1700’lerde birbirinden farklı milletler ve devletler, bir araya gelerek ABD gibi dev devletleri oluştururken; halklar, parçalanmak yerine bütünleşmeyi hedeflemişken, dünya üzerinde güçlü bir ulus kavramı gelişiyordu. Bu kavram, Osmanlı gibi dev imparatorlukları bir arada tutuyor, insanlar üzerinde güçlü, ideolojik bir milli bilinç meydana getiriyordu.
Ne zaman ki sömürülmesi gereken zayıflar dünya dev güçlerinin dikkatini çekti; ne zaman ki, silah piyasası cazip bir görünüm aldı; ne zaman ki demokrasi ve özgürlükler kavramı yanlış anlaşıldı; işte o zaman dünyanın seyri değişti. Avrupa dağıldı, dağılan Avrupa kendi içinde tekrar dağıldı; Osmanlı’nın mirası üzerinde cetvelle çizilmiş yeni devletler oluştu, nihayetinde onlar da kendi içlerinde parçalandı. Bazı derin güçler, parçalanmanın daima kendi hedeflerine hizmet edeceğini düşünmüşlerdi.
İşte bu yüzden, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir dünya savaşını engellemek için kurulmuş olan birlikler, “halklar” kavramını ön plana çıkardılar. Öncülüğü Birleşmiş Milletler yaptı. Buna göre, uluslararası alanda “halk” kimliğini elde eden topluluklar, yaşadıkları ülkenin egemen gücünün kendilerine yönelik baskı, şiddet ve tehdit yöntemlerini kullandığını iddia ederek BM’ye başvurduklarında, BM’den yardım ve destek alma hakkını kazanacaklardı. Bir süre sonra bu strateji Avrupa Birliği tarafından yürürlüğe konuldu. Avrupa Konseyi, 1981-1984 yılları arasında "özerkliklerinsavunulması, demokrasi ilkelerine dayanan bir Avrupa'nın kurulmasının temel koşuludur" görüşünden hareketle "özerklik şartı" isimli tasarıyı kabul etti.
Avrupa, bunu “demokrasinin gereği” olarak görmüştü. Ama AB’yi oluşturan ülkeler bunu alttan alta tehlike olarak gördüler. İşte bu nedenledir ki, bu özel yasayı kabulde hemen her Avrupa ülkesi şerh koydu. Ülkeler demokrasi adı altında halklar kavramını kabul ediyor ama bölünmekten korkuyorlardı. BM yasaları da sırf bu yüzden şerhsiz kabul edilmemişti.
Bugün, ezilen halklar kavramı, komünist rejim kurmayı isteyen terör çeteleri, etnik kimlikleri bir koz olarak kullanmak isteyen faşist gruplar, mal ve enerji paylaşımı yapmayı istemeyen bencil topluluklar tarafından kullanılır bir koz haline gelmiştir. Rohingya gibi gerçekten ezilen halklar için ise yok hükmündedir.
Avrupa, söz konusu yasanın vahim sonuçlarını yakından izlemekte ve bölünmeyi engellemek için AB sözleşmesine konulan şerhlerin koruyuculuğuna sığınmaktadır. Bu şerhler söz konusu olmasa, İspanya’da Katalonya ve Bask bölgesi, İngiltere’de İskoçya ve Galler, İtalya’da Veneto bölgesi, Belçika’da zenginliği paylaşmak istemeyen Flaman bölgesi, Fransa’da Korsika adası bölünmeye doğru sürüklenecek ve parçalanmış Balkanların izinden gidecektir. Bölündükçe karışacak, halklar birbirlerine karşı cepheleşecek, bin yıldır bir arada yaşayan topluluklar, ilk defa ön plana çıkan etnik kimlik ayrıştırması sonucunda menfaatperest ve nihayetinde de birbirlerine düşman olacaklardır.
Bölünmenin doğasıdır bu. İnanmayanlar, Ortadoğu veya Afrika’ya şöyle bir bakabilirler. Binlerce yıl bir arada yaşayan toplulukların birbirlerini nasıl düşman olarak addettiklerini, kendi kardeşlerinin kanını nasıl döktüklerini izleyebilirler. Ulus birliğine, din birliğine, dinlerin kardeşliğine rağmen nasıl kardeşliklerini unuttuklarına şahit olabilirler.
Özgürleşme ve demokrasi bu değildir. Demokrasi, tüm dinleri ve etnik kimlikleri bir arada tutan özgür güçtür. Demokrasi; kardeşliğin ve insanlar ve toplumlar arasındaki saygının güçlenmesini sağlar. Demokrasi, bölmez, tam tersine tüm farklılıkları birleştirir, bütünleştirir.
Avrupa ve derin güçler, demokrasiyi yanlış anladılar. Ortadoğu’daki bölünme, tahminlerinin aksine, nasıl Avrupa’ya da bir bela olarak döndüyse; kendi içlerindeki bölünme de böyle bir belaya dönüşebilir. Çok geç olmadan bu felaketi durdurmak mümkündür.
Adnan Oktar'ın Gulf Daily News'de yayınlanan makalesi