Ortadoğu'da ve çeşitli Afrika ülkelerinde halen tüm şiddetiyle süren savaşların, çatışmaların, krizlerin en büyük mağdurları hiç kuşkusuz ki mülteciler. Suriye'den, Irak'tan, Libya'dan, Yemen'den, Afganistan'dan neredeyse tüm dünyaya dağılan on milyonlarca mülteci var. Yüzlerce yıldır yaşadıkları ülkelerini, doğup büyüdükleri yerleri terk etmek zorunda bırakılan milyonlarca Arap, Müslüman ya da Hristiyan mültecinin dramı yaklaşık 15 yıldır dünyanın gündeminde. Her ne kadar çözüme ulaştırılamaması bir problem olsa da bu mazlum insanların yaşadıklarının gündemde tutulması çok önemli. İkinci önemli konu ise ırk, dil ya da din ayrımı yapılmadan mülteci sorununa yaklaşılması.
Nitekim yine Ortadoğu’da kimi zaman savaşlarla kimi zaman ise sadece uğradıkları ayrımcılık nedeniyle benzer acıları çok daha uzun bir süredir yaşayan mazlum bir topluluk daha var. Ne var ki bunların, gündem olmak bir yana, birkaç haber ve araştırma dışında neredeyse bahisleri bile geçmiyor.
Bunlar, Ortadoğu'nun unutulmuş ve bilinmeyen mültecileri: Museviler...
2. Dünya Savaşı'nın bitiminden bu yana Arap ülkelerinde yaşayan Musevilerin hemen tamamına yakını anavatanlarından göç etmek zorunda bırakıldı. Bu trajediyi halen yaşayan mültecilerin tanıklıklarıyla ele alan, Michael Grynszpan'ın yönettiği "The Forgotten Refugees" isimli belgeselde konuyla ilgili çarpıcı şu bilgiler aktarılıyor:
- 1945'te, Filistin Mandası toprakları haricinde Ortadoğu'da 1 MİLYON civarında Musevi yaşıyordu. Çok kısa bir zaman dilimi içinde bunlardan yalnızca BİRKAÇ BİNİ kaldı. Kahire, Şam ve Bağdat'ın eski Musevi mahalleleri bir zamanlar hareketli, hayat dolu merkezler iken bugün sessizler.
- Mısır'dan o dönemde kaçmayı başarmış olan Levana Zamir'in şu çarpıcı sözleri aslında durumu özetliyor: "Bugün Mısır'da belki 20-30 yaşlı Musevi'den başkasını bulamazsınız".
- 1920'lerde Ortadoğu'nun New York'u sayılan Bağdat'ın nüfusunun %40'ı Musevi idi.
- 1944 yılında, Yemen'de 55.000, Irak'ta 150.000, Cezayir'de 140.000, Mısır'da 80.000, Libya'da 38.000, Fas'ta 265.000, Tunus'ta 105.000, İran'da 100.000, Suriye'de 27.000, Lübnan’da da 5.666 Musevi yaşamaktaydı. Günümüzde ise Fas, Tunus ve İran'daki birkaç bin Musevi dışında saydığımız diğer Arap ülkelerindeki Musevi nüfusu sadece "on"larla ifade ediliyor.
Musevi toplulukları yüzlerce yıldır yaşadıkları bu topraklardan öncelikle doğrudan sınır dışı edildiler. Ardından, artan toplumsal baskılar, kısıtlayıcı yasalar, ayrımcılık, tırmanan Musevi karşıtı şiddet, düşmanlık ve terör hareketleri sonucunda zamanla ülkelerini terk etmeye zorlandılar.
Tüm bu baskıya rağmen, atalarının yaşadığı topraklarda kalmayı seçen zavallı Musevileri ise tutuklamalar, idamlar, saldırılar ve katliamlarla dolu zorlu günler bekliyordu. Yükselen Arap milliyetçiliği ve İslam dünyasının birçok yerinde din adına hakim olan bağnaz zihniyet Musevilere karşı toplu bir düşmanlığı körükledi.
Huffington Post'ta, Ron Prosor imzalı "The Middle East’s Greatest Untold Story" başlıklı makalede bu düşmanlık hareketinden şöyle söz edilmiştir:
"Dönemin Arap liderleri, 1948'de İsrail devletine savaşta galip gelemeyince kendi ülkelerindeki Musevi topluluklarına karşı bir terör, tahrik ve sürgün savaşı başlattılar... Bunu Musevi kurumlarını hedef alan bombalamalar, Musevi liderlerin rastgele tutuklanmaları ve hükümetin mülklere topluca el koyması izledi. Yıllar içinde Irak'ın 2.500 yıllık Musevi toplumu, ülkeyi birçok büyük sanatçı, müzisyen ve işadamından mahrum bırakarak terk etti. Benzer sahneler bölge boyunca, Mısır'dan Suriye'ye, Libya'ya, Yemen'e kadar yaşandı... Yeni zorba yasalar Musevilerin ibadet haklarını engelleyerek özel kimlikler taşımalarını zorunlu kıldı, milyarlarca dolarlık mülklerine ve varlıklarına el kondu. Arap ülkelerinde haczedilen Musevi arazileri toplam 40 bin mil kare, yani İsrail topraklarının yaklaşık 5 katıydı".
Eski büyükelçi ve tarihçi Michael Oren da, "Six Days of War" kitabında benzeri bir Musevi düşmanlığından kesitlere yer vermiştir:
"Çete grupları Mısır, Yemen, Lübnan, Tunus ve Fas'taki Musevi mahallelerine saldırıp sinagogları yaktı, yerleşimcilere saldırdı. Tripoli'deki bir katliamda 18 Musevi öldü, 25'i yaralandı; sağ kalanlar gözaltı merkezlerine sürüldü. Mısır'daki 4 bin Musevi'den, aralarında Kahire ve İskenderiye başhahamının da bulunduğu 800'ü tutuklandı ve mülklerine Hükümet tarafından el konuldu. Şam ve Bağdat'ın eski cemaatleri ev hapsine tabi tutuldular, liderleri hapsedildi ve cezalara çarptırıldı. Bazıları sadece sırt çantalarıyla olmak üzere 7 bin Musevi sınır dışı edildi." (Six Days of War, Michael Oren, 2002, pp. 306–307)
Bunlar, adı geçenler ve benzeri ülkelerde yaşanmış binlerce utanç vakasından yalnızca birkaçı.
Bugün, Ortadoğu ve Kuzey Afrika denildiğinde ilk akla gelen Araplar ve Müslümanlar oluyor. Ancak bu toprakların gerçekte Musevilerin de binlerce yıllık anayurdu olduğundan, onların binlerce yıllık medeniyetinin izlerini, eserlerini barındırdığından bugünkü nesillerin çoğunun haberi bile yok.
Örneğin Mizrahim Musevileri, yaklaşık 4.000 yıldan bu yana bölgeyi hiç terk etmemiş yerli halk olarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da yaşıyor. Bunun yanısıra M.Ö 586'da Babillilerin İsrail topraklarını ele geçirmesiyle komşu ülkelere sürgün edilen Musevilerin büyük bölümü de bugünkü Irak, İran, Suriye, Mısır, Yemen gibi ülkelere yerleşerek binlerce yıldır yaşamaya devam etmişlerdir.
Bu anlamda Museviler, bölgeye Araplardan bile yüzlerce yıl önce gelip yerleşmişlerdir. Dolayısıyla bölgenin en az Araplar kadar yerli halkı olan Musevileri atalarının yaşadıkları bu topraklardan sürgün etmenin hiçbir hak, hukuk, dini ve vicdani anlayışla ilgisi olamaz. Onlara eziyet etmenin, aşağılamanın, öldürmenin, ibadetlerini engellemenin, sinagoglarını yakmanın ise ne İslam'la ne Kuran'la ne de insanlıkla bir ilgisi vardır. Hatta bunlar Kuran’a tamamen zıt ve ayetlerde kınanan eylemlerdir.
Kuran'da, Musevilere iyilik yapılması ve adaletli davranılması emredilir (60/8); içlerinden iyilik yapanlar için bir korku ve üzüntü olmayacağı bildirilir (5/69); aralarındaki emanetlerini titizlikle koruyan, Allah'a derin saygı gösteren imanlı, samimi dindarlar övülür (3/199); yemeklerini yemek, kızlarıyla evlenmek Müslümanlara helal kılınır (5/5); ibadethaneleri Allah tarafından koruma altına alınır (22/40), inanç ve ibadetlerinde serbest bırakılırlar(29/46). Dolayısıyla, yukarıda saymış olduğumuz zulüm, düşmanlık ve sapkın uygulamaları İslam'a maletmek de aynı şekilde büyük bir zulüm ve iftira olacaktır.
Musevi toplumundan örnek vererek bahsettiğimiz tüm zulüm ve haksızlıklar, Kuran'dan bütünüyle uzak bağnaz zihniyetin ve yine Kuran'ın lanetlediği ırkçı bir sapkınlığın çirkin sonuçlarındandır. Her kim olursa olsun, insanların hak ve özgürlüklerini elde etmeleri, zulüm ve haksızlığa uğramamaları için tüm bu ve benzeri sapkınlıkların kökeni olan radikalizm ve bağnazlığa karşı Kuran'la ilmi bir mücadele yürütülmesi şarttır. Hangi din, dil ya da ırktan olursa olsun tüm mazlumların ezilmesini engelleyecek olan bu fikri mücadele Kuran'ı rehber edinen samimi Müslümanların ve elbette ki tüm inananların üzerlerine düşen çok önemli bir görevdir.
Adnan Oktar'ın The Jakarta Post'ta yayınlanan makalesi:
http://www.thejakartapost.com/news/2017/07/28/the-unspoken-mideast-refugees-jews.html