Birleşmiş Milletler, 1945 yılında, yeni bir dünya savaşının çıkmasını engellemek hedefi üzerine kuruldu. Bu açıdan bakıldığında, günümüze kadar gelen zaman dilimi içinde kendi misyonunu büyük ölçüde yerine getirmiş gibi görünüyor. Ama bu birlik, kuşkusuz ki o yıllarda yeni tecrübe ettiği dünya savaşları dışında, gelişmesi muhtemel farklı çatışma ortamlarına hazırlıklı değil. Aradan geçen 71 sene içinde BM müdahalelerinin bir kısmı başarılı olmuş olsa da, dünyanın genelinde gerçekleşen pek çok olay, BM’yi ciddi şekilde aciz bıraktı.
Milletlerin “barış” düsturu ile bir çatı altında toplanmaları kuşkusuz ki güzel bir girişim. Birleşmiş Milletler, bugün 193’e ulaşmış olan üye sayısı ile dünyanın çok büyük bir kısmını kendi bünyesi altında toplayabildi. Ancak dünya, BM hukukunu göz ardı edercesine yoğun bir çatışma alanı haline gelmiş durumda. 2016 Küresel Barış Endeksi’ne göre, yeryüzünde son 10 yıl içinde çatışma yaşamayan sadece 10 ülke kalmış durumda. Terör, sadece 2015 yılında, dünyada 32 bin 715 kişinin hayatına mal oldu. Görünen o ki, dünya barışından sorumlu Birleşmiş Milletlerin, dünya savaşlarına odaklanırken, dünyadaki lokal savaşlara da odaklanması şart gibi görünüyor.
BM, dünyanın bugünkü şartlarına bakarak, kuruluş amacının ötesine gitmek zorunda. Bunun için de BM içinde çeşitli yeniliklerin devreye girmesi, bir nevi reformların yapılması gerekiyor.
Reformların “Güvenlik Konseyi” ile başlaması gerektiği artık bütün dünyanın ortak kanaati. Birleşmiş Milletler’de, Genel Kurul, bir danışma kurulu şeklinde işlev görüyor ve tüm üye ülkeler tarafından temsil ediliyor. Ancak 24. Madde uyarınca “uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında başlıca sorumluluğu” üstlenen Güvenlik Konseyi, her biri veto yetkisine sahip 5 daimi üye ve 2 yıllığına seçimle gelen 10 daimi olmayan üyeden oluşuyor. Söz konusu veto hakkı, fikirleri ve öncelikleri birbiri ile çoğunlukla çelişen bu ülkelerin ortak karar almasını oldukça zorlaştırıyor. Antlaşma’nın 7. Bölümü uyarınca, çatışmaların gerçekleştiği ülkelerde gerekli güvenlik önlemlerinin alınamadığı görülüyor. Bu durum, özellikle şu günlerde BM’yi, çatışma bölgelerine yardım götüren bir kurum olmaktan öteye götüremiyor.
BM içinde, söz konusu zafiyet inkar edilemez boyutlara ulaştığından, buna çare oluşturacak çeşitli reform çalışmaları son günlerde konuşulur oldu. Güvenlik Konseyi üyelerinin sayısının artırılması ilk planda en popüler öneriler arasında. Daimi üyeler arasına, nüfusça kalabalık ve ekonomik gücü yüksek olan ülkelerin katılması, fakat bununla birlikte veto yetkisinin sınırlandırılması dile getiriliyor.
Ağır çatışmaların ve açık insan hakları ihlallerinin yaşandığı bölgelere, mecburi bir müdahaleyi zorunlu kılacak şekilde alternatif bir sistem düşünülmesi de gerekli kuşkusuz. Dünyanın şahit olduğu bu tip özel durumlarda, veto yetkisi kullanılmaksızın uygulanması gereken kararlar olması gerekiyor. Bu duruma, AB Lizbon Sözleşmesi bir örnek teşkil ediyor. Bu sözleşme, üye ülkelerin, oybirliği yerine oyçokluğu ile özel durumlar için hızlı ve aktif kararlar almalarını sağlıyor. Ama elbette, bu mekanizmanın BM’ye uygulanması için, Güvenlik Konseyi üye sayısının artırılması şart gibi gözüküyor. Çünkü bilindiği gibi BM, Avrupa Birliği’nden daha geniş ve birbirinden daha farklı siyasi fraksiyonları bir arada tutan bir kurum. Dolayısıyla, oyçokluğunun hakkaniyetli bir sonuç verebilmesi için, çoğunluğun üçten daha fazla ülke tarafından temsil edilmesi önemli.
Türkiye’nin dile getirdiği, Güvenlik Konseyi’nde bir ülke hakkında karar alınırken, bölge ülkelerin söz hakkının olması konusu ise oldukça haklı bir görüş. Civar ülkeleri hem iç savaş hem de terör ile çalkalanan, Türkiye gibi risk içindeki ülkeler, komşu ülkelerinin çözümü için kuşkusuz daha verimli ve daha köklü çözümler getirebilirler. Böyle ülkelerin, sadece bölge coğrafyasını değil, etnik kimlikleri, bölge halkını ve terör unsurlarını da paylaşmakta olduğu bu noktada hatırlanmalıdır. Kuşkusuz bu ülkeler, komşularını daha iyi tanımakta ve bölgenin yapısına dair daha akılcı stratejiler belirleyebilmektedir.
Her kıtanın bir daimi üye ile temsil edilmesi de önerilerden bir tanesi. Dünya kuşkusuz beşten büyük olduğu gibi, üç kıta ile de sınırlı değil.
Birleşmiş Milletler, II. Dünya Savaşı’nı çoktan geride bıraktığımız şu günlerde, 21. Yüzyılın standartlarına ve 21. Yüzyılın anlaşmazlıklarına göre şekil almak zorunda. Demokratikleşme, bu reform atılımının ilk şartı gibi görünüyor. Çünkü böylesine özel bir kurumun karar alıcılarının demokratikleşmeye adım atamamaları, sadece BM’yi değil, bütün dünyayı etkiliyor. Ülkelerin yaşadığı felaketlere çözüm getirilemediği gibi, şiddet odakları, bu çözümsüzlükten nemalanıyor ve bir karşı güç görememenin rahatlığını yaşıyorlar.
Unutulmamalıdır ki, terör ve şiddetin tek malzemesi silah değildir. Şiddet odakları, yanlış fikirlerin peşinden sürüklenir ve barış insanlarının sessiz kalmasından faydalanırlar. Şu durumda, dünyaya barış getirme adına ortaya çıkan BM’nin yapması gereken şey, barışın, şiddet ve savaşlardan daha fazla ses getirdiğine inanması ve bir birlik ruhu içinde, yanlış fikirler ve yanlış inançlarla ilmi anlamda mücadele etmesidir. Karar alamayan bir barış konseyi, daima zafiyet anlamına gelecektir. Ülkeler, eğer gerçekten barış adına bir aradalarsa, bu birliğin gereğini doğru reformlar ve doğru kararlarla yerine getirmelidirler.
Adnan Oktar'ın Gulf Times'da yayınlanan makalesi:
http://www.gulf-times.com/story/524188/The-United-Nations-needs-reformations