler gibi büyük bir yıkım yaşayacaklar. Suudi Arabistan ve İran, petrol gelirleri giderek düşerken güvenlik giderlerini arttırmaya devam etmeleri durumunda ortaya çıkacak krizin bu ülkelerde de bir Arap Baharı yaşanmasını tetikleyebilir. Böyle bir durumda Yemen’deki mücadele tam bir “Pirus Zaferi”(*) ile sonuçlanmış olacaktır.
Oysa yüce Allah Kuran'da müminlere birlik olmalarını, inkara karşı imanda saf bağlamalarını, birbirlerini kardeşleri gibi görüp sevmelerini, birbirlerine karşı merhametli, affedici ve koruyucu olmalarını, dağılmaktan, ayrılmaktan ve parçalanmaktan şiddetle kaçınmalarını emretmiştir.
Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz. (Hucurat Suresi, 10)
(*) Pirus Zaferi, yıkıcı büyüklükte kayıplar pahasına kazanılan zaferdir. Kazanan tarafın başka bir zafer kazanamayacak kadar fazla yıprandığı, ayakta durmasının bile güçleştiği imasını taşır.