24 Ekim günü, Birleşmiş Milletler gününün 70. sene-i devriyesiydi. Birleşmiş Milletler, yaklaşık 70 milyon kişinin yaşamını yitirdiği 2. Dünya Savaşı sonrasında, böylesine korkunç bir zulmün tekrar yaşanmaması için kurulmuştu. 24 Ekim gününün Birleşmiş Milletler günü olarak seçilmesinin de sembolik ve aynı zamanda manevi bir amacı vardı: Yaşanan bu büyük trajedinin unutulmaması, farkındalığın yitirilmemesi.
Dünyanın aklını yitirircesine çılgınlaştığı 2. Dünya Savaşı’nın hemen ardından devletlerin bir araya gelerek büyük savaşları engelleyecek böylesine bir barış birliği kurması elbette güzel. BM, bu hedefe uygun olarak, Anlaşma’nın ilk maddelerinde, uluslararası barış ve güvenliği korumak ve insan haklarına saygıyı sağlamak şartlarını esas koşmuş. Bu esasa göre belirlenen Anlaşma metni ve söz konusu kurumun alt yapısı tek bir şeyi hedef almış: Yeni bir dünya savaşını engellemek.
Devletlerin diğer devletlerle savaştığı bir dönemde, elbette kimsenin aklına devletleri içten tehdit eden terör örgütleri, kendi halkını katleden diktatörler, kardeşin kardeşi vurduğu iç savaşlar gelmemiş. Dünya devletlerinin, süper güçler tarafından paylaşıldığı bir dönemde, devletlerin dünya barışından çok, kendi müttefikleri ve çıkarlarını esas alarak kararlar alacakları pek dikkate alınmamış. İşte bu nedenledir ki hemen her konuda karar yetkisi Güvenlik Konseyi’ne bırakılmış.
15 üyeden oluşan Güvenlik Konseyi’nin iki yıllığına seçilen 10 geçici ve hiç değişmeyen 5 esas üyesi var. Bir kararın kabulü için dokuz oy yeterken, söz konusu beş esas üyeden birinin (ABD, Birleşik Krallık, Çin, Fransa ve Rusya) vetosu, kararın tartışılmadan reddedilmesine yetiyor. Daha önce çok defa eleştirdiğimiz gibi, neredeyse hiçbir kararda ortak paydada buluşamayan 5 üyenin bu veto hakkı, Güvenlik Konseyi’nden bir karar çıkmasını uzun zamandır imkansız kıldı. İşte bu nedenledir ki; Suriye iç savaşı, İsrail-Gazze çatışması gibi acil müdahale gerektiren pek çok konu BM müdahalesinden yoksun kaldı.
Söz konusu durum uzun zamandır dünyanın eleştirdiği bir konudur ve içinden çıkılmaz gözükmektedir. Liderlerin ve fikir önderlerinin eleştiri yöntemleri gerçekten de bu konuya somut bir çözüm sunmamakta, şikayetten öteye gidememektedir. Oysa BM’nin kendi kanunları içinde çözüme yönelik kanun düzenlemeleri yapmak mümkündür.
Bunun için Güvenlik Konseyi’nin kararlarını sorgulayacak bir yargı denetiminin varlığı elzemdir. Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın 24/2. maddesi “Güvenlik Konseyi bu görevleri yerine getirirken BM’nin amaç ve ilkelerine uygun hareket eder” diyerek Güvenlik Konseyi’ne BM’nin amaç ve ilkelerine uygun hareket etme görevi yüklemiştir. BM’nin temel amacı barışın sağlanması olduğu için, Güvenlik Konseyi’nin bu amaca uygun hareket etme zorunluluğu vardır. Bunun için ise bir yaptırım gerekmektedir.
Böyle bir yaptırım, BM Anlaşması’nda açıkça bir madde olarak bulunmamaktadır. Bu nedenle Güvenlik Konseyi’nden BM’nin ruhuna aykırı kararlar çıkabilmektedir. Fakat aynı zamanda BM Anlaşması’nda, Güvenlik Konseyi kararlarının hukuki denetimini engelleyen bir madde de bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir hukuki denetimin kanunlaştırılması mümkündür.
Anlaşmanın 96. Maddesi, bunun kanunlaştırılmasının yolunu açabilecektir. Bu madde şöyledir:
“Genel Kurul ya da Güvenlik Konseyi herhangi bir hukuksal sorun konusunda Uluslararası Adalet Divanı’ndan görüş isteyebilir.”
Bu kanun, Güvenlik Konseyi kararlarının Uluslararası Adalet Divanı tarafından denetlenebilmesinin önünü açmaktadır. BM Genel Kurulu, dilediği takdirde, Güvenlik Konseyi kararlarıyla ilgili olarak Adalet Divan’ından mütalaa alabilir ve bu kararların hukuki denetimini yapabilir. Dolayısıyla son değerlendirme, 15 bağımsız yargıçtan oluşan Adalet Divan’ı tarafından yapılacak, Güvenlik Konseyi bu denetleme sistemi neticesinde her ülkenin ulusal çıkarlarına göre değil, dünya barışına göre kararlar alacaktır.
Daha önce bunun örnekleri olmuş, Adalet Divanı, Güvenlik Konseyi kararlarının hukukiliği konusunda değerlendirmeler yapmıştır. Sorun şu ki, bu değerlendirmeler şu aşamada herhangi bir bağlayıcılığa sahip değildir, yani Divan, Güvenlik Konseyi kararlarını iptal edememektedir.
Bu yönde bir atılımın yapılmasının önünde ise hiçbir engel yoktur. Dünyanın yeni şartları, 1900’lü yılların şartları ile oluşturulmuş yapıların işlevselliğini sorgulamaya bizi mecbur bırakmaktadır. BM’nin değişmeyen karar alıcı yapısında da bu yönde reform uygulanmaması için hiçbir sebep ve bağlayıcılık bulunmamaktadır.
Mevcut durum, elbette Adalet Divanı’nda yerleşik adalet sisteminin çok güçlü olmasını gerektirmektedir. Her ne kadar Adalet Divanı, Güvenlik Konseyi’nin kararlarını şu anda fiilen etkileyemese de, kararlar üzerinde denetim her zaman caydırıcı bir etkiye sahiptir. Fakat elbette asıl olması gereken, Adalet Divanı’nın Güvenlik Konseyi kararlarını iptal veya değiştirme yetkisine sahip olması, bunun için de her şeyden önce Divan’ın dünya barışını ön planda tutan bağımsız üyelerden oluşmasıdır.
Birleşmiş Milletler, ülkeleri “barış” zemini üzerinde birleştirmek üzere kurulmuş oldukça değerli bir birliktir. Dünya barışı konusunda işe yaramaz bir konumda kalması bu değerli birliğin varlık sebebine ihanet etmekte ve pek çok açıdan onu işlevsiz duruma getirmektedir. Bu köklü kurumun gerçekten dünya için bir şeyler yapabilecek konuma gelmesi için, sistemi kilitleyen Güvenlik Konseyi kararlarında veto sorununa bir hukuki bağlayıcılık getirilmesi şarttır. Elbette bundan sonraki aşama, çatışma ve savaşlara çözüm için daha etkili silahlar geliştirmek yerine etkili ve doğru bir eğitim mekanizması geliştirmek olmalıdır. Bu da başka bir yazının konusudur.
Adnan Oktar'ın Arab News'de yayınlanan makalesi: