Haçlılar, Tapınak Şövalyeleri ve Selahaddin Eyyubi'nin Adaleti
ucgen

Haçlılar, Tapınak Şövalyeleri ve Selahaddin Eyyubi'nin Adaleti

39196

Sinemalarda gösterime giren "Cennetin Krallığı" filmi ortaçağın Avrupa için karanlık bir dönemini konu alıyor. Bu dönemi Kudüs'ün haçlı orduları tarafından işgali, ardından yaşanan vahşetler, Tapınak Şövalyeleri'nin kuruluşu ve büyük kumandan Selahattin Eyyubi'nin önderliğin'de kazanılan Hıttin Savaşı ve Kudüs'ün geri alınması olarak özetleyebiliriz. Bir çok tarihçi filmi tarihi gerçeklere yakın olarak değerlendirse de bu yazı dizimizde tarihin bu karanlık dönemini bir kez daha detayları ile incelemek istiyoruz.

Haçlı Seferlerinin İç Yüzü

Haçlı Seferleri her ne kadar Hıristiyan inancının bir ürünü olarak bilinse de, aslında temeli bütünüyle maddi çıkarlara dayalı olan savaşlardır. Avrupa'nın büyük bir yoksulluk ve sefalet içinde yaşadığı bir devirde, Doğu'nun ve özellikle de Ortadoğu'daki Müslümanların refah ve zenginliği, Avrupalıları özellikle de Kilise'yi cezbetmiştir. Bu cazibenin, Hıristiyanlığın dini öğretileriyle de süslenmesi sonucunda, dini görünüm altında, fakat gerçekte dünyevi amaçlara yönelik bir "Haçlı" zihniyeti ortaya çıkmıştır.

Haçlı Seferleri'nin başlangıç noktası, 1095 yılının Kasım ayında, Papa II. Urban'ın başkanlığında ve üç yüz din adamının katılımıyla gerçekleşen Clermont Konseyi oldu. Papa II. Urban bu konseyde, Hıristiyanlardan kendi aralarındaki çekişme ve savaşları bırakmalarını istedi; zengin, fakir, "asil", "köylü" herkesi tek bir bayrak altında birleşmeye ve "kutsal toprakları Müslümanların elinden kurtarmak için" savaşmaya çağırdı. Ona göre bu, "kutsal bir savaş" olacaktı.

Tarihçilerin iyi bir hatip olarak tanımladığı II. Urban'ın amacı, Hıristiyanları, Müslüman Türklere ve Araplara karşı kışkırtmaktı; bunda da başarılı oldu. Doğu'daki Hıristiyanların zor durumda olduğunu, hacıların taciz edildiğini ve engellendiğini, Hıristiyanlarca kutsal sayılan yerlere saygısızlık edildiğini iddia etti. (Encyclopedia Britannica 2001 Deluxe Edition CD, "Crusade, The Council of Clermont".) Elbette bunlar gerçeklere tamamen aykırıydı.

Zira tarihçilerin de ifade ettikleri gibi, o dönem, Müslümanlar Ehl-i Kitaba büyük bir hoşgörü ve adaletle davranıyor, her türlü ibadetlerine de izin veriyorlardı. Kutsal topraklarda yaşayan tüm azınlıklar İslam ahlakının getirdiği bu huzurlu ortamdan faydalanıyorlardı.

Tarihin akışına etki edecek bu çağrı "olağanüstü" yankı uyandırdı. Kısa sürede hem profesyonel savaşçıların hem de on binlerce sıradan insanın katıldığı dev bir "Haçlı Ordusu" oluştu.

Papa'nın çağrısına heyecanla tabi olan Avrupalı krallar, prensler, aristokratlar veya diğer insanlar da aslında temelde dünyevi niyetlerle bu savaş çağrısını kabullenmişlerdi. "Fransız şövalyeleri daha fazla toprak ummuş, İtalyan tacirleri Doğu Avrupa limanlarında ticareti büyütmeyi hayal etmiş, çok sayıdaki yoksul insan da, sadece gündelik sıkıntı ve zorluklarından kaçabilmek için bu seferlere katılmıştı." (World Book Encyclopedia, "Crusades", Contributor: Donald E. Queller, Ph.D., Prof. of History, Univ. of Illinois, Urbana-Champaign, World Book Inc., 1998.) Nitekim bu aç gözlü kitle, yol boyunca pek çok Müslümanı -ve hatta Yahudiyi- sırf "altın ve mücevher bulma" hayaliyle öldürdü. Hatta Haçlılar, öldürdükleri insanların karınlarını deşerek, "ölmeden önce yuttuklarına" inandıkları altın ve değerli taşları araştırıyorlardı. Haçlıların maddi hırsı o kadar büyüktü ki, IV. Haçlı Seferi'nde Hıristiyan Konstantinopolis'i (yani İstanbul'u) dahi yağmalamaktan çekinmemişler, Ayasofya'daki Hıristiyan fresklerinin altın kaplamalarını sökmüşlerdi.

Haçlı Barbarlığı

İşte kendilerine "Haçlılar" denen bu güruh, üç büyük grup halinde 1096'nın yaz aylarında yola çıktılar; farklı rotaları izleyerek Konstantinopolis'de bir araya geldiler. Bizans İmparatoru I. Alexius'un elinden gelen desteği verdiği bu topluluk, yaklaşık 4.000 atlı şövalye ve 25.000 yaya askerden oluşmaktaydı. (Encyclopedia Britannica 2001 Deluxe Edition CD, "Crusade, Preparations for the Crusade".)

Haçlılar yol boyunca pek çok yeri yakıp-yıktıktan, pek çok Müslümanı kılıçtan geçirdikten sonra 1099 yılında Kudüs'e vardılar. Yaklaşık 5 hafta süren uzun bir kuşatmanın ardından şehrin düşmesiyle kente girdiler. Bir tarihçinin ifadesiyle, "Buldukları tüm Arapları ve Türkleri öldürdüler... Erkek veya kadın, hepsini katlettiler." (Geste Francorum, or the Deeds of the Franks and the Other Pilgrims to Jerusalem, trans. Rosalind Hill, London, 1962, s. 91.)

Kudüs'e giren Haçlılar karşılaştıkları herkesi akla hayale gelmez işkencelerle öldürdüler, kılıçtan geçirdiler; buldukları herşeyi yağmaladılar. Camilere sığınan masum insanları çoluk çocuk, genç yaşlı demeden katlettiler, Müslümanların ve Yahudilerin kutsal mabetlerini tahrip ettiler. Şehrin sinagogunda saklanan Yahudileri, sinagogu ateşe vermek suretiyle yaktılar. Eşine az rastlanır bu barbarlık şehirde öldürecek kimse kalmayıncaya kadar devam etti. (Dr. E.L. Skip Knox, "Fall of Jerusalem", 2001)

Araştırmacı Desmond Seward ise, The Monks of War (Savaşın Rahipleri) isimli kitabında bu vahşeti şu şekilde tasvir ediyordu:

"Temmuz 1099'da Kudüs ele geçirildi. Yağmalamanın vahşiliği, Kilisenin soydan gelen içgüdüleri Hıristiyanlaştırmakta ne kadar az başarılı olduğunu ortaya koyuyordu. Kutsal kentin tüm nüfusu kılıçtan geçirildi; Yahudiler, Müslümanlar, erkek, kadın ve çocuk toplam 70.000 kişi üç gün süren bir soykırımda katledildiler. Bazı yerlerde askerler ayak bileklerine kadar yükselen kan gölü içinde yürüdüler ve sokaklarda gezen atlıların üzerlerine kan sıçradı." (Desmond Seward, The Monks of War, Penguin Books, London, 1972.)

Bir tarihi kaynağa göreyse, Haçlıların vahşice öldürdüğü Müslümanların sayısı yaklaşık 40.000'dir. Her ne kadar öldürülenlerin sayısına ilişkin rakamlarda farklılıklar olsa da, Haçlıların kutsal topraklarda yaptıkları büyük bir barbarlık örneği olarak tarihte yerini almıştır.

Birinci Haçlı Seferi, 1099 yılında Kudüs'ün düşmesi ve yaklaşık 460 yıldır Müslümanların egemenliği altında bulunan toprakların Hıristiyanların eline geçmesiyle sonuçlandı. Haçlılar, Kudüs'ü kendilerine başkent yaptılar ve sınırları Filistin'den Antakya'ya kadar uzanan bir Latin Krallığı kurdular.

Bu tarihten sonra Haçlıların Ortadoğu'da tutunabilme mücadelesi başladı. Kurdukları devleti ayakta tutabilmek için örgütlenmeleri gerekiyordu. Bu nedenle daha önce benzeri bulunmayan "askeri tarikatlar" kuruldu. Bu tarikatların üyeleri, Avrupa'dan Filistin'e göç edip, burada bir tür manastır hayatı yaşıyor, bir yandan da Müslümanlara karşı savaşmak üzere askeri eğitim görüyorlardı.

İşte bu tarikatlardan biri, diğerlerinden farklı bir yol tuttu. Ve tarihin akışına etki edecek bir değişim yaşadı. Bu tarikat, "Tapınakçılar" tarikatıydı.

Tapınakçıların Gerçek Yüzü

Tapınakçılar, Haçlıların Kudüs'ü ele geçirmelerinden ve bir Latin Krallığı kurmalarından yaklaşık 20 yıl sonra tarih sahnesine çıktılar. 1118 yılında kurulan ve herkesçe tanınan adı "Tapınakçılar" veya "Tapınak Şövalyeleri" olan bu tarikatın tam ismi "İsa'nın ve Süleyman Tapınağı'nın Yoksul Şövalyeleri" idi. Ortaçağ Avrupasının en güçlü, en etkili ve hakkında en çok konuşulan örgütlerinden biri olacak bu tarikatın kuruluşu Kudüs'te sessiz sedasız gerçekleşti.

Tapınakçılar dönemin Kudüs Kralı II. Baldwin'in huzuruna çıktılar ve Birinci Haçlı Seferi'nin ardından Kudüs'e akın eden Hıristiyan hacıların mallarını ve canlarını koruma işine talip olduklarını belirttiler. Kral Tapınakçılar'ın ilk "Büyük Üstadı" olan Hugues de Payens'i yakından tanıyordu. Kendilerine büyük destek verdi; aynı zamanda onlara bir zamanlar Süleyman Tapınağı'nın yer aldığı (Mescid-i Aksa'yı da kapsayan) bölgeyi tahsis etti. Müslümanların Kudüs'ü geri almasına kadar geçen 70 yıl süresince "Tapınak Tepesi", Tapınakçılar'ın merkezi oldu. Kendilerine "Süleyman Tapınağı" ile bağlantılı bir isim verilmesinin nedeni de işte buydu. Özellikle burasını kendilerine üs olarak belirlemeleriyse rasgele bir seçim değil, bilinçli bir tercihti. Tapınak, Hz. Süleyman'ın gücünün bir simgesiydi.

Kurucu şövalyelere göre, bir araya gelmelerinin, diğer bir deyişle bu tarikatı kurmalarının amacı, kutsal toprakların ve Hıristiyan hacıların güvenliğini sağlamaktı. Ancak Tapınakçılar'ın gerçek amacı çok farklıydı.

Tapınakçılar'ın Amacı

Masonluğun en tanınmış isimlerinden biri olan 33. dereceden büyük üstad Albert Pike (1809-1891), masonluğun temel eserlerinden biri kabul edilen Morals and Dogma (Ahlak ve Dogma) adlı kitabında, Tapınakçılar'ın gerçek amacını şöyle açıklamıştır:

"1118'de, aralarında Geoffroi de Saint-Omar ve Hugues de Payens'in bulunduğu, Doğu'daki dokuz haçlı şövalyesi kendilerini dine adadılar ve Photius zamanından beri Roma'nın dinsel otoritesine gizli ya da açık daima düşmanlık gösteren bir Piskoposluk olan Constantinople'nin Patriğinin önünde ant içtiler. Tampliyelerin ilan edilen görevi, kutsal yerleri ziyarete gelen Hıristiyanları korumaktı. Gizli amaçları ise, Ezekiel'in haber verdiği modele uygun olarak Süleyman Mabedi'ni yeniden inşa etmekti... Tapınakçılar, en baştan beri Roma'nın (Papalık) ve onun krallarının egemenliğine karşıydı. Amaçları, zenginlik ve güç elde etmek ve gerekirse savaşarak Kabalistik dogmayı yerleştirmekti." (Albert Pike, Morals and Dogma, The Roberts Publishing Co., Washington, 1871.)

Tapınakçılar Hıristiyan bir dünyada doğmalarına, Hıristiyan kökenden gelmelerine rağmen, Hıristiyanlıktan tamamen farklı bir inanca ve felsefeye bağlanmalarına neden olan, onları sapkın ayinlere, kara büyü ritüellerine yönelten bir "kaynak" vardır İşte bu kaynak, pek çok tarihçinin ortak görüşüyle, Kabala'dır.

Kabala, kelime anlamıyla "sözlü gelenek" demektir. Ansiklopedilerde veya sözlüklerde, Yahudi dininin mistik, ezoterik (batıni) bir kolu olarak tarif edilir. Bu tanıma göre, Kabala, Tevrat'ın ve diğer Yahudi dini kaynaklarının gizli manalarını araştıran bir öğretidir. Ancak konuyu biraz daha yakından incelediğimizde, karşımıza daha farklı gerçekler çıkmaktadır. Bu gerçeklerin bizi ulaştırdığı sonuç ise, Kabala'nın, Yahudiliğin temeli olan Tevrat'tan da önce var olan, Tevrat'ın vahiy edilmesinden sonra Yahudiliğin içinde yayılan, "pagan" yani putperest kökenli bir öğreti olduğudur. (Bu konuda detaylı bilgi için Harun Yahya'nın Yeni Masonik Düzen ve Global Masonluk isimli eserlerine bakınız.)

Kabala, binlerce yıldır hemen her türlü büyü ritüelinin temel taşlarından birini oluşturmuştur. Yahudi olmayan pek çok insan da Kabala'nın gizeminden etkilenmiş, bu öğretiyi kullanarak büyü ile uğraşmıştır. Tapınakçılar da bunlardandır; "büyü gücüne sahip olmak" için Kabala üzerinde çalışmalar yapmışlardır. Bu görüş, konuyu araştıran pek çok araştırmacı tarafından paylaşılmaktadır. (Alan Butler, Stephen Dafoe, The Templar Continuum, Templar Books, Belleville-Ontario, 1999, s. 70.)

Tarikatın Gelişimi

Tapınakçılar örgütü kısa bir süre sonra yeni katılımlarla hızla büyümeye başladı. 1120'de Foulgues d'Angers, 1125 yılında Champagne Kontu Hugo Tarikat Şövalyesi oldular. Tarikatın gizemli havası ve mistik öğretisi pek çok Avrupalı "asil"in ilgisini çekmişti. Bu gelişim, tarikatın 1128 yılındaki Troyes Konseyi'nde Papalık tarafından resmen tanınmasıyla daha da hız kazandı. (Finke, Papsttum und Untergang des Tempelordens; Henry D. Funk, "The Trial Of The Knights Templar", The Builder, 1916.)

Tapınakçılar'ın gerek örgütlenmesinde gerekse ilerlemesinde en çok katkısı olan kişi Saint Bernard'dı. Saint Bernard (1090-1153) henüz 25 yaşında Clairvaux Manastırı'nın Başrahibi olmuş, Katolik Kilisesi içerisinde yükselmiş, Hıristiyan dünyasının sözcüleri arasında yerini almış, hatta Fransa Kralı ile Papa'ya sözü geçer duruma gelmişti. Şunu da eklemek gerekir ki Saint Bernard, Tapınakçılar örgütünün kurucularından Andrew de Montbard'ın kuzeniydi. Tapınak Şövalyeleri'nin nizamnamesini, kendi mensubu olduğu Cistercian mezhebinin ilke ve kuralları doğrultusunda kaleme aldı. Diğer bir ifadeyle Tapınakçılar onun belirlediği ilkeleri kendilerine rehber edindiler. Ancak şunu özellikle belirtmek gerekir ki, bunların bir kısmı sadece kağıt üzerinde kaldı, hayata geçirilmedi. Tapınakçılar Kilise tarafından yasaklanan işleri yapmaktan çekinmediler.

Bernard'ın desteğinin ne kadar etkili olduğu bir kaynakta şöyle ifade edilmektedir:

"Bernard'ın belgesi, De Laude Novae Militae (Yeni Şövalyeliğe Şükran), Christendom'un bir ucundan diğer ucuna kasırga gibi geçti, hemen ardından Tapınakçı askerlerin sayısı arttı. Aynı zamanda Avrupa'nın kralları ve baronlarından bağışlar, hediyeler Tapınakçılar'ın kapısına düzenli olarak ulaşıyordu. Şaşırtıcı bir süratle, dokuz şövalyeden oluşan küçük grup, Tapınakçılar Şirketi'ne dönüştü." (Alan Butler, Stephen Dafoe, The Templar Continuum, Templar Books, Belleville-Ontario, 1999, s. 55.)

Kısacası onun sayesinde Tapınakçılar benzeri görülmemiş ayrıcalıklara sahip oldular; diğer dini tarikatlara tanınmayan imtiyazlar elde ettiler. Bu konudaki araştırmalarıyla tanınan Alan Butler ve Stephen Dafoe'nin ifadesiyle, "Ortaçağ'ın en başarılı askeri, ticari ve mali organizasyonlarından biri" oldular. Kutsal topraklardan Avrupa'ya kadar her yerde bir "efsane" olarak dilden dile dolaşmaya başladılar. Örgüt kısa bir zaman diliminde, dokuz şövalyeden iyi eğitimli on binlerce çalışana ve muazzam bir sermayeye sahip dev bir şirkete dönüştü: "Yeni üyeler, para ve arazi teklifleri her yerden akmaya başladı. Kısa zamanda inşa edilen pek çok kale, çiftlik ve kilise, Tapınak Şövalyeleri ve hizmetçileri tarafından kullanıldı. Tapınakçılar gemileri teçhiz ettiler, hem ticaret hem de savaş gemileri filosu oluşturdular. Zamanla dönemlerinin en tanınmış savaşçıları, seyyahları, bankerleri ve finansörleri oldular." (Alan Butler, Stephen Dafoe, The Templar Continuum, Templar Books, Belleville-Ontario, 1999)

"Hıristiyan Tefeciler"

Tapınakçılar Tefecilik kesinlikle yasak olmasına rağmen faizle ödünç para vermekten çekinmiyorlardı. Seyahat etmek 12. yüzyılda oldukça tehlikeli bir işlemdi. Herhangi bir yolculuk sırasında hemen her an haydutlarla karşılaşma olasılığı söz konusuydu. Ticaret için gerekli olan para ve değerli madenlerin transferi de bu yüzden tehdit altındaydı. Tapınakçılar işte bu konjoktürden faydalanarak büyük paralar kazandılar. Keşfettikleri sistem şöyle işliyordu: Londra'dan Paris'e gitmek isteyen bir tüccar, öncelikle bu örgütün Londra'daki merkezine başvuruyor, parasını yatırıyor, karşılığında da şifreli bir not alıyordu. Paris'e vardığında ise, Tapınakçılar'ın buradaki merkezine gidiyor ve belirli bir faiz bedeli ödedikten sonra parasını çekiyordu.

Tapınakçıların ekonomik boyutu, Michael Baigent ve Richard Leigh'in birlikte yazdıkları The Temple and the Lodge (Tapınak ve Loca) adlı kitapta da vurgulanıyor. Yazarlar, "modern bankacılığın kökeninin Tapınakçılar olduğunu", % 60'a varan faiz oranlarıyla borç veren örgütün "Avrupa'daki servetin büyük bir bölümünü elinde bulundurduğunu", Fransız ve İngiliz saraylarının örgüte büyük miktarlarda borçlandıklarını bildiriyorlar. Kitapta örgütün ekonomik rolü ile ilgili olarak şöyle deniyor: "Hiçbir Ortaçağ kurumu kapitalizmin yükselişine Tapınakçılar kadar katkıda bulunmamıştır." (Michael Baigent, Richard Leigh, The Temple and the Lodge, London: Corgi Books, 1990, s. 81.)

Tapınakçıların Sonu Masonluğun Başlangıcı

Gerçekten de tarikat tam bir özerklik kazanmıştı. Krallara, imparatorlara ya da piskoposlara karşı sorumlu değillerdi. Yalnızca Papaya karşı sorumlulukları vardı. Zenginlikleri günden güne artmaya başlamıştı. Kuruldukları günden, Akka'nın düşüşüne kadar Kutsal topraklarda çok büyük güç kazandılar. Avrupa'dan Filistin'e gelen Hıristiyan hacıların ve yüklerin rotası tamamen bu tarikatın kontrolündeydi. 1147 yılına gelindiğinde sadece Kudüs'te 700 şövalye, 2400 hizmetli ve o dönemde bilinen dünyanın bütün önemli noktalarına yayılmış 3468 adet şato vardı. Hem denizde, hem karada önemli ticaret yolları ve merkezleri oluşturmakla kalmamış, birçok savaşa katılarak ganimetler ve Avrupa devletleri arasında politik güç elde etmişlerdi. Devlet içinde devlet görüntüsü veren Tapınakçılar o kadar güçlüydüler ki, anlaşmazlıklarda veya krallar arasındaki çatışmalarda bile hakem olarak görev alıyorlardı.

13. yüzyılda 20 bini şövalye olmak üzere toplam 160 bin Tapınakçı olduğu tahmin edilmektedir. Elbette o günün şartlarında bu büyük bir rakamdır.

Örgütün Yapısı

Tapınakçıların en dikkat çekici özelliği, gizliliğe son derece önem vermeleriydi. Kuruluş ile kapanış arasında geçen iki yüzyıl boyunca, bu ilkelerinden asla taviz vermediler. Bu ise akla, mantığa ve sağduyuya ters bir durumdu. Çünkü böyle bir gizlilik için hiçbir neden yoktu. Eğer söyledikleri gibi Katolik Kilisesi'ne bağlılarsa, zaten o dönemlerde Avrupa tamamen Katolik Kilisesi'nin egemenliği altındaydı.

Tapınak Şövalyeleri'nin kendi içlerinde uyulması gereken ve başka hiçbir yerde olmayan sıkı disiplin kuralları vardı. Her şeyden önce çok katı bir emir komuta zinciri vardı. Bu, Tampliye Tüzüğü'nde, "Üstad ya da onun yetkilendirdiği kişi emrederse, sanki Tanrı'dan gelen bir emirmiş gibi hemen yerine getirilmelidir" şeklinde ifade ediliyordu.

Kıyafetleri de kendilerine özgüydü. Zırhlarının üzerine, kırmızı renkli büyük bir haç işlenmiş, uzun beyaz bir elbise giyerlerdi. Her şey tarikatın malıydı. Bir Tapınakçının kişisel mal varlığı yoktu. Atlar, gemiler, silahlar, çiftlikler, ürünler, kaleler ve her türlü mal varlığının tamamının sahibi tarikat idi.

Bu tarihi örgütün dikkat çekici diğer bazı kuralları ise şunlardı: Evlenmek, aile sahibi olmak ve akrabalarla iletişim kurmak yasaktı. Kimsenin kendine özel bir hayatı olamazdı.1 Yemeklerini topluca yerlerdi. Tapınak Şövalyeleri'nin mühründe, aynı ata binmiş iki kişi olarak tasvir edildiği gibi ikili gruplar halinde dolaşırlardı. Bu iki şövalye her şeyi ortak kullanır, aynı kaptan yemek yerdi. Birbirlerine "kardeşim" şeklinde hitap ederlerdi.

Kişisel bakım ve temizlik yapmayı küçük düşürücü ve utanç verici olarak değerlendirirlerdi. Bu nedenle nadiren yıkanır, tozlu ve kirli kıyafetlerle, sıcağın ve zırhın etkisiyle terlemiş, pis bir halde dolaşırlardı.

Tapınakçıların Sapkın İnançları ve Sonu

Eldeki belgeler ve yapılan suçlamalar Tapınakçılığın sıradan bir şövalye tarikati olmadığını ortaya koymaktaydı. Tarikata kabul töreni sırasında yeni adayların kurallara göre Allah'ı, Hz. İsa'yı ve azizleri reddetmeleri, Hz. İsa ve kutsal değerler üzerine birçok saygısızlık yapmaları, haça tükürmeleri ve idrarlarını yapmaları, daha eski olan Tapınak şövalyeleri tarafından ağızlarından, göbeklerinden ve kalçalarından, "Oscolum Infame" ya da "Utanç öpücüğü" adı verilen yöntemle öpülmeleri, homoseksüelliğin ve cinsel sapıklıkların serbest bırakılması, büyük üstadın her türlü yetkiye sahip olması, Kabala sembolizmine ve büyü törenlerine baş vurmaları tarikatın, Hıristiyanlıktan çıkarak, bütünüyle sapkın bir tarikata dönüşmüş olduğunun açık delilleriydi.,

Cinsel sapkınlıklarının yanı sıra tapınakçıların diğer gizli bir yönü daha ortaya çıkmıştır. Tapınakçılar kendi aralarında yaptıkları törenler sırasında bir tür idole tapındıklarını itiraf etmişler, bunun ne olduğu ilk başta anlaşılmamış olsa da, sorgulamalar devam ettikçe tapınak şövalyelerinin açık açık şeytana taptıkları ortaya çıkmıştır. Tapınakçıların taptıkları put, daha sonra Şeytan Kilisesi'nin de sembolü olacak olan Baphomet adlı keçi başlı şeytanın sembolik figürüdür. Tapınakçıların hemen hepsi, sorgu sırasında Baphomet'ten bahsetmiş ve ona taptıklarını itiraf etmişlerdir. Tapınak şövalyelerinin taptıkları Baphomet isimli şeytan, o tarihten bugüne kadar şeytana tapmanın sembolü haline gelmiştir.

Sorgular sonucunda ortaya çıkan gerçekler, bu sapkın tarikatın yasaklanmasına ve büyük üstad Jacques de Molay'ın 1314'de haç üzerinde yakılarak idam edilmesine yol açmış, farklı ülkelere kaçmayı başarmış olan Tapınakçılar dahi takibata uğramışlardır.

Sonuçta, 1312'de toplanan Viyana Konsülü'nün kararıyla Tapınakçılık tüm Avrupa'da yasaklanmış, yakalanan üyeleri cezalandırılmıştır. Papa V. Clement'in 22 Mart 1312'de yayınladığı ve tarihe "Vox in excelso" adıyla geçen fermanıyla tarikat dağıtılmış ve -kağıt üzerinde- resmi olarak tarihten silindiği kabul edilmiştir

Oysa ki tarihin ilerleyen dönemlerinde anlaşılacağı gibi Tapınakçılar, ortadan kalkmamış, bilakis, atıl ve güçsüz mason localarına girmiş, Gül-Haç örgütünü kurmuş, örgütlemiş, güç kazandırmış, kendi amaçlarına hizmet eden korkunç bir silah haline getirmişlerdir. Tapınakçılar, masonluğun bir parçası veya bir yönü değildir, ayrıca masonların iddia ettiği gibi, "masonluk biraz da Tapınakçılıktan etkilenmiş" de değildir. Masonluk, sembolleriyle, tarihiyle, amaçlarıyla, farklı ada sahip bir Tapınakçı yuvası olmuştur. Masonluk tarihinin Hz. Süleyman Tapınağı'na bağlanması, temel sembol olan Hiram Usta ve duvarcılık mesleği, Kabalaya dayalı mistik sembollerin kullanımı, şövalye örgütlenmesinin aynen adaptasyonu, tören, yemin, kıyafet, derecelendirme kurallarının Tapınakçıların nizamnamesine göre hazırlanması, ve daha sayısız delil, Tapınakçı-mason özdeşliğini kanıtlamaktadır.

Selahaddin Eyyubi'nin Adaleti

Barbar Haçlı ordusu, Kudüs'ü kendisine başkent yaptı ve sınırları Filistin'den Antakya'ya kadar uzanan bir Latin Krallığı kurdu. Ancak bu krallığın ömrü fazla uzun olmayacaktı. Ortadoğu'daki tüm Müslüman emirlikleri birleştiren Selahaddin Eyyubi, 1187'deki Hıttin Savaşı'nda tüm Haçlı Ordusunu bozguna uğrattı. Savaşın ardından Haçlı ordusunun iki kumandanı, Reynald de Chatillon ve Kral Guy, Selahaddin Eyyubi'nin huzuruna çıkarıldı. Selahaddin Eyyubi, daha önce Müslümanlara karşı uyguladığı korkunç vahşetlerle ünlenmiş olan tapınakçı Reynauld of Chatillon'u idam etti, ancak aynı suçları işlememiş olan Kral Guy'u serbest bıraktı. Filistin toprakları bir kez daha adaletin ne olduğu görüyordu.

Selahaddin Eyyubi Hıttin'ın hemen ardından -tam da Peygamberimizin bir gecede Mekke'den Kudüs'e götürüldüğü kutsal Mirac günü- Kudüs'e girerek 88 yıldır Haçlı işgali altında olan şehri kurtardı. Haçlılar, 88 yıl önce Kudüs'ü aldıklarında içindeki tüm Müslümanları katletmişlerdi ve bu yüzden bu sefer de Selahhaddin Eyyubi'nin aynı vahşeti kendilerine yapacağını korkuyla bekliyorlardı. Oysa Selahhaddin Eyyubi kentteki Hıristiyanların hiçbirine dokunmadı. Dahası, sadece Latin (Katolik) Hıristiyanların şehri terk etmelerini emretti "Haçlı" kimliğine sahip olmayan Ortodokslar şehirde yaşamaya ve diledikleri gibi ibadet etmeye devam edebilirlerdi. İngiliz tarihçi Karen Armstrong, Müslümanların bu ikinci Kudüs fethini şöyle anlatır:

"2 Ekim 1187'de Selahaddin ve ordusu Kudüs'e fatihler olarak girdiler; gelecekteki 800 yıl boyunca şehir bir Müslüman kenti olacaktı... Selahaddin (katliam yapmamak üzere) önceden Hıristiyanlara verdiği sözü tuttu ve şehri yüksek İslami prensiplere göre aldı. Kuran'da emredilmiş olduğu gibi şiddetten kaçındı, 1099 yılındaki katliamların öcünü almaya kalkmadı. Tek bir Hıristiyan öldürülmedi, hiçbir yağma yapılmadı. Esirleri serbest bırakmak için istenen fidyeler ise son derece düşük tutuldu... Kuran'da emredildiği gibi, esirlerin çoğunu da hiçbir fidye almadan serbest bıraktı... Selahaddin'in kardeşi El-Adil, bin kadar esirin kendi hizmetine verilmesini istedi ve sonra hepsini -acınacak durumda olduklarını gördüğü için- karşılıksız olarak serbest bıraktı... Şehirdeki zengin Hıristiyanlar, değerli eşyalarını yükleyip şehirden bir an önce gittiler, oysa ellerindeki para, şehirdeki tüm savaş esirlerinin fidyesini ödemeye fazlasıyla yetiyordu. Başrahip Heraclius, herkes gibi 10 dinarlık fidyesini ödedi, sonra da şehri hazinelerle dolu arabalarla terk etti." (Karen Armstrong, Holy War, s. 185)

Allah Müslümanlara adaleti emretmiştir. Bu bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmiştir:

"Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın..." (Nisa Suresi, 135)

Selahaddin Eyyubi ve onun komutasındaki Müslümanlar, Hıristiyanlara karşı son derece adil ve merhametli davranmışlar, hatta onlara kendi liderlerinden çok daha fazla merhamet etmişlerdi. Sadece Hıristiyanlar değil, Yahudiler de Müslümanların Kudüs'ü almalarıyla huzura ve güvenliğe kavuşmuşlardı. Kudüs'ün fethinden sonra kenti ziyaret eden ünlü İspanyol Yahudi şairi Yuda Al-Harizi, bir eserinde duygularını şu şekilde kaleme almıştı:

"Tanrı, kutsal yerin Esav'ın oğullarının elinde kalmayacağına karar verdi ve İsmailoğulları'nın prensi, temkinli ve cesur bir kişi olan Salahaddin'in ruhunu uyardı: O da ordusu ile Yeraşalayim'i zaptetti ve tüm Efraimoğullarını kabul edeceğini bildirdi. Şimdi barışın huzurunda yaşıyoruz..." (Bernard Lewis, İslam Dünyasında Yahudiler, İmge Kitabevi, İstanbul, 1996, Yahudi Ansiklopedisi, Cilt 1, Yusuf Besalel, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın AŞ 2001, sf. 24)

Kudüs'ten sonra, Filistin'in diğer şehirlerinde de Haçlıların vahşeti ve Müslümanların adaleti sürdü. İngiliz tarihinde büyük bir kahraman gibi tanıtılan Richard the Lionheart (Aslan yürekli Richard), 1191 yılında, Akra kalesinde aralarında pek çok kadın ve çocuğun da yer aldığı tam 3000 Müslümanı boyunlarını vurdurarak alçakça katletmişti. Müslümanlar bu vahşetlere şahit olmalarına rağmen, hiçbir zaman aynı yöntemlere başvurmadılar. Allah'ın "Ey iman edenler, bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin" hükmü uyarınca (Maide Suresi, 2), hiçbir zaman masum sivillere karşı şiddet uygulamadılar. Mağlup ettikleri Haçlı ordularına karşı dahi, gereksiz şiddet kullanmadılar.

Haçlıların vahşeti ve ardından gelen Müslüman adaleti, tarihi bir gerçeği bir kez daha göstermiş oluyordu: İslam'ın prensiplerine göre kurulan bir yönetim, farklı inançlara bir arada, barış ve huzur içinde yaşama imkanı tanıyordu. Bu gerçek, Selahaddin Eyyubi'den sonraki 7 yüzyıl boyunca, özellikle de Osmanlı döneminde ispatlanmaya devam etti.

Hıttin Savaşı

1186 yılında Filistin'deki Latin Kralı Baldwin'in ölümüyle yerine Tapınakçılara olan yakınlığıyla tanınan Lusignan'lı Guy geçmişti. Yeni kralın en büyük yardımcısı ise Fransa kralı Louis'nin arkasından ikinci Haçlı savaşına katılan Antioch (Antakya) prensi Reynald de Chatillon'du. Haçlılar yurtlarına döndükleri zaman, Reynald geride kalmış, Tapınakçılarla sıkı bir dostluk bağı kurmuştu. Aynı zamanda Reynald'ın zalimliği kutsal topraklarda oldukça iyi biliniyordu. 4 Temmuz 1187 tarihinde haçlıların yaptığı en kanlı savaş olan Hıttin Savaşı gerçekleşti. Haçlı donanması 20.000 piyade ve yalnızca 1000 şövalyeden (atlı) oluşuyordu. Bu gücün toplanması ve oluşturulması çevredeki sınırı oluşturan şehirlerin gücünün tükenmesine, bununla birlikte ordusuz ve saldırıya açık şehirlerin oluşmasına neden olmuştu. Savaşın sonu Haçlı ordusu için tam anlamıyla bir hezimet olmuştu. Ordunun büyük kısmı hayatını kaybetmiş, sağ kalanların tamamı esir olarak alınmıştı. Kral da dahil olmak üzere ordunun önde gelenleri de ele geçirilenler arasındaydı. Haçlı orduları Filistin'de bulundukları 100 sene boyunca bölgedeki Müslümanlara çok eziyet etmiş olmalarına rağmen, bu savaşın mağlubu olarak kendilerine hiçbir kötü davranışta bulunulmamıştı.

Özellikle Tapınak şövalyelerinin kendi kaynaklarından elde edilen bilgilere göre, Müslüman ordusunun sultanı Selahaddin hiçbirinin arasında ayrılık gözetmemişti. Tapınak şövalyelerinin Büyük Üstadı ve Reynald de Chatillon hariç. Bu ikili o zamana kadar yaptıkları zalimliklerin karşılığında idam edildiler. Kral Guy ise bir yıl sonra Nablus' ta tutulduğu hapishaneden bırakıldı. Tapınakçılar o döneme kadar Müslümanlara karşı yürütülen Haçlı saldırılarının ve katliamlarının da baş sorumlularındandı. Nitekim bu nedenle, Selahaddin Eyyübi, Hıristiyanların büyük bölümünü bağışlamasına rağmen, Tapınakçılar'ı işledikleri katliamlara bir karşılık olmak üzere idam ettirmişti

Selahaddin Eyyubi'nin İslam Birliği

1096 yılında başlatılan ilk Haçlı seferinin orduları Ortadoğu'ya ulaştığında, Müslümanlar, aralarında çeşitli anlaşmazlıklar ve çekişmeler bulunan emirliklere bölünmüşlerdi. Bu bölünmüşlük nedeniyle Avrupa'dan gelen bu barbar işgalcilere karşı direnemediler. 1099 yılında Kudüs'te korkunç bir katliam yaparak kurulan Haçlı Krallığı, on yıllar boyunca Müslümanların bu bölünmüşlüğünden yararlandı. Ancak büyük İslam kumandanı Selahaddin Eyyubi'nin Müslüman emirlikleri tek tek kendi idaresi altına alıp birleştirmesiyle birlikte, Müslümanlar Haçlı işgalcilere karşı koyabilecek bir güce ulaştı.

Yine de Müslümanların Haçlıları yenilgiye uğratması bir günde olmadı. Selahaddin Eyyubi, Müslümanları tek bir bayrak altında birleştirirken, bir yandan da ilmi ve ahlaki bir uyanış başlatmıştı. Encyclopedia Britannica'da belirtildiği gibi:

"Müslümanların dini kurumlarını teşvik etmek ve yaymak, (Selahaddin Eyyubi'nin) politikasının temel parçalarından biriydi. Bilim adamlarına ve din alimlerine sahip çıktı, onların kullanımı için üniversiteler ve camiler kurdu ve onlara İslam dünyasının yararına pek çok eser yazdırdı... Ahlaki yeniden doğuşla birlikte, ki bu onun kendi kişisel yaşamının da gerçekçi bir faktörüydü, kendisinden beş yüzyıl önce bilinen dünyanın yarısını fethetmiş olan ilk nesil Müslümanların kararlılığını ve şevkini yeniden uyandırmaya çalıştı."

İlmi, ahlaki ve imani yükseliş, Müslümanların siyasi birliğiyle de birleşince, İslam medeniyeti bir kez daha yükseldi: Selahaddin Eyyubi'nin komutasındaki birleşik İslam ordusu 1187'deki Hıttin Savaşı'nda -kendi içlerinde parçalanmalar ve huzursuzluklar yaşayan- Haçlı ordusunu bozguna uğrattı ve ardından Kudüs dahil olmak üzere Haçlı işgali altındaki Filistin topraklarının tamamına yakını kurtarıldı.

Selahaddin Eyyubi'nin ve onun önderliğinde kurulan İslam Birliği'nin en dikkat çeken yönü ise, Kuran ahlakının gereği olan adalet, ılımlılık ve barışçılık gibi erdemleri en iyi biçimde temsil etmesiydi. Selahaddin Eyyubi genellikle Haçlılara karşı kazandığı askeri zaferle anılır, ancak onun çok belirgin bir diğer özelliği gerek Haçlılara gerekse tüm diğer Hıristiyanlara karşı son derece adil ve bağışlayıcı davranmasıydı. Haçlılar Müslümanlara karşı çok büyük zulümler uygulamalarına rağmen, Selahaddin Eyyubi onlardan intikam almamış, Kudüs'ü fethettiğinde kentteki hiçbir Hıristiyana zarar verilmemişti. Selahaddin Eyyubi'nin bu konudaki dikkat çekici bir başka yönü, kendi tarafındaki radikalleri de dizginlemiş olmasıydı. III. Haçlı Seferi'ni yöneten İngiliz Kralı Richard'ın Akra Kalesi'nde 3 bin Müslüman sivili acımasızca katletmesi üzerine, bazı kişiler intikam arayışına girmişler ve bunu da Yafa kentindeki (bugünkü Tel-Aviv) Hıristiyanlara karşı toplu bir kıyıma girişerek uygulamak istemişlerdi. Selahhaddin Eyyubi, kendi ordusu içindeki bu radikal eğilimi durdurmak, yatıştırmak ve Yafa'daki Hıristiyanlara güvenlik sağlamak için büyük çaba gösterdi ve bunda da başarılı oldu.

Sonunda Selahaddin Eyyubi, Haçlılara birtakım imtiyazlar ve imkanlar vererek, kutsal topraklara barış getirmeyi de başardı. 28 Ağustos 1192'de Haçlılarla Müslümanlar arasında barış anlaşması imzalandı. Bunun ardından Selahaddin Eyyubi, bu kenti ele geçirmek için binlerce Müslümanı öldürmüş olan Haçlı komutanlarına büyük bir jestte bulunarak, onları kendisinin misafiri olarak Kudüs'e davet etti. Kudüs'ü ziyaret eden Haçlı komutanlar, Müslümanlarda gördükleri bu büyük bağışlayıcılık, hoşgörü ve adalet karşısında hayranlıklarını gizleyemediler. Selahaddin Eyyubi bir keresinde, düşmanı olan İngiliz Kralı Richard'ın hasta olduğunu öğrenmiş, bunun üzerine ona özel doktorunu ve ateşini dindirmesi için kar göndermişti. Selahaddin Eyyubi'nin Kuran ahlakına dayanan bu yüksek ahlakı, onu tüm Avrupa'da efsaneleştirdi.

Kısacası, Selahhaddin Eyyubi'nin kurmuş olduğu İslam Birliği, Müslümanlara hem güç ve zafer vermiş, hem de İslam ahlakının özündeki adalet, hoşgörü, barışseverlik gibi erdemlerin hayata geçirilmesine imkan tanımıştı. Müslümanlar hem İslam'a hizmet etmek için harekete geçirilmişler, hem de Müslümanlar arasında doğan bazı radikal eğilimler engellenerek, Kuran ahlakına göre Müslümanların nasıl olması gerektiği gösterilmişti.

Selahaddin Eyyubi'nin kurduğu İslam Birliği'nden bugüne dek tam 8 yüzyıl geçti. Ama, tam da onun zamanındaki nedenlerle, bugün de Müslümanlar için bir Birlik gereklidir. Elbette bugün İslam dünyasına karşı Haçlılar devrinde olduğu gibi birleşik bir askeri saldırı söz konusu değildir, ama İslam dünyası, farklı coğrafyalarda farklı tehditler altındadır. Dahası, İslam dünyası diğer medeniyetlerin gerisinde kalmış, bilim, teknoloji, kültür, sanat, düşünce gibi alanlarda -uzun zaman dünyanın öncüsü olmasına karşın- geri duruma düşmüştür. Öte yandan diğer medeniyetlerde üretilen birtakım yanlış felsefe ve ideolojiler de, 19. yüzyıldan itibaren İslam dünyasına taşınmakta, Kuran ahlakını tam anlamıyla bilmeyen bazı Müslümanları etkisi altına almaktadır. İslam'ı temsil etme iddiasıyla ortaya çıkan, ama gerçekte İslam ahlakına tamamen aykırı vahşetler uygulayan bazı radikaller ise, İslam ile diğer medeniyetler arasında çatışma körüklemek isteyenlere, çoğu kez bilmeyerek, hizmet etmektedirler.

Tüm bunların son bulması, Müslümanların yeniden dünyaya yön veren, ışık tutan, adalet ve barış getiren, kendisine gıpta edilen bir medeniyet kurmaları içinse, bir zamanlar Selahaddin Eyyubi'nin izlediği yöntemin izlenmesi gereklidir: İslam dünyasında ahlaki, ilmi, imani bir yeniden doğuş başlatmak ve bir yandan da Müslümanların birliğini sağlamak.

PAYLAŞ
logo
logo
logo
logo
logo