Türkiye’nin başkentinde, barış için toplanmış insanların arasında üç saniye arayla kendini havaya uçuran iki canlı bomba... Bilanço, Türkiye tarihinin karşılaştığı en büyük terör eylemini ortaya çıkardı. Yüze yakın vatandaşımızın korkunç şekilde katledildiği bu olay, yıllardır terör ile yaşayan bir ülke için bile çok büyüktü.
Ankara’daki bu korkunç olay, tıpkı öncesinde gerçekleşen Diyarbakır ve Suruç katliamları gibi isimsiz bir eylemdi. Saldırganın resmi olarak bilinmemesi, ülkenin son yıllarda içine düştüğü kutuplaşmayı besleyen bir başka faktör oldu. Yazarlar ve siyasetçiler, çoğunlukla savundukları ve karşı oldukları siyasi fikirlere göre tanımladılar saldırganı. Ve bu algı mühendisliğini kullanarak, tekrar sonuçsuz bir kavgaya başladılar.
Oysa Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük saldırısının failini anlayabilmek için temel bilimsel analizlere başvurmak yeterlidir. Bir eylemin niteliği, sonucu, hedeflediği kitle ve etki alanı, o eylemi kimin gerçekleştirdiği konusunda çok kapsamlı bilgi verir. Elbette bu veriler dikkate alınırken, ülkenin tarihini de beraber değerlendirmek gerekir. Bir terör ülkesi, tecrübeli bir ülkedir. Dolayısıyla geçmiş tecrübeleri gerçekleşen pek çok olayı anlamak için aydınlatıcı birer deneyimdir.
Bu tecrübeleri değerlendirelim:
Türkiye, pek çok İslam ülkesinin aksine, 40 yıldır, radikal terörden ziyade komünist terör ile boğuşuyor. Bu yüzden tecrübeleri diğer ülkelerden farklı. Radikal teröristler, yaptıkları eylemleri özellikle ve açıkça üstlenirler; fakat komünist terör kimi zaman hedef şaşırtmak ister ve gizlenir. Radikal terörde intihar eylemcileri cennete kavuşmayı uman birer gönüllüdürler; komünist terörde ise kimi zaman şahısların üzerine patlayıcı yerleştirilir ve bu patlayıcılar -Ankara saldırısında olduğu gibi- uzaktan kumanda ile patlatılır.
Türkiye’nin geçmişinde, belli dönemlerde belli terör örgütleri devreye girmiş olsa da, asıl çatışma daima PKK ile olmuştur. Bu komünist terör örgütü, tarihi boyunca daima “son çare” olarak metropolleri kullanmıştır. Yenildiğini ve taraftar kaybettiğini anladığı anda aleni saldırıları bir kenara bırakır. Ateşkesi barışın değil savaşın taktiği olarak gören Mao gibi, önce ateşkesten bahseder, sonra isimsiz kanlı eylemler yapar. Bu isimsiz eylemler, genellikle kendi taraftarlarına, kendi sempatizanlarına ve ideolojik birliktelik içinde olduğu kişilere yöneltilir. Amaç, Marksist odakları uyandırıp galeyana getirebilmek, böylelikle taraftar toplayabilmek ve asıl suçu devletin üzerine atabilmektir.
Uzaktan patlatılan intihar bombacılarına, saldırı ile aynı gün vaat edilen ateşkese, hedeflenen kitleye ve saldırı sonrası suçlanan odaklara bakıldığında karşı karşıya olduğumuz Ankara katliamının da PKK’nın tanıdık eylemlerinden biri olduğunu görmek zor değildir.
Bunun tarihte şahit olduğumuz örnekleri vardır. Geçmişte kan kaybettiği dönemlerde PKK, Marksistlerin buluşma yerlerinde defalarca bombalı eylemler yapmış ve ardından masum rolü oynamıştır. Ne ilginçtir ki bu eylemler, daima bir ateşkes vaadinin ardından gelen eylemler olmuştur. PKK terör örgütünün tarihi boyunca kendi yoldaşlarını göz kırpmadan öldüren bir mafya örgütü olduğunu da unutmamak gerekir. Şimdiye dek 17 bin kişi, PKK’nın iç infazlarıyla katledilmiş ve hepsinin ardından halaylar çekilmiştir. Dolayısıyla kendi taraftarını öldürmek, PKK’nın çok iyi bildiği ve sistematik uyguladığı bir şeydir.
Şu anda Türk siyaseti içinde PKK’nın açıkça desteğini alan bir parti var. Dolayısıyla PKK, hedeflerine, siyasete etki ederek de ulaşabileceğini düşünmekte ve desteklediği partinin, sadece iki hafta sonra gerçekleşecek seçimlerde başarı kazanacağı bir ortamı istemektedir. Bunu sağlamak için öncelik ise devletin suçlu hale getirilmesidir. Kanlı bir eylem gerçekleştirip sonra adres şaşırtarak bunu sinsice yapabilmektedir. Hatta bunun sonucunda, kendisine destek verenlerin katledildiğini iddia ederek kendini mazlum konuma dahi getirebilmektedir.
Komünist terörün bu sinsi taktiği bu kadar açıkken, ülkemizde gerçekleşen kutuplaşma, pek çoklarının bu oyunu görememesine sebep olmakta ve Türkiye’de pek çok kesim, yeniden, PKK ile mücadele konusunda zaman kaybetmektedir.
Alınacak önemli birkaç önlem vardır. Birincisi ülke içinde çeşitli aydın kesimlerin, sırf hükümet karşıtlığı nedeniyle PKK’ya üstü kapalı şekilde destek çıkmasının önüne geçilmelidir. Bu, ancak toplum içindeki kutuplaşmaların ılımlı bir dille ortadan kaldırılması ve PKK’nın gerçek hedefinin kapsamlı olarak gözler önüne serilmesiyle mümkün olabilir. İkincisi bu kutuplaşma dilinin siyasiler arasında da sona ermesinin sağlanmasıdır. HDP, PKK’nın açık destek verdiği bir parti olarak riskli durumdadır. Fakat Meclis’teki diğer partilerin, mutlaka azami müşterekte buluşmaları ve 1 Kasım seçimlerinin ardından mutlaka hızla koalisyon hükümeti kurarak, 7 Haziran’daki genel seçimlerden beri devam eden zaman ve istikrar kaybını telafi etmeleri gerekmektedir. Fakat bunu yaparken, söz konusu koalisyonun öncelikli şekilde PKK’ya yönelik bir çalışmaya yönelmesi gerekmektedir. Türkiye’yi Suriye savaşına dahil etmek için sürdürülen bir kısım derin devlet politikalarına tevessül etmemeli, hedefini şaşırmamalıdır.
PKK, küçük bir grup halinde kurulduğu 1978 yılından beri Türkiye için bir beladır ve şu anda hükümetle masaya oturabilecek kadar güçlenmiş bir veba halini almıştır. Dolayısıyla bu vebanın daha fazla inisiyatif elde etmeden, daha fazla kanlı eylemler gerçekleştirip masum rolü yapmadan, bilimsel ve ilmi yollarla durdurulması gerekmektedir. Eğer Türkiye, bu konuda bir çalışma yapmayıp, PKK’nın hedef şaşırtma yöntemlerine kanacak olursa; asıl tehlikeyi bir kenara bırakıp, yanlış teşhis koyup başka belaların kapısını açacak olursa, bunun oldukça vahim sonuçları olabilir. Bu hedef şaşırma nedeniyle terör örgütlerinin devletlere istediklerini yaptırabildiklerini, hatta onları çatışmalara sürükleyerek zayıflatabildiklerini unutmamak gerekir.