Günümüzde çok büyük çatışmalarla, savaşlarla ve yokluklarla mücadele etmeye çalışan pekçok Müslüman ülke, 19. yüzyıl öncesinde, Osmanlı'nın adalet, hoşgörü ve barış dolu yönetimi altında, huzur içinde yaşıyorlardı. Kafkaslar'da, Ortadoğu'da, Balkanlar'da ve Kuzey Afrika'da Osmanlı'nın asırlar boyunca koruduğu istikrar ve huzur, Avrupalı sömürgeci devletlerin bu ülkelere girmeleriyle son buldu. Osmanlı sonrası çok büyük bir kaosun içine itilen bölgelerin başında ise Kuzey Afrika geliyordu.
Batılı devletlerin Afrika ülkelerine gözlerini dikmelerinin en önemli nedenleri zengin yeraltı kaynakları ve bu bölgelerin jeostratejik önemiydi. Herşey 17. yüzyılın başında Hollanda'nın Afrika'ya girmesiyle başladı. Yerli halklar kendi vatanlarından çıkarılmaya, her türlü doğal zenginliklerini kaybetmeye, maddi ve manevi olarak sömürülmeye başladılar. Avrupa'nın Afrika'yı gerçek anlamda keşfetmesi ise 19. yüzyılın ortalarına rastlıyordu.
Hıristiyan Batı dünyasının Afrika'ya girişi misyonerlik faaliyeti adı altında başladı. Ancak bu misyonerlik faaliyeti Hıristiyanlık dinini yaymadan çok, sömürgecilik hareketinin ilk adımı niteliğindeydi. Bu şekilde Afrika'nın hemen her ülkesinde bir çeşit sömürgeci elçilikler oluşturuldu ve Afrika'nın yeraltı zenginlikleri, baskı ve zorbalıkla Avrupa'ya doğru akmaya başladı. Afrika kıtası çok kısa bir süre içinde verimsiz ve kurak bir bölge haline getirildi. Sömürge döneminde uygulanan tarım politikaları halkın hem arazilerini kaybetmesine, hem de verimli toprakların yokolmasına neden oldu. Ormanlar kesildi, yağışlar azaldı, nehirler kurudu. Kısacası Avrupalıların Afrika'ya girişleri bu ülkelere medeniyet değil, sadece ve sadece yıkım getirmişti.
Bu yıkım sadece ekonomik alanla da sınırlı değildi. Aradan geçen birkaç asır boyunca milyonlarca insan çatışmalarda, milyonlarcası da açlık ve yokluk nedeniyle hayatını yitirdi. Kendi kimliklerini, dillerini, kültürlerini, dinlerini unuttular. İç çatışmalarla kardeşlerini öldürüp, maddi çıkarlar nedeniyle sömürgecilerden yana tavır aldılar. İşte Avrupalıların işgaliyle birlikte asırlar sürecek çok büyük bir sefalete doğru sürüklenen ülkelerden biri de Tunus'tur.
Tunus'un İslam'la Tanışması
Tunus'un İslam ile tanışması Abdullah bin Ebi Sarh komutasındaki İslam ordularının 648 yılındaki fethi ile gerçekleşmişti. Kısa süre içinde Tunus bir İslam devleti haline geldi ve 7. yüzyıla gelindiğinde tüm Tunus Müslüman oldu. Daha sonra sırasıyle İfrikiyye ve Aglebilerin yönetimine giren Tunus, hep Hilafete bağlı kaldı. 910 yılında Fatimiler bölgeyi fethettiler. Daha sonraları Zirilerin yönetiminde özerk bir yönetim haline gelen Tunus halkı, Fatimilerin bağlı bulunduğu Şii inancını terk edip, Sünniliiği kabul ettiğinde çatışmalar başladı. Fatimilerin başlattığı Beni Hilal isyanları Tunus'un harap olmasıyla sonuçlandı. Daha sonra pekçok kez yönetim değişikliği yaşayan Tunus'da gerçek huzur ve istikrar, 1574 yılındaki Osmanlı iktidarıyla başladı.
Tunus, Osmanlı Devleti'ne bağlı bir eyalet haline getirildi ve bu statüsü 1881'e kadar sürdü. Bu dönemde Tunus'u kendilerine "Beyler" denen, halifeye bağlı yerel yöneticiler yönetiyorlardı. Avrupa medeniyetindeki ırkçı ve zorba düşüncenin aksine Osmanlı ülkesinde İslam Dininin bir özelliği olarak barış ve hoşgörü temeline dayalı bir yönetim anlayışı hakim olmuştu. Her dinden insanın huzur içinde ve kardeşçe yaşadığı Tunus'taki bu barış dönemi, Fransa'nın 1881'deki işgaline kadar sürdü.
Fransa'nın Kanlı Sömürge Tarih
Fransa, hakimiyeti altında bulundurduğu dönem boyunca Tunus'u "Yüksek komiser" denilen valiler kanalıyla yönetti. Aynı Cezayir'de olduğu gibi burada da çok büyük bir zulüm politikası böylece başlamış oldu. Her türlü muhalefet hareketi, bağımsızlık yanlısı faaliyetler kanlı bir şekilde bastırıldı. Bağımsızlık yanlısı İslami hareketlerin liderleri ve onları destekleyenler çok şiddetli baskı gördüler, büyük bir bölümü tutuklandı, işkenceler gördü. Ancak Fransa, güçlü bir İslami bilince sahip olan Tunus halkında oluşan tepkiyi durdurmakta, ayaklanmaları bastırmakta zorlanıyordu. Bunun için her sömürgeci ülkenin yaptığı gibi o da kukla yönetimlere başvurdu. Bunun için bağımsızlık mücadelesi amacıyla kurulan Düstur Partisi'ni kendi tarafına çekti. Başına ise çok güvendiği bir "adamı"nı yerleştirdi: Habib Burgiba'yı.
İlk başlarda halkın desteğini almak için İslami bir çizgi izleyen Habib Burgiba çocukluğundan itibaren Fransız eğitimi görmüştü. Ancak gençlik döneminde özellikle Fransız işgal yönetimine karşı bir politika izlemiş, bu şekilde halkın desteğini almayı planlamıştı. Hatta bunun için birkaç kez hapse girmiş, Tunus'tan Kahire'ye kaçarak halk nezdinde kahraman imajı kazanmaya çalışmıştır.
Tunus'a döndüğünde halkı isyana teşvik eden ve böylece kanlı bir Fransız müdahalesine zemin hazırlayan Burgiba, Fransızların 1956 yılında işgale son vermelerinden sonra, Fransızların Tunus'daki temsilcileri haline gelmiştir. Sömürgeci Fransız yönetimi ülkeyi terk ederken, geride kendilerine son derece "sadık" dost yönetim kadroları bırakmışlardı. Bu kadrolar Fransızların menfaatlerini onlardan daha fazla koruyan, kendi vatandaşlarına onlardan daha fazla zulüm yapan Habib Burgiba yönetimindeki kadrolardı.
Burgiba'dan Müslümanlara Fransız Büyük Doğu Locası Destekli Zulüm
Burgiba başa geçip, cumhurbaşkanı olur olmaz, bir anda İslam aleyhtarı bir politika izlemeye başladı. Gençlik yıllarındaki ve sürgünde olduğu dönemdeki bağımsızlık yanlısı, İslami görüntü çizen Habib Burgiba gitmiş, yerine her türlü İslami değere karşı savaş açmış, insanlara zulmetmeyi bir politika haline getirmiş bir "sömürgeci sözcüsü" gelmişti.
1959'da süresiz olarak yürütme yetkisini tek başına eline alan Habib Burgiba, daha sonra kendisini ölümüne kadar cumhurbaşkanı ilan etti. 7 Kasım 1987'de akli dengesi yerinde olmadığı gerekçesi ile devlet başkanlığı görevinden alınana kadar, yani 31 yıl boyunca, Tunus'u tek başına yönetti. Bu dönem boyunca ülkeyi kültürel, siyasi ve ekonomik yönden Fransa'ya bağımlı kıldı, ülkenin zenginliklerini Fransa'ya akıttı.
Bu İslam aleyhtarı diktatörün en önemli özelliklerinden biri ise diğer benzerleri gibi yüksek rütbeli bir mason oluşuydu. Hatta 1972 Haziranındaki Paris gezisi sırasında bakanlarından biriyle beraber Fransız Grand Orient locasının Üstad-ı Azamı Fred Zeller'i ziyaret etmiş ve locada Burgiba için tören düzenlenmişti. İşte bu masonik kimliği Habib Burgiba'nın Müslüman kimliğinden de, Tunuslu kimliğinden de daha önemliydi. Müslüman Tunus halkının değil, Fransız Büyük Locası'nın menfaatlerini ön planda tutuyordu. Bunu da ülkesini İslami kimliğinden uzaklaştırarak gösterdi.
Burgiba'nın ilk icraatı Amerikan Anayasası benzeri bir anayasa hazırlamak, yargıda ve eğitimde Fransız sistemi benzeri bir sistem kurmak oldu. Bu anayasanın ve sistemin en büyük özelliği ise İslam düşmanlığı ile şekillendirilmesi oldu. Camileri sıkı denetimi altına aldı, belli vakitlerin dışında namaz kılınmasını yasakladı. İslami yönetim isteyen tüm Müslümanları, rejim muhalifi sıfatıyla tutuklattırdı ve çok ağır işkenceler uyguladı. Tunus'un sembolü olan Zeytune Üniversitesi başta olmak üzere Islâmi eğitim kurumlarının hepsini kapattırdı. Mısırdaki Ezher Üniversitesine denk sayılabilecek bir üniversite olan Zeytune Üniversitesi Kuzey Afrika'daki İslami hayatı canlı tutan, oradaki halkın önünü açan ilim adamlarını yetiştiren önemli bir merkezdi. Burgiba yaptığı baskılarda o kadar ileri gitti ki Ramazan ayında televizyona çıkıp içki içerek "ülkenin ekonomik kalkınmasını ve çalışma temposunu yavaşlattığı için" Ramazan'da oruç tutmayı yasakladı. Hac için Mekke yolculuğunun pahalı olduğu gerekçesi ile Mekke yerine Magrip'in kutsal kenti kabul edilen Keyrevan'ın ziyaret edilmesini istedi.
Burgiba'nın bir diğer özelliği de İsrail'e yakın, İslam ülkelerine uzak bir politika izlemesiydi. İsrail, 1967 yılından beri Kuzey Afrika ülkeleriyle özellikle Tunus'la gizli ilişkiler içerisinde bulunuyordu. Tunus yönetimi, İsrail'in, kendi sınırları içerisinde bulunan Filistin kamplarına yaptığı saldırılarda İsrail'e kolaylık sağladı.. Uluslararası bir platformda Tunus'taki insan hakları ihlallerini dile getiren Tunus Birlik Hareketi lideri Bin Salih'e karşı, Tunus rejiminin Yitzhak Rabin tarafından savunulması, Tunus-İsrail ilişkilerinin ne düzeyde olduğunu da göstermekteydi.
İsrail'e olan yakınlığa karşı, Tunus yönetimi her dönemde İslam ülkelerine karşı uzak bir politika izledi. İslami akımları desteklediği için Sudan ile ilişkilerini askıya alan, Cezayir'e karşı Fransız hükümetinin yanında yer alan Tunus, Bin Ali yönetimi sırasında da şehit olan Filistinliler için dua etmeyi ve intifada hakkında konuşmayı yasakladı. İsrail'in Filistin'de yaptığı katliamlara karşı, imamlara camide şehit düşen Filistinliler için dua etme ve intifada hakkında yorum yapma yasağı getirirken, İsrail ile yaptığı anlaşmalarla İslami kesime karşı iş birliğine gitti. Bugün Tunus ve Cezayir kendi Müslüman halkına sömürge döneminden daha şiddetli bir baskı ve zulüm uygulayan iki ülkedir.
Burgiba Sonrası da Hiçbir Değişim Olmadı
Fransa, Burgiba imajının Tunus'ta eski gücünü yitirmesinden sonra, Tunus'un Paris büyükelçisi Hadi Mebruk'u Dışişleri Bakanlığına atanmasını sağlayarak, ülkedeki etkinliğini artırmaya çalıştı. Bu arada Başbakan Zeynel Abidin Bin Ali, Burgiba yönetiminin siyasi baskıları yüzünden yıllarca ezilen Müslüman halkı kendi tarafına çekebilmek için, onlara birtakım özgürlükler verdi. Hatta siyasi tutukluların bir kısmını da serbest bıraktı. Sürgünde olanların tekrar ülkeye dönmelerine izin verdi.
Zeynel Abidin Bin Ali'nin girişimlerinden ve ülkede İslamın hızlı yükselişinden rahatsız olan Burgiba, Başbakanlık görevine eğitim bakanı Muhammed Sayak'ı atayacağı sırada, Sosyalist Düstur partisinin gerçekleştirdiği bir sivil darbe ile görevinden alındı. Bin Ali yönetimi Burgiba'nın görevini yapacak durumda olmadığını ve akli dengesinin yerinde olmadığını söylüyorlardı. Ancak Müslüman halkın büyük umutlar beslediği Bin Ali yönetimi de Burgiba'dan farklı çıkmadı. İlk başlarda ülkede bir reform hareketi başlatacağını vaat eden Bin Ali, iktidarını sağlama aldıktan sonra aynı Burgiba gibi Müslüman halka karşı zulmetmeye başladı.
1990 yılından sonra Sosyalist Düstur Partisi, "Amerikancı İslam" diye adlandırılan sözde İslami reformlarla Müslüman kitlelerin zihinlerini bulandırmayı ve yönetime el koyacak güce ulaşan NAHDA'nın önünü kesmeyi amaçladı. 1957 yılında anayasasını ilan ederek özgürlüğüne kavuştuğunu zanneden Tunus Müslümanları bu tarihten sonra rejimin hedef tahtası haline geldi. Burgiba sonrası Tunus'ta değişen tek şey, yıllarca çektikleri zulüm ve baskıcı politikaların katmerleşerek artması olmuştur. Burgiba'nın yerini alan Zeynel Abidin Bin Ali bugün selefini aratmayacak, hatta son zamanlardaki icraatlarıyla onu bile geride bırakacak bir konuma gelmiştir. Bugün Tunus Zeynel Abidin sayesinde bölgenin en katı ve antidemokratik yapıya sahip ülkesi durumundadır. Toplumda geniş tabana sahip olan Müslümanlar ülkelerine bir zarar vermeden demokratik yollardan yönetimi devralmayı bekliyorlar.
Tunus'ta Gün Geçtikçe Daha da Güçlenen İslami Bilinç
Bugün Tunus'ta İslami Hareketin temsilcilisi İslami Yöneliş hareketi'dir. İslami Yöneliş Hareketi, 1969'da Prof. Raşid el Gannuşi'yle Abdulfettah Moro'nun öncülüğünde kuruldu. Üniversitesinden, işçisine, gencine kadar halkın bütün kesimlerinden büyük bir destek gördü. Tunus yönetimi ilk kuruluş yıllarında İslami Yöneliş Hareketi'yle bir çatışmaya girmedi. Ancak güçlenmeye başladığını görünce bu harekete karşı şiddetli bir baskıya başvurdu ve hareketin ileri gelenlerinden 106 kişi tutuklandı. "İslami Yöneliş Hareketi" bir gecede darmadağın edildi.1987 yılında İslami Yöneliş Hareketi NAHDA'nın lideri Raşid El Gannuşi ve arkadaşlarına tutuklama kampanyası başlatıldı. Bu olaylar bütün İslam ülkelerinde protesto edildi.
Aylar süren tutukluluk döneminden sonra yargılanan hareket liderlerinin tümü, idam, müebbet ve 20'şer yıllık hapis cezalarına çarptırıldılar. Hareketin lideri Gannuşi cezalardan payını alarak müebbet hapse mahkum edildi. Mahkemelerin hemen akabinde idam cezaları derhal infaz edildi. Hareketin önde gelenlerinin haricinde binlerce kişi daha basit gerekçelerle tutuklandılar.
Bu gerçek bizzat sömürgeci Fransa tarafından da dile getirilmektedir. Burgiba'nın ölümü sonrası Fransız basınında çıkan yazılar, Bin Ali yönetimini şiddetle eleştiriyor ve baskıcı rejime karşı çıkıyordu. Ortadoğu uzmanı Bruno Callies de Salies Fransız Le Monda Diplomatique'in Ekim 1999 tarihli sayısında yayınlanan "Ekonomik gelişme ve Politik gerileme; Tunus diktatörlüğün iki yüzü" başlıklı makalesinde Ben Ali yönetimini sırasında yaşananları şu şekilde tarif ediyor:
"Her türlü özgürlük kısıtlanmış durumda... Bin Ali yönetimi İslami hareketin etkisini durdurmak için bir yol arıyordu. 7 Kasım 1989 tarihli bir açıklamayla Tunus'ta İslami bir partiye yer olmadığı açıklandı. Bu açıklama İslami kesim ile iktidar arasındaki gerilimin artmasına neden oldu. Olaylar liselere ve üniversitelere taşındı. Gösteriler ve grevler bir anda arttı... Gösterilerin kanlı bir şekilde bastırılması olayları daha da büyüttü. Ancak hareketi yoketme konusunda kararlı olan yönetim, binlerce insanı tutukladı. Bu tutuklamaları da Nahda militanlarını teröristlikle suçlayarak yapıyorlardı. Gizlice yapılan duruşmalarda binlerce kişi ömür boyu hapisle cezalandırılırken, 1992 yılında 179 Nahda yöneticisi idama mahkum edildi."
Aslında Zeynel Abidin halkın oldukça yakından tanıdığı bir isimdi. Bir dönemlerin emniyet genel müdürü ve İçişleri bakanı idi. Bu dönemlerde Müslümanlara karşı sürdürdüğü katı ve acımasız tutumuyla tanınmaktaydı. O da Burgiba gibi öğrenimini Fransa'da tamamlamış ve Batılı bir anlayışla yetiştirilmişti. Başta Burgiba'ya duyulan halk tepkisini kendi lehine çevirmek ve halkın güvenini kazanmak için İslami kesimle iyi ilişkiler kurmaya başladı. Halkın sempatisini kazanmak için Cuma günlerini tatil ilan etti, televizyonlar Kuran okunarak açılmaya başladı. Hatta İslami muhalif liderlerinin ülkeye dönmesine izin verdi. Hapisteki muhalefet mensuplarının bir kısmını çıkardı. İslami Yöneliş'in ileri gelenleri de yönetimle uzlaşma içinde çalışabilmek için hareketlerinin adını NAHDA (Diriliş) olarak değiştirdiler. Zeynel Abidin'in estirdiği bu olumlu hava fazla uzun sürmedi. Gerçek yüzünü 1989 yılında gerçekleştirdiği genel ve cumhurbaşkanlığı seçimleriyle koltuğunu sağlamlaştırdıktan sonra gösterdi. Bütün seçim hilelerine, liderleri Gannuşi'nin sürgünden yeni dönmüş olmasına, siyasi parti oluşturmaları yasak olmasına rağmen, Nahda hareketi adayları bağımsız olarak girdikleri seçimlerde oyların yüzde 14'ünü almışlar, kırsal kesimde ise oylarını yüzde 30'lara kadar çıkarmışlardı.
Bunun üzerine yeni yönetim şiddet uygulamalarına başladı. Gannuşi başta olmak üzere tüm Nahda yöneticileri Tunus'u terk etti ve onları destekleyenler de çok büyük baskılarla karşı karşıya kaldılar.
Bin Ali yönetimi mevcut tehlikeyi yokedebilmek için halen her türlü yöntemi meşru sayabiliyor. Sadece Nahda değil, İslami çizgisi olan tüm örgütler, partiler şiddetli baskılar görüyorlar. Şu anda Tunus'ta on bine yakın Müslüman çok zor şartlar altında cezaevinde tutuluyor. Her türlü İslami çalışma, İslami hareket, İslami basım yasaklandı. İslami giyim sokakta dahi yasaklandı. Zeynel Abidin'in İslami çalışmalar üzerindeki zulümleri sadece Nahda hareketiyle sınırlı kalmadı. Bütün İslami çalışmaları yasakladı.. Bu yoğun baskı nedeniyle herkes İslami çalışmalardan şiddetle uzak duruyor. Çünkü Nahda hareketiyle ilgisi olduğu tespit edilenlerin çoğu ya hapis ya da sürgün hayatı yaşamaktadır. Yeni yönetim hareketin yayın ve eğitim faaliyetlerini tamamen durdurdu. Bu harekete destek verdikleri bilinen ticari kuruluşlara karşı ambargo koydurarak kapanmalarını sağladı.
Tunus Bin Ali yönetimiyle adeta bir polis devleti haline getirilmiştir. Şu an yüz kişiye bir polis düşmektedir. Halk kendi evinde dahi yüksek sesle yönetimi eleştirmekten ya da İslami duyarlılığını ifade etmekten çekinmekte, çok büyük bir psikolojik baskı altında hayatını sürdürmeye çalışmaktadır.
Tunus'a Barışın ve Huzurun Gelmesi Mümkün mü?
Tunus'ta 1881 yılında Fransa'nın işgaliyle başlayan karmaşa günümüze kadar hiçbir kesintiye uğramadan kadar devam etti. Bazı zamanlarda şiddet azaldı, bazı zamanlarda ise sokaklara kadar taştı. Ancak Tunus halkı geçmişte olduğu gibi bugün de İslam ahlakıyla bütünleşmiş Osmanlı yönetimini özlemle anıyor, huzur ve barışın ancak Osmanlı gibi bir yönetimle sağlanabileceğini ifade ediyor. Çünkü Tunus şu anda Müslüman olduğunu söyleyen genç ya da yaşlı her insan için bir açık hapishane haline gelmiş durumda. Ancak baskı ile, şiddet ile bir yere varılamayacağı, ülkedeki istikrarın hala sağlanamamasıyla açıkça ortaya kondu.
Elbetteki tüm müslümanların temennisi gerek Tunus'a gerekse Balkanlarda, Kafkaslarda, Ortadoğu'da Müslümanlara karşı yürütülen her türlü baskının bir an önce sona erdirilmesidir. Üç kıtaya nizam vermiş Osmanlı tecrübesi bizlere farklı dinlere, dillere, ırklara sahip insanların birarada, huzur ve barış içinde asırlar boyunca yaşayabileceğini göstermiştir. Üstelik böyle bir yönetim düşünülenin aksine asırlar boyu sürebilecek, kalıcı bir yönetim olacaktır. Önemli olan tüm Müslümanların bu ortak amaç için çalışmaları, dünyanın dört bir yanında zulüm gören Müslümanlara yardım elini uzatmak için tüm imkanlarını seferber etmeleridir.