Harun Yahya"nın eserleri tüm dünyada yankı uyandırmaya devam ediyor. Bu yankıların bir kısmı da, ateistlerden gelen tepki ve cevaplar. Bunun son örneği, Francois Tremblay"ın, "Harun Yahya: An Invitation to Dogmatism" (Harun Yahya: Dogmatizme Davet) başlıklı bir makalesi oldu. Ancak Tremblay"ın getirdiği eleştiriler hem haksız hem de mantıksızdı. Neden böyle olduğu aşağıda madde madde açıklanmaktadır.
İslam Ahlakı ve Kavimlerin Helakı Konusundaki Eleştiri
Francois Tremblay"ın eleştirilerinin tutarlı ve objektif olmadığı, öne sürdüğü ilk itirazdan anlaşılabilir. Tremblay, Harun Yahya sitesinde, "Gerçek İslam Ahlakı" başlığı altında sevgi ve adaletten söz edildiğini belirtmekte ve bunun yine aynı sitede yer alan "Kavimlerin Helakı" başlığı ile çeliştiğini öne sürmektedir. Yani Tremblay, Müslümanların diğer insanlara güzel ahlaklı davranması gerektiği gerçeği ile, Allah"ın geçmişteki bazı toplumları helak ettiği gerçeğini çelişkili bulmaktadır.
Her iki konu arasında bir çelişki olmadığı ise çok açıktır. Çünkü Müslümanların diğer insanlara iyi davranması ile, bu insanların işledikleri günahların Allah Katında cezalandırılmaları birbirinden çok ayrı kavramlardır. Allah Müslümanlara insanlara iyilikle davranmayı emretmiştir; çünkü insanları yargılayacak olan sadece sonsuz adalet sahibi olan Rabbimiz’dir. Müslüman, herkese iyi davranır ve eğer bazı insanlar buna kötülükle karşılık verirlerse bunun karşılığını Allah Katından görmelerini diler.
Bu kadar basit bir gerçeğin Tremblay tarafından nasıl anlaşılamadığı ise merak konusudur. Aslında o da getirdiği eleştirinin haksızlığını fark etmiş olacak ki, bunun "kendi tarafından yüzeysel bir değerlendirme"den kaynaklanmış olabileceğini kabul etmektedir. Tremblay getirdiği eleştiride değil, ancak söz konusu öz-eleştiride haklıdır: Yani yorumu "yüzeysel"dir.
Dizayn Argümanı Konusundaki Eleştiri
Tremblay"ın Darwinizm"e ve materyalizme iman etmiş bir kişi olduğu açıktır. Harun Yahya"nın tüm yazdıklarını da bu inancı içinde değerlendirmekte ve eleştirmeye çalışmaktadır. Yani subjektiftir, önyargılıdır. Aşağıdaki yorumu bunu açıkça göstermektedir:
(Harun Yahya"nın) makalelerinde Allah"a yapılan övgüler ve Kuran ayetleri çok miktarda yer almaktadır ve bu da, içeriği son derece sıkıcı hale getirmektedir.
Görüldüğü gibi Tremblay"ın tepkisi, Allah"tan ve Kuran"dan söz edilmesine karşı olduğunu göstermektedir. Bu elbette tutarlı bir davranış değildir. Sadece dine karşı duyduğu irrasyonel tepkinin bir ifadesi olarak kabul edilebilir. Tremblay, inançsız bir kişi olarak, en azından inançlı insanların neye inandığını merak edebilir ve bu açıdan metinleri "incelenebilir" bulabilirdi. Ancak Allah"tan ve O"nun vahyinden söz edildiğini duymayı bile istemediği anlaşılmaktadır ki, bunun açık fikirli değil, dogmatik bir tutum olduğu aşikardır. Ayrıca bu Allah"ın Kuran"da haber verdiği bir durumdur. Allah, Tremblay gibi inanmayanlar için şöyle bildirmektedir: "Ki onlar, Beni zikretme (konusun)da gözleri bir perde içindeydi. (Kur"an"ı) dinlemeye katlanamazlardı." (Kehf Suresi, 101)
Bunun ardından Tremblay, Harun Yahya"nın doğayla ilgili olan tüm makalelerini eleştirmekte ve bunların "dizayn argümanı"nın versiyonları olduğunu söyleyerek karşı çıkmaktadır. Bu da yine, Tremblay"ın "dizayn argümanı"nı baştan reddetmiş olduğunu göstermekten başka bir anlam ifade etmemektedir. Gerçekte bu argümanın son derece güçlü olduğu, evrimcilerin buna karşı tatminkar bir cevap veremedikleri bilinmektedir. Tremblay en azından "Harun Yahya doğayı dizayn gözüyle inceliyor, ben böyle düşünmüyorum" diyebilirdi. Ancak dizayn argümanını baştan yanlış sayarak yoruma başlaması, bir kez daha konuya dogmatik olarak yaklaştığını göstermektedir.
Getirdiği eleştiri ise, Tremblay"ın aslında dizayn argümanının ne olduğunu bile anlamadığını göstermektedir. Evrendeki denge ile ilgili olarak Harun Yahya"dan yaptığı bir alıntıdan sonra şöyle yazmaktadır:
Ama bu tür açıklamalar bize Yaratıcı"yı göstermez ya da bir Yaratıcı"nın varlığının gerekli olduğunu göstermez. Sadece, doğa kanunlarının büyüklüğünü gösterir. Kanıt gösterme zorunluluğu, dini savunana aittir: Doğa yasalarının doğanın bir özelliğini açıklamada yetersiz olduğunu göstermelidir.
Oysa Harun Yahya"nın eserlerinde evrendeki denge anlatılırken açıklanan mesele, "doğa yasalarının bu dengeyi korumaktaki yetersizliği" değil, "bu dengeyi koruyan doğa yasalarının insan yaşamı için en gerekli değerlerde hassas-ayarla ayarlanmış olduğu"dur. Eğer Harun Yahya"nın Evrenin Yaratılışı (http://www.harunyahya.com/create01.php) isimli eserini okuyacak olursa, burada, bilim dünyasında "Anthropic Principle" denen gerçeğin incelendiğini görecektir. Bu gerçek, evrendeki doğa kanunlarının (örneğin 4 temel kuvvetin değerlerinin) insan yaşamına imkan sağlamak için en uygun değerde olduklarıdır.
Üstteki paragraftaki bir diğer yanılgı ise, "Kanıt gösterme zorunluluğu, dini savunana aittir: Doğa yasalarının doğanın bir özelliğini açıklamada yetersiz olduğunu göstermelidir" cümlesinde ortaya çıkmaktadır. Oysa Tremblay"ın "bize gösterin" dediği şey, açıkça ortadadır: Doğa yasaları, canlılığın kökenini açıklayamamaktadır. Yeryüzünde ilk canlı organizmanın nasıl ortaya çıktığını, bunun genetik bilgisinin, bu bilgiyi okuyan ve kullanan enzimlerin nasıl oluştuğunu açıklayabilen hiçbir doğa yasası yoktur. Hiçbir fizik veya kimya kanunu, canlılığın en temel özelliği olan "bilgi"nin nasıl ortaya çıktığını açıklamamaktadır. Dolayısıyla bu bilginin doğa kanunlarından değil, bir "bilinçten" gelmiş olduğu açıktır. 20. yüzyılın en önemli bilim adamlarından biri olan Fred Hoyle bunu vurgulayarak şöyle demişti:
Aslında, yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilmediğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmemesinin) nedeni, bilimsel değil, psikolojiktir.
Tremblay"ın gösterdiği tepki de "psikolojik"tir. Kendisini daha akılcı olmaya davet ediyoruz.
Embriyoloji ve Kuran
Tremblay"ın ileri sürdüğü bir diğer hayali çelişki ise, Kuran ayetleri ve modern embriyoloji arasındadır. Tremblay aşağıdaki ayetlere itiraz etmektedir:
Andolsun, Biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak"ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. (Müminun Suresi, 12-14)
Burada Tremblay"ın anlayamadığı nokta, ilk ayette haber verilen "çamurdan yaratma"nın, ilk insanın yaratılışını anlatmakta oluşudur. Nitekim Kuran"ın başka ayetlerinde de ilk insanın çamurdan yaratıldığı haber verilir. (6/2, 15/26, 55/14) İnsanın bedenini oluşturan elementlerin hemen hepsinin toprakta da var olduğu düşünüldüğünde, bu açıklamanın bilimsel gerçeklerle son derece uyumlu olduğu anlaşılır.
Ayetlerin devamında ise insanın anne rahmindeki gelişimi anlatılmaktadır ve bu anlatım bilimsel verilere tamamen uygundur: Spermin anne rahmine ulaşması, orada tutunması, orada büyüyerek bir doku haline gelmesi, bu dokunun içinde kemiklerin oluşması, kemiklerin de kasla sarılması anlatılmaktadır. Tremblay bu sıralamaya, kemiklerin 40. günden sonra oluşmaya başladığını söyleyerek itiraz etmektedir, ama bu itirazının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü 40. günden önce embriyo ayette belirtildiği gibi bir "et parçası" durumundadır. 40. günden sonra kemikler oluşmaya başlamakta, diğer dokular da kemiklerin etrafından şekillenmektedir ki, bu gelişim Kuran"da verilen bilgilerle uyumludur.
Bu konuda detaylı bir çalışma yapan önemli bir isim, Toronto Üniversitesi Anatomi ve Hücre Biyolojisi Bölümünden emekli olan Kanadalı profesör Keith L. Moore"dur. Bir süre Suudi Arabistan"da yaşayan Moore, orada bazı Müslüman din alimleri ile birlikte Kuran"da embriyoji hakkında verilen bilgileri incelemiş ve bunların çok dikkat çekici bir biçimde modern bilimin bulgularına birebir uyduğunu tespit etmiştir. Moore, Tremblay"ın eleştirmeye çalıştığı ayetleri de detaylı olarak incelemiş ve bilimsel bulgularla tam uyum içimde olduklarını göstermiştir.
(Bkz. http://www.contactpakistan.com/news/news118.htm ; http://www.islampedia.com/ijaz/Html/Scientist_All/Keith%20L.htm )
Tremblay"ın Kuran"a yönelik bir diğer itirazı da, bazı Hıristiyanların Kuran"daki surelere benzer yazılar yazdıkları yönündedir. Kuşkusuz herkesin eline kalem alıp bir şeyler yazma özgürlüğü vardır, ancak hiç kimse Kuran"ın olağanüstü ebedi değerine ve insanlarda uyandırdığı manevi etkiye yaklaşacak kadar dahi bir "taklit" yapamaz. Ayrıca Kuran, Allah"ın sözüdür ve birçok mucizeye sahiptir. Örneğin Allah"ın Kuran"da 1400 sene önce bildirdiği pek çok bilgi, henüz 20. yüzyılda bilim tarafından bulunan, o dönemde insanlar tarafından bilinmesi imkansız olan bilgilerdir.
(http://www.harunyahya.com/miracles_of_the_quran_01.php)
Kuran"ın Allah"ın sözü olduğu ve taklit edilemeyeceği çok açık bir gerçektir ve pek çok Batılı İslam uzmanı da bunu kabul etmektedir.
Tremblay"ın maddeler halinde ele aldığı diğer itirazlarını da şöyle cevaplayabiliriz:
Madde 1: Darwinizm"in Tesadüfe Dayalı Olmadığı İddiası
Tremblay"ın bir diğer itirazı ise, Harun Yahya"nın, Darwinizm"in canlıların kökenini tesadüfe dayandırdığı yönündeki yorumlarına yöneliktir.
Tremblay buna iki yönden itiraz etmektedir. Birincisi "tesadüf" diye bir şey olmadığı, bunun sadece bizim herşeyi bilmiyor oluşumuzdan kaynaklandığı yönündedir. Bu noktada biz de kendisine katılıyoruz. Gerçekten evrende tesadüf diye bir şey yoktur, çünkü herşey Allah"ın sonsuz bilgisi ve planı içindedir. Ama biz insanlar açısından, planlı hareketlerle spontane hareketler arasında bir fark vardır ve buna da "tesadüf" denir.
Tremblay"ın tesadüf kavramına bilimsel olarak karşı çıkması ve neo-Darwinizm"in mekanizmalarını tesadüften uzak mekanizmalar olarak göstermesi ise şaşırtıcı bir saçmalıktır. Neo-Darwinizm"in iki temel mekanizması doğal seleksiyon ve mutasyonlardır. Yeni genetik bilgi üretimi sadece mutasyonlardan beklendiği için kritik olan mekanizma budur ve mutasyonlar da tesadüfi olaylardır. Hatta bilimsel literatürde çoğu zaman "rastlantısal mutasyon" kavramı kullanılır. Tremblay"ın buna getirdiği itiraz ise komiktir:
Mutasyonların dahi, genetik işlemler ve doğa kanunları ile belirlenmiş belirli özellikleri vardır: üreme hücrelerinde meydana gelen mutasyonlar, nokta mutasyonlar, bir nitrogen bazının eklendiği veya silindiği mutasyonlar vb.
Tremblay, yukarıdaki sözünde mutasyonların gösterdikleri etkiye göre sınıflamalarını yapmıştır. Ama bu sınıflandırma mutasyonların rastlantısal olduğu gerçeğini değiştirmez. İnsanlar trafik kazalarını da etkilerine göre sınıflandırabilirler, ancak bu kazaların "tesadüfi" olmadıklarını göstermez.
Tremblay"ın mantık örgüsünü anlamak gerçekten zordur.
Madde 2, 10 ve 11: Fosiller ve Kambriyen Patlaması
Tremblay yazısında herhangi bir kanıt göstermeden, Eldredge ve Gould"un sıçramalı evrim teorisini savunmakta ve ortada bir "fosil fiyaskosu" olmadığını söylemektedir. Oysa fosil kayıtlarının Darwinizm"e uygun düşmediği, Darwin"in öngörüleriyle uyuşmadığı pek çok paleontolog tarafından bilinen ve kabul edilen oldukça açık bir gerçektir.
Örneğin Tremblay"ın yazısında kaynak olarak gösterdiği Robert Carroll (kitabının Tremblay tarafından gösterilen 1988 tarihli eski basımında değil, 1997 tarihli yeni basımında), şöyle yazmaktadır.
Darwin"in ölümünden bu yana, yüzyıldan fazladır süren yoğun toplama çabalarına rağmen, fosil kayıtları hala Darwin"in bulunmasını umduğu sayısız ara geçiş bağlantısını ortaya çıkarmıyor.
Tremblay"ın Kamriyen Patlaması konusundaki itirazı da son derece tutarsızdır. Kambriyen Patlaması"nda, 50"den fazla hayvan filumu birden ortaya çıkmıştır ve bunun evrimsel bir açıklaması yapılamamaktadır. Tremblay"ın bu gerçeği gizleyebilmek için yaptığı şu yorum ise, aslında ne kadar çaresiz olduğunu göstermektedir:
Filumun belli bir dönemde aniden ortaya çıkmış olmasına şaşırmalı mıyız? Bir ağacın en büyük dallarının aynı zamanda büyümeye başlamasına hayret etmemizden daha çok şaşırmamalıyız.
Ancak Tremblay verdiği örnekte çok önemli bir gerçeği göz ardı etmektedir. Bu gerçek şudur: Kambriyen devri öncesinde bir "ağaç" yoktur. Kambriyen devri öncesinde yeryüzünde 2 veya en fazla 3 filum olduğu düşünülmektedir. Kambriyen Patlaması"nda ise 50"nin üzerinde filum aniden ortaya çıkmıştır ve bunların ortak bir ataya sahip olduklarını gösteren hiçbir kanıt yoktur.
Bir ağaç belirli bir noktada dallara ayrılır, çünkü bu dalları belirleyen genetik bir program vardır. Tremblay"ın bunu Kambriyen devrine benzetmesi, konuya ne kadar yüzeysel baktığını göstermektedir.
Filumların aniden ortaya çıkışını basit bir olgu gibi göstermeye çalışması da bir başka kaçamaktır. Tremblay, "Sözde "patlama" yaratılışın değil, bizim hayvanları gruplar ve alt gruplar olarak sınıflandırmamızın bir sonucudur." diye yazmaktadır. Oysa konuyu bilen her paleontolog, ortada evrim teorisi adına büyük bir sorun olduğunun farkındadır. Örneğin, önde gelen bilim dergilerinden Scientific American"da yayınlanan ‘The Big Bang of Animal Evolution’ (Hayvan Evriminin Big Bang"i) başlıklı yazıda, evrimci paleontolog Jeffrey S. Levinton Kambriyen Patlaması hakkında şunları söylemektedir:
Bu nedenle, o zaman özel ve çok gizemli - yüksek yaratıcı bir "güç" bulunmaktaydı.
3. Madde: Dizayna İtiraz
Tremblay, canlılarda bir tasarım olmadığını ve dolayısıyla Yaratıcı"ya atıfta bulunmanın yanlış olduğunu ileri sürmektedir. "Canlılarda bir tasarım olmadığı", objektif bir gerçek değil, evrimcilerin bilimsel delili olmayan bir iddiası olduğuna göre, Tremblay"ın bu yorumu evrim teorisini bir kez daha tekrarlamaktan başka bir anlam taşımaz.
4. Madde: Din ve Bilim
Tremblay, Harun Yahya"nın "Darwinizm, bilimle din arasındaki doğal uyumu bozmaktadır ve işte bu yanlış olduğunun bir delilidir" şeklinde bir argüman kullandığını iddia etmektedir ki, bu yanlıştır. Darwinizm"in yanlış olduğunu kanıtlayan şey, bilimsel bulgulara aykırı düşmesidir ve nitekim Harun Yahya da tüm kitaplarında ve çalışmalarında teoriyi bilimsel delilleri kullanarak eleştirmektedir.
Tremblay"ın bilimi materyalizmle, dini ise sözde "okült"le ilişkilendirmeye çalışması ise, artık çok eskimiş ve inandırıcılığı kalmamış köhne bir propagandadır. Kendisine, bilimle materyalizmi aynı şey zannetmekten vazgeçmesini ve dinin akılcılığını anlamaya çalışmasını öneriyoruz. (Ayrıntılıbilgi için Harun Yahya"nın "Bilimle Materyalizmi Ayırmak" başlıklı yazısına bakabilir.)
5. Madde: İçgüdüler
Tremblay, Harun Yahya"nın hayvan içgüdülerinin aslında Allah"ın ilhamı olduğu yönündeki yorumuna itiraz etmektedir. Tremblay"a göre "Allah"ın ilham ettiği bir davranışla, beyin tarafından yaptırılan bir davranışı ayırd edemeyiz". Tremblay materyalist görüşe sahip olduğu için, maddesel olan açıklamayı seçmektedir. Ancak Tremblay"ın görmezden geldiği iki nokta vardır;
a) Kimi hayvan içgüdüleri, beyne indirgenemeyecek kadar komplekstir. Yani söz konusu canlının bu içgüdüyü göstermek için sahip olması gereken bilgiye karşılık gelen kompleks bir sinir sistemi yoktur. Almanya"nın önde gelen evrimci doğabilimcilerinden biri olan Hoïmar Von Dithfurth, imparator tırtılının son derece akılcı gizlenme yöntemi hakkında yorum yaparken bu gerçeği şöyle kabul etmektedir:
Yanıltıcı benzerleri (başka kuru yaprakları) takipçinin önüne koyarak gizlenmenin mümkün olabileceği fikrinin, insanı şaşkınlığa düşüren bu zekice buluşun asıl sahibi kimdir? Kuşların tırtıl arama heveslerini böylelikle kursaklarında bırakabileceği, kuru yapraklar arasında bir şeyler bulabilme şanslarının belli bir oranda azaltılabileceği biçimindeki bu son derece özgün buluş kimin eseridir de, tırtıl bunu doğumuyla birlikte ondan devralmıştır? ... Bütün bunların ancak oldukça akıllı bir insanın hayatta kalabilmek için başvurabileceği yollar olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Oysa gerek merkezi sinir sisteminin ilkelliğini gerekse öteki davranışlarını göz önünde bulundurduğumuzda Attacus tırtılının (imparator tırtılı) ne belli bir amacı tasarlayabilmesi ne de bu doğrultuda akıl yürütebilmesi söz konusu olabilir.
Hayvan bu davranışı tasarlayabilecek bir akıl yürütmeye sahip olamayacağına göre, bu davranışın ona "verildiği" açıkça ortadadır. (Harun Yahya"nın eserlerinde yapılan yorum, bu açık gerçeği ifade etmektedir.) Dithfurth, bunu neden kabul edemeyeceklerini şöyle açıklar:
İyi de, tırtıl bütün bu özelliklere karşın nasıl olup da kendini bu yoldan koruyabilmektedir?... Geçmişin doğa bilimcileri bu tür olaylarla karşılaştıkça bir mucizenin varlığına inanmakla kalmamışlar, doğaüstü bir Yaratıcı"nın, yani Allah"ın, kendi yarattıklarını korumak için böyle bir korunmanın gerekli bilgileriyle onu dağıttığını düşünmekten kendilerini alamamışlardı. Oysa bu tarz bir açıklama, doğa bilimci için bir intihardır...
Neden intihardır? Çünkü bu Darwinizm"i reddetmek anlamına gelmektedir. Ve Dithfurth gibileri, Darwinizm"i hayatlarının en büyük dogması haline getirmişlerdir. Tremblay da öyle...
Gerçekte ise, hayvanların sergiledikleri ve kendi zekalarını fazlasıyla aşan davranışların onlara ilham edildiğini kabul etmek son derece tutarlı bir açıklamadır.
b) İçgüdülerin genetik temeli bulunabilir. Ama böyle bir temel bulunması da, bunların canlılara ilham edildiğini kabul etmemize bir engel değildir. Çünkü söz konusu genetik bilginin kökeninin de doğal etkilerle (yani doğal seleksiyon ve mutasyonla) açıklanamayacağı ortadadır. (Neo-Darwinizm"in söz konusu iki mekanizmasının genetik bilgi inşa ettiği hiçbir zaman görülmemiştir.) Dolayısıyla Allah"ın ilhamı, canlılara kodlanmış genetik bilgi olarak da ortaya çıkabilir.
6. Madde: "Yararlı" Mutasyonlar ve "Orak Hücre Anemisi" Trajedisi
Neo-Darwinizm"in iddiaları mutasyonların canlılara yeni genetik bilgi eklemelerini ve yarar sağlamalarını gerektirir. Ama tüm dünyada örneği görülmüş tek bir "yararlı mutasyon" yoktur! Bu gerçek, evrim teorisini tek başına çürütmeye yeter.
Peki evrimciler bu konuda ne demektedirler? Tek yapabildikleri bir kaç tane sözde yararlı mutasyon örneği göstererek durumu kurtarmaya çalışmaktır. Bunlar da hemen her zaman anti-biyotik bağışıklığına neden olan mutasyonlar ve "orak hücre anemisi" hastalığına neden olan bir mutasyondur.
Harun Yahya"nın eserlerinde her iki örneğin de neden "yararlı mutasyon" olmadığı açıklanmaktadır. (bkz. Anti-biyotik Bağışıklığı) Burada özellikle orak hücre anemisi üzerinde duracağız.
Bu hastalık, alyuvarların şeklinin bozulması ile oluşan bir hastalıktır. Hücreler "hemoglobin S" adı verilen anormal bir hemoglobin tipi içerirler. Bu hemoglobin, oksijensiz kaldığı zamanlarda alyuvar içinde uzun kristaller şeklinde çöker ve alyuvarın şeklini bir çeşit orağa benzetir. Alyuvarın değişen bu şekli, yeterli oksijen taşıyamamasına neden olur ve bir süre sonra alyuvar kütlesi azalmaya başlar.
Hastalığın hissedilen etkileri ise son derece ciddidir. Kemiklerde, kaslarda ya da karında günlerce veya haftalarca süren şiddetli ağrı ve krizler meydana gelir. Alyuvarların dar retina damarlarına ulaşamamaları nedeniyle görme bozuklukları hatta körlük oluşur. Karaciğerdeki işlev bozukluğu sarılık hastalığına sebep olabilir. Çocuklarda büyüme gecikir. Vücut enfeksiyonlara açık hale gelir. Ve daha da önemlisi beyindeki küçük kan damarlarının tıkanması nedeniyle beynin bazı bölümlerinde hasarlar oluşabilir.
Evrimciler ise "orak hücre anemisi"ne neden olan mutasyonu, "yararlı mutasyon örneği" sayarlar.
Bu iddianın dayanağı, hemoglobin molekülünde meydana gelen söz konusu mutasyonun, bir başka hastalık olan sıtmaya karşı koruma oluşturmasıdır. Sıtma virüsünün özelliği, şekli yuvarlak olan sağlıklı kan hücrelerine saldırmasıdır. Bu nedenle, orak haline gelerek değişmiş olan kan hücrelerine saldırmaz. Dolayısıyla, sıtma virüsü bu kişilerin vücuduna girse de, virüs hastalığa sebebiyet vermeyecektir.
Oysa, meydana geldiği bedende ciddi, hatta ölümcül hastalıklara yol açan, vücuttaki bazı organ ve dokuların beslenememesi nedeniyle ölümüne neden olan, sonraki nesillere bile ulaşarak yayılan bu mutasyonun insana verdiği büyük zararlar ortadadır. Bu mantıkla hareket edildiğinde, doğuştan görme özürlü olan kişilerin, araba kullanmak zorunda kalmayacakları ve bu nedenle de trafik kazasından ölme riskinin azalacağı da iddia edilebilir. Orak hücre anemisini "yararlı mutasyon" saymak, evrimcilerin çaresizliğinin itirafından başka bir şey değidir.
Peki, Harun Yahya"nın "yararlı mutasyon yoktur" açıklamasına itiraz eden François Tremblay "yararlı mutasyon" örneği olarak ne göstermektedir?
Tahmin edebileceğiniz gibi, orak hücre anemisini!...
Çünkü Tremblay’ın sayabileceği başka hiç bir "yararlı mutasyon" yoktur. Bu ise, ortada "yararlı mutasyon" diye bir şey olmadığının bir başka kanıtıdır.
Madde 7: Körelmiş Organlar
Tremblay"ın Darwinizm"i kurtarmak adına yaptığı kaçamaklardan biri de körelmiş organlar konusundadır. Körelmiş organların "fonksiyonsuz" organlar değil, "azaltılmış fonksiyonlara sahip" organlar olduğunu iddia etmekte, hatta Harun Yahya"nın bu kavramı yanlış yorumladığını ileri sürmektedir.
Oysa kavramı yanlış yorumlayan kendisidir. Körelmiş organların çoğu zaman "fonksiyonsuz organlar" olarak yorumlandığı açık bir gerçektir. Darwin Türlerin Kökeni"nde bu organları "eksik organlar" olarak ifade etmiş ve bir kelimenin içinde yazılan, ama okunmadığı için etkisi olmayan harflere benzetmiştir:
Eksik organlar bir kelimede yazarken kullanılan ancak telaffuz edilirken kullanılmayan, ancak kelimenin kökenini araştırırken ipucu görevi gören harflerle kıyaslanabilir.
Darwin bu organları da "eksik, kusurlu ve kullanışsız durumdaki organlar" diye ifade etmiştir ki, "körelmiş organlar"dan kastının fonksiyonunu tam yerine getiremeyen veya tümüyle fonksiyonsuz organlar olduğu açıktır.
Dolayısıyla Tremblay"ın körelmiş organların tanımı konusunda Harun Yahya"ya getirdiği eleştiri haksızdır.
Asıl tutarsızlık ise Tremblay"ın yaptığı yorumdadır. "Körelmiş bir organ, evrimsel atalarındaki kullanımı ile kıyaslandığında daha azaltılmış fonksiyonları olan organdır" diye yazmaktadır. Peki ama mevcut bir organın, sözde "evrimsel ataları"nda başka bir işlev üstlendiğini nereden bilmektedir? Bu mantıkla, vücuttaki tüm orgaların körelmiş olduğu ileri sürülebilir; gözlerimizin sözde "daha önceki atalarımızda" ışığı algılamak yerine "su torbası" olduğu veya kollarımızın aslında yüzgeç işlevi gördüğü de iddia edilebilir. Yani Tremblay"ın yaptığı yorum, aslında ortada bir "körelmiş organ" tanımı bırakmamaktadır. Bu ise, evrimcilerin körelmiş organlar argümanındaki yenilgilerinin bir ifadesidir.
Madde 8 ve 9: Proteinler, DNA ve Hücrenin Kökeni
Tremblay bazı gerçekleri gerçekten mi anlamıyor ya da anlamazlıktan gelerek durumu kurtarabileceğini mi sanıyor? Bu soru, özellikle proteinlerin, DNA"nın ve hücrenin kökeni konusunda yaptığı yorum üzerine bizi düşündürmektedir.
Tremblay"ın anlamazlıktan geldiği gerçeğin ismi "indirgenemez komplekslik"tir. Proteinler, gerekli amino asit dilimi oluşmadıkça fonksiyonel olmazlar. Bir Sitokrom-C proteininin sadece % 10"unun, %25"inin veya %50"sinin oluşması, hiçbir şeye yaramaz. Aynı şekilde genetik bilgi, bu bilgiyi kodlayacak DNA zinciri ve bu zinciri okuyacak enzimler olmadıktan sonra, yaşamdan söz edilemez. Herkesin bildiği bu gerçek, evrim teorisini çıkmaza sokan en büyük sorunlardan biridir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.harunyahya.com/refuted13.php)
Sosyal ve Dini Konulardaki İtirazlar
Bunların dışında Tremblay sosyal ve dini konularda da eleştiriler getirmektedir ki, bunları kısaca şöyle cevaplayabiliriz:
Tarihte "din ve bilim çatışması" olarak geçen olaylar, din adına bağnazlık yapan bazı kişi ve kurumların hatalarından veya (aynen Tremblay"ın yaptığı gibi) bilimi ateizm zannedenlerin dogmatizminden kaynaklanmaktadır. Gerçekte, doğru anlaşıldıklarında ve uygulandıklarında, İlahi dinler ile bilim arasında çatışma yoktur, aksine büyük bir uyum vardır.
Tremblay"ın İslam dünyasında saydığı olumsuzluklar ise, İslam"ın özünden, yani Kuran"dan değil, aksine Kuran"ın yerine kabul edilen yanlış geleneklerden kaynaklanmaktadır.
Tremblay, Harun Yahya"nın inançsızlık ile ahlaksızlık arasında kurduğu bağlantıyı da reddetmektedir ki, bu da yanlış ve yüzeysel bir itirazdır. Ahlaki dejenerasyon, insanların tutkularını sınır tanımaz bir biçimde tatmin etmek istemeleriyle başlar. İlahi dinler ise insana bu tutkuları dizginlemeyi öğretir. Bu dinlerin şekillendirmediği bir toplumda, bencil bireylerin çoğalması ve dolayısıyla ahlaki dejenerasyonun artması kaçınılmazdır.
Tremblay Sosyal Darwinizm"in etkili bir fikir olmadığını da ileri sürmekte ve şöyle yazmaktadır:
Aşağı hayvanlarla bizim davranışlarımız arasında gerekli bir ilişki bulunmamaktadır ve hiçbir ciddi düşünür bunu öne sürmeyecektir. Bunun herhangi biri tarafından ciddi bir argüman olarak kullanıldığını hiç duymadım...
Bu bariz bir yanılgıdır. Sosyal Darwinizm"in, yani insan davranışlarını hayvan davranışlarına atıfla açıklamaya çalışma girişiminin, 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın ortalarına kadar etkin olduğu bilinen bir gerçektir. O zamandan bu yana ise Sosyal Darwinizm terimi popülaritesini yitirmiş, ancak aynı görüş farklı şekillerde ifade edilmiştir. 1970"lerden beri savunulan "Sociobiology" tezinin ve günümüzde giderek daha popüler hale getirilmeye çalışılan evrimsel psikolojinin özü budur. Tremblay, eğer bunları gerçekten "hiç duymamış" ise, konuyu biraz daha yakından incelemelidir.
Sonuç
François Tremblay"ın Harun Yahya"nın eserlerine karşı getirdiği eleştiriler, kendisinin bir defasında kuşkulandığı gibi "yüzeysel" ve dahası yanlıştır. En büyük hatası ise, evrim teorisini ve materyalizmi tartışılmaz bir dogma olarak kabul etmesi ve sonra tüm bulguları bu ideolojik süzgeçten geçirmesidir. Kendisine daha açık fikirli ve akılcı düşünmesini öneriyoruz.