Yeni bir dünya kuruluyor ve Türkiye'nin bu dünyada alacağı yer, kimliği, kültürü, tarihi ve bunlara bağlı olarak geliştireceği stratejilerle belirlenecek. İşte bu nedenle de, Türkiye'nin gerek devlet, gerekse toplum olarak geçmişte olduğu gibi bugün de, tarihin kendisine yüklediği misyonu benimsemesi ve bu misyona uygun bir milli strateji geliştirmesi gerekiyor. Çünkü başta Balkanlar olmak üzere, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya Türkiye'den çok şey bekliyor.
İnsanların büyük bölümünde, içinde bulundukları dönemde mevcut olan ülke sınırlarının hiç değişmeyeceği yönünde bir inanış vardır. Haritaya baktıklarında, gördükleri dünyanın hep öyle kalacağını sanırlar. Kendi ülkelerinin ya da komşu ülkelerin sınırlarının, sanki hiç değişmemek üzere belirlenmiş olduğunu düşünürler.
Haritalar kalıcı değil
Oysa dünya üzerindeki ülkelerin sınırları sık sık değişir. Bu sınır değişiklikleri ise, çoğunlukla dünyayı ya da en azından bir bölgeyi köklü bir biçimde etkileyen dönüm noktaları sonucunda olur. Bu dönüm noktalarının modern çağdaki en belirginleri, Napolyon Savaşları'nın ardından gelen Viyana Kongresi, ardından 1878'deki Berlin Anlaşması, sonra da I. Dünya Savaşı'ydı. Bütün bu dönüm noktalarında, özellikle de I. Dünya Savaşı'nda, dünyanın coğrafyası büyük ölçüde değişti. Çok uluslu imparatorluklar yıkıldı, yerlerine (çoğu yapay olan) ulus devletler kuruldu, özellikle de Ortadoğu ve Balkanlar'da yepyeni bir harita ortaya çıktı. İnsanların çoğu, bu savaş sonucunda oluşan haritayı da istikrarlı ve kalıcı bir harita sandılar, ancak bu harita da fazla uzun ömürlü olamadı ve II. Dünya Savaşı ile bir kez daha köklü bir değişime uğradı. II. Dünya Savaşı'nın ardından da Batı ve Doğu blokları sabit kaldı, ama 1960'larda Üçüncü Dünya'da gelişen dekolonizasyon dalgası, çoğu Afrika'da yer alan onlarca yeni devletin kurulmasını sağladı. Dünyanın siyasi haritası, radikal bir biçimde bir kez daha değişime uğradı.
Pek çok insan, sözünü ettiğimiz tüm bu dönüm noktalarında dünyanın artık "ideal" haritaya kavuştuğunu düşündü, ama her seferinde bunun ardından yeni bir dönüm noktası ve yeni bir revizyon geldi.
Türkiye'den beklenen rol
Bu tarihsel gelişim bize önemli bir gerçeği gösterir; Tarihin hiçbir döneminde dünyanın ideal ve kalıcı siyasi haritasının oluştuğunu öne sürmek ve böylece statükonun değişmeyeceğine hükmetmek mümkün, ya da en azından akılcı değildir.
Kuşkusuz stratejik açıdan önemli olan tek gelişme harita değişikliği de değildir. Ülkelerin sınırları sabit kalsa da, güçleri, etkileri ve rejimleri değişebilir ki, bu da yine dünyanın siyasi çehresinin büyük bir değişime uğraması anlamına gelir.
Dolayısıyla, bugün de içinde yaşadığımız dünyanın siyasi haritasının ve güç dengelerinin "ebedi" olduğunu düşünmek ve buna dayanarak durağan ve statükocu bir strateji belirlemek, bir ülke açısından önemli bir yanlış olur. Özellikle de dünya siyasal sisteminin değişime uğradığı, taşların yerinden oynadığı ve "dünyanın yeniden kurulduğu" büyük kırılma dönemlerine, her türlü olasılığı hesaplayan geniş bir vizyonla bakmak gerekir.
İçinde yaşadığımız dönem ise, tam da sözünü ettiğimiz türden bir kırılma dönemidir. Soğuk savaşın bitmesiyle birlikte taşlar yerinden oynamıştır ve 11 Eylül'den sonra da tekrar nasıl bir kompozisyonla çökecekleri belli değildir. Eğer bu taşların hareketlerine müdahalede bulunulmaz ve "nasıl olsa bir şekilde çökerler" diye düşünürseniz, o takdirde ortaya çıkan kompozisyon, büyük olasılıkla menfaatlerinize uygun olmayacaktır. Yani menfaatinize uygun bir düzenlemeyi, ancak taşların hareketlerine müdahalede bulunarak elde edebilirsiniz.
Türkiye'nin tarihsel mirası, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu'da önemli bir hayat sahası oluşturmaktadır. Osmanlı'nın tek mirasçısı olan Türkiye, sözünü ettiğimiz kırılma döneminin en yoğun olarak yaşandığı bu bölgede, geçmişte olduğu gibi bugün de, tarihi mirasına sahip çıkarsa taşları yerinden oynatabilir. Türkiye'nin stratejik ufku, Osmanlı mirasına sahip çıkmasıyla orantılı olarak gelişecektir. Çünkü dünyanın yeni bir Osmanlı İmparatorluğu'na ihtiyacı vardır. 21. asır, bu mirasın tekrar ayağa kaldırılacağı "Türk-İslam Dünyası"nın asrı olacaktır.
Soğuk savaş döneminin ardından
Bundan 20 ya da 30 yıl önce, Türkiye için bir "Balkan stratejisi"nden söz edilse, kuşkusuz bu pek anlamlı bir kavram olmazdı. Çünkü o zamanlar, Türkiye'nin uzun vadeli bir strateji geliştirmesi için ne gerekli ortam ne de imkan vardı. Dünya iki kutup arasındaki durağan bir çekişmeden ibaret olan soğuk savaş ile adeta dondurulmuştu.
Strateji belirlemede temel unsurlar olan tarih, kültür, demografi, ticaret, doğal kaynaklar gibi unsurlar, soğuk savaşın üzerlerine çektiği kalın bir perde ile gizlenmişlerdi. Dünyadaki devletlerin tümü ya Batı bloku içinde yer alıyor, ya Sovyetler Birliği ekseninde hareket ediyor, az bir bölümü de Bağlantısızlar Bloku içinde yaşıyordu. Dolayısıyla bir ülkenin strateji belirlerken yapabileceği tek şey, bu dengeleri hesaplamak oluyordu.
Dahası, bir ülkenin ideolojik tercihi, özellikle sosyalist ülkelerde, o ülkenin tarihsel ve ulusal kimliğini gölgeliyor, dolayısıyla strateji kavramı tek boyutlu dar bir kalıba girmek zorunda kalıyordu. Ülkeler ya da halklar arasında yüzyıllardır var olan tüm kültürel, dini, etnik ve ulusal sürtüşme ya da dostluklar önemini yitirmişti. "Birinci Dünya" (Batı Bloku) ile "İkinci Dünya" (Doğu Bloku) arasındaki rekabet, yegane stratejik endişeydi.
Ancak 80'li yılların sonunda, soğuk savaş aniden bitiverdi. Önce Doğu Bloku'nun sosyalist rejimleri birer birer devrildiler. Bir süre sonra da Sovyetler Birliği tarihe karışıverdi. (Harun Yahya, Milli Strateji)
Türkiye için yeni bir vizyon
Çok geçmeden önemli bir gerçek ortaya çıktı: Soğuk savaş, az önce sözünü ettiğimiz dini, etnik, kültürel ya da ulusal kimlikleri ortadan kaldırmamış, hatta biraz olsun bile zayıflatmamıştı. Sadece bu kimliklerin üzerine yarım asırlık bir perde çekmişti. Perde yırtılınca, herşey eskisi gibi ortaya çıktı. Bir başka deyişle, herşey aslına rücu etti.
Bunun Türkiye açısından anlamı ise, yepyeni bir stratejik ufuk oldu. Soğuk savaşın dar kalıplarının kırılması ile birlikte Türkiye'nin de önüne yeni bir vizyon açıldı. Bugün Türkiye, din, etnik kimlik ve kültür gibi kavramların çok önemli hale geldiği, tarihsel ittifak ve cepheleşmelerin yeniden uyandığı bir Balkanlar'da, Osmanlı İmparatorluğu'nun doğal mirasçısı olarak büyük bir inisiyatif sahibi.
Kısacası bir kez daha yeni bir dünya kuruluyor ve Türkiye'nin bu dünyada alacağı yer, kimliği, kültürü, tarihi ve bunlara bağlı olarak geliştireceği stratejilerle belirlenecek. İşte bu nedenle de, Türkiye'nin gerek devlet, gerekse toplum olarak, geçmişte olduğu gibi bugün de, tarihin kendisine yüklediği misyonu benimsemesi ve bu misyona uygun bir milli strateji geliştirmesi gerekiyor.