Stratejik ufuk ve sınırlar
ucgen

Stratejik ufuk ve sınırlar

9389
Çocuklarımıza vereceğimiz öğrenimin sınırı ne olursa olsun onlara esas olarak şunları öğreteceğiz; Milletine, Türkiye Devleti'ne, TBMM'ne, düşman olanlarla mücadele; bu mücadelenin sebep ve vasıtaları ile donatılmayan bir millet için yaşama hakkı yoktur.
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

 

Müslüman Türk Milleti tarih boyunca adaletiyle, hoşgörüsüyle, merhametiyle, vicdanıyla, haysiyetiyle dünyaya nizam vermiş şerefli bir geçmişe sahiptir. Bu nedenle de geçmiş tecrübelerinden faydalanarak dünya üzerinde adaleti sağlaması ve yaşanan zulümlere son verebilmesi için önünde hiçbir engel yoktur. Yapılması gereken tek şey milli birlik içinde olmak ve Kuran'da öğretilen gerçek adaleti hakim kılmak için ciddi bir çaba göstermekterdir.
HARUN YAHYA


Stratejik Ufuk ve Sınırlar

İnsanlar genelde kendi ülkelerinin sınırlarının ya da komşu ülkelerin sınırlarının hiç değişmeyeceğini düşünürler. Oysa 20. yüzyıl tarihi incelendiğinde ülkelerin sınırlarının çok sık değiştiği görülecektir. Bugün de dünyanın siyasi haritasının ve güç dengelerinin değişmez olduğunu düşünmek büyük yanlışlık olacaktır.

İnsanlar genelde kendi ülkelerinin sınırlarının ya da komşu ülkelerin sınırlarının hiç değişmeyeceğini düşünürler. Oysa 20. yüzyıl tarihi incelendiğinde ülkelerin sınırlarının çok sık değiştiği görülecektir. Bugün de dünyanın siyasi haritasının ve güç dengelerinin değişmez olduğunu düşünmek büyük yanlışlık olacaktır. Özellikle dünyadaki siyasal sistemlerin değişime uğradığı dönemlerde dünya siyasetine, her türlü olasılığı hesaplayan geniş bir vizyonla bakmak gerekir. Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar gibi 20. yüzyılın problemli coğrafi bölgelerine yüzyıllar boyu adil bir şekilde hükmetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu'nun tek mirasçısı olan Türkiye, geçmişte olduğu gibi bugün de dış politikasını oluştururken bu gerçeği gözönünde bulunduracaktır.

İnsanların büyük bölümünde, içinde bulundukları dönemde mevcut olan ülke sınırlarının hiç değişmeyeceği yönünde bir inanış vardır. Haritaya baktıklarında gördükleri dünyanın, hep öyle kalacağını sanırlar. Kendi ülkelerinin ya da komşu ülkelerin sınırlarının sanki hiç değişmemek üzere belirlenmiş olduğunu düşünürler. Oysa bu yanlış bir düşüncedir.

Sınırlardaki Köklü Değişiklikler

Dünya üzerindeki ülkelerin sınırları sık sık değişir. Bu sınır değişiklikleri ise, çoğunlukla dünyayı ya da en azından bir bölgeyi köklü bir biçimde etkileyen dönüm noktaları sonucunda gerçekleşir. Bu dönüm noktalarının modern çağdaki en belirginleri Napolyon Savaşları'nın ardından gelen Viyana Kongresi, 1878'deki Berlin Anlaşması ve I. Dünya Savaşı'ydı. Bütün bu dönüm noktalarında, özellikle de I. Dünya Savaşı'nda dünyanın coğrafyası büyük ölçüde değişti. Çok-uluslu imparatorluklar yıkıldı, yerlerine (çoğu yapay) ulus devletler kuruldu, özellikle de Ortadoğu ve Balkanlar'da yepyeni bir harita ortaya çıktı. İnsanların çoğu 1. Dünya Savaşı sonrasında oluşan haritayı istikrarlı ve kalıcı bir harita sandılar, ancak bu harita da fazla uzun ömürlü olamadı ve II. Dünya Savaşı'yla birlikte bölgedeki siyasi yapı bir kez daha köklü bir değişime uğradı. Savaş sonrası döneminde ise Batı ve Doğu blokları sabit kalmasına rağmen, özellikle 1960'larda Üçüncü Dünya'da gelişen dekolonizasyon dalgası ile birlikte, çoğu Afrika'da yer alan onlarca yeni devlet kuruldu. Dünyanın siyasi haritası radikal bir biçimde bir kez daha değişime uğradı.

Pek çok insan sözünü ettiğimiz tüm bu dönüm noktalarında dünyanın artık "ideal" haritaya kavuştuğunu düşündü, ama her seferinde bunun ardından yeni bir dönüm noktası ve yeni bir revizyon geldi.

Bu tarihsel gelişim bize önemli bir gerçeği gösterir: Tarihin hiçbir döneminde dünyanın ideal ve kalıcı siyasi haritasının oluştuğunu öne sürmek ve böylece statükonun değişmeyeceğine hükmetmek mümkün, ya da en azından akılcı değildir.

Kuşkusuz stratejik açıdan önemli olan tek gelişme harita değişikliği de değildir. Ülkelerin sınırları sabit kalsa da, güçleri, etkileri ve rejimleri değişebilir ki, bu da yine dünyanın siyasi çehresinin büyük bir değişime uğraması anlamına gelir.

Dolayısıyla, bugün de içinde yaşadığımız dünyanın siyasi haritasının ve güç dengelerinin "ebedi" olduğunu düşünmek ve buna dayanarak durağan ve statükocu bir strateji belirlemek, bir ülke açısından önemli bir yanlış olacaktır. Özellikle de dünya siyasal sisteminin değişime uğradığı, taşların yerinden oynadığı ve "dünyanın yeniden kurulduğu" büyük kırılma dönemlerine, her türlü olasılığı hesaplayan geniş bir vizyonla bakmak gerekir.

Belirleyici Unsur Olmak

İçinde yaşadığımız dönem ise tam da sözünü ettiğimiz türden bir değişim dönemidir. Soğuk Savaş'ın bitmesiyle birlikte taşlar yerinden oynamıştır ve tekrar nasıl bir kompozisyonla yerleşecekleri belli değildir. Bu taşların hareketlerine müdahalede bulunmasak da bir şekilde yerleşeceklerdir, fakat ortaya çıkan kompozisyon büyük olasılıkla menfaatlerimize uygun olmayacaktır. Menfaatimize uygun bir düzenlemeyi ise ancak taşların hareketlerine müdahalede bulunarak elde edebiliriz.

Türkiye'nin tarihsel mirası, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu'da önemli bir hayat sahası oluşturmaktadır. Osmanlı'nın tek mirasçısı olan Türkiye, sözünü ettiğimiz değişimin en yoğun olarak yaşandığı bu bölgede, geçmişte olduğu gibi bugün de, tarihsel mirasına sahip çıkarsa taşları yerinden oynatabilir. Türkiye'nin stratejik ufku, Osmanlı mirasına sahip çıkmasıyla orantılı olarak gelişecektir. Çünkü Türk dünyasının hatta İslam dünyasının yeni bir Osmanlı İmparatorluğu'na ihtiyacı vardır. 21. asır bu mirasın tekrar ayağa kaldırıldığı sahipsiz kalan Türk-İslam dünyasının yeniden toparlandığı asır olacaktır.

Osmanlı İmparatorluğu'nun hakim olduğu Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu'ya baktığımızda karşımıza büyük bir Müslüman ve Türk nüfus çıkar. Bu potansiyel, Osmanlı'nın mirasçısı Türkiye için önemli bir avantajdır. Bu mirasa sahip çıkan Türkiye, 21. yüzyılda çok önemli bir bölgesel güç haline gelecektir. Yerine getireceğimiz en önemli görev, Osmanlı'nın kurmuş olduğu "nizam"ı tarihsel delilleriyle ortaya koymak ve dünyaya anlatmaktır.

TOPLUMSAL HUZURUN TEMELİ

Devlete bağlılığı sağlayacak en önemli etkenlerin başında, toplumda yaşanmakta olan ahlak anlayışı gelir. Eğer bir toplumda; menfaatperestlik ya da yaygın deyimle "köşe dönmecilik" yaygınlaşırsa, isyankarlık makbul olarak görülürse, insanların birbirine sevgi ve saygı beslemesi, fedakarlıkta bulunması gibi güzel ahlaka dair tavırlar terk edilirse, bu durumda o toplumun bireylerinin devlete bağlı olmaları da düşünülemez. Çünkü devlete bağlılığın temelinde üstün bir ahlak yatmaktadır. Bu ahlak kaybolur ve yerine üstte belirttiğimiz kötü ahlak özellikleri yaygınlaşırsa, devlete bağlılık kavramı da kendiliğinden yok olmaya başlar.

Sözünü ettiğimiz üstün ahlakın temelinde ise dini inançlar yatar. Nitekim Cumhuriyetimiz'i kuran Büyük Önder Atatürk, "Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur" diyerek bu gerçeği açıkça ilan etmiştir.

Bilindiği gibi bir toplumda huzur ve sükunet, o toplumdaki insanların devlete karşı gösterdikleri itaat, saygı ve güvenle sağlanabilir. Yüce dinimizde de "itaat" makbul bir ahlak özelliği olarak teşvik edilmektedir. Allah Müslümanlara pek çok ayetinde itaati emretmektedir. Dolayısıyla Kuran ahlakına göre yaşayan insanların oluşturduğu bir toplum aynı zamanda, devlete itaatin ve saygının en yüksek derecede yaşandığı bir ortam olur.

İslam Dini, aynı zamanda insanları her türlü anarşi ve terör eyleminden de uzak tutar. Çünkü Allah Kuran'da insanları "bozgunculuktan" da menetmiştir. Kuran ahlakını gereği gibi kavrayan ve yaşayan bir insan, Allah'ın bu yöndeki emirleri gereği yeryüzünde karışıklık çıkarmaktan, sıkıntılı, karmaşa dolu ortamlar yaratmaktan şiddetle kaçınır. Kuran ahlakına uygun huzur ve sükunet dolu, itidalli, hoşgörülü, her zaman sorunları çözme arayışı içinde olan, olayları tırmandırmayan, aksine her zaman uzlaştırıcı bir tutum sergiler.

Günümüzde din, bazı kesimlerce yanlış bir biçimde anlaşılmakta ve uygulanmaktadır. Oysa Kuran'da tarif edilen gerçek dindar modeli toplumda yaygınlaşırsa, toplumsal hayat da son derece barış ve esenlik dolu olur. İnsanlar devlete duydukları güven ve saygıyı, onun organlarına itaat ederek gösterirler. Polise ve diğer güvenlik güçlerine karşı hırçın, ters davranan, zorluk çıkaran insanlar olmaz. Aksine İslam ahlakını yaşayan insanlar son derece yardımsever ve hoşgörülü tutumlarıyla, güvenlik güçlerinin yanında yer alır, onların işlerini kolaylaştıracak şekilde hareket ederler. Bu ahlaktaki insanların varlığı sayesinde toplumdan anarşi, terör, kargaşa ve düşmanlık giderilir. İnsanlar arasında kavgalar, bağırtılar, tartışmalar tamamen kalkar. İnsanlar sokaklara rahatça çıkabilir, gece-gündüz güven içinde her yerde dolaşabilir.

Dinin varlığı, Allah sevgisini de beraberinde getirir. Bu, tüm insanlarda çok olumlu ve güzel bir etki yapar. Herkes Allah'ın rızasını kazanmak için güzel ahlak gösterir, birbirini Allah rızası için sever, sayar. Toplumun geneline şefkat, merhamet, hoşgörü hakim olur. İnsanlar Allah'ın emirleri doğrultusunda hayırlarda yarışırlar.

Diğer yandan Allah korkusu sayesinde herkes ahlaksızlıklardan ve kötülüklerden kaçınır. Asırlardır engellenemeyen, önü alınamayan her türlü olumsuzluk bir anda biter. Dinin sıcaklığı ve barışçı ruhu her yere hakim olur. Elbette burada kastedilen Kuran'da bildirilen gerçek dindir ve bu dinin samimi olarak yaşanmasıdır.

Tüm bunlar, dinin insanlara kazandırdığı ahlak özelliklerinin, devletin bekası ve toplumun huzuru açısından son derece gerekli olduğunu göstermektedir. Dinsiz bir insan modelinin oluşturacağı toplum yapısı, bencillik ve çatışma üzerine kurulu olacağı için, ister istemez devleti ayakta tutan değerleri de tahrip edecektir. Dinsizlik, isyanı, çatışmayı, anarşiyi, nefreti, güvensizliği getirirken; din, insanlara itaati, barışı, düzeni, sevgiyi ve güveni kazandırır.

Allah insanlara "Ey iman edenler, hepiniz topluca 'barış ve güvenliğe' girin" (Bakara Suresi, 208) ayetini buyurmaktadır. Bu ayette davet edildiği şekilde barış ve güvenliğe giren insanlar, devletin bekasının da en büyük dayanağı olacaklardır.

KOMÜNİST VAHŞETİN ACI BİLANÇOSU

20.yüzyılın her döneminde masum insanlar komünist liderler tarafından hunharca katledilmişlerdir. SSCB'de Lenin, Stalin, Çin'de Mao, Kamboçya'da Pol Pot gibi liderler ülkelerinde komünist ideolojiyi yerleştirebilmek uğruna toplu katliamlar yapmışlardır. İnsanlar çalışma kamplarında açlıktan ve soğuktan ölüme terkedilmişler, baskı rejiminin gizli polisleri ya da askerleri tarafından rejim düşmanı suçlamasıyla idam edilmişlerdir.

20. yüzyılda Darwinizm'in etkisiyle ortaya çıkmış birçok ideoloji vardır. Bu ideolojiler yüzyılın her döneminde insanlara karanlık günler yaşatmıştır. Komünizmin karanlık yüzyılı olarak tarihe geçen 20. yüzyılda 100 milyondan fazla insan komünistler tarafından katledilmiştir.

Geride bıraktığımız 20. yüzyıl, belaların, acıların, katliamların, sefaletin, büyük yıkımlar getiren savaş ve çatışmaların yüzyılıydı. Milyonlarca insan hayali ideolojileri yerleştirmek veya korumak uğruna katledildi, açlığa ve ölüme terk edildi, evsiz ve korumasız bırakıldı.

İnsanlara karanlık günler yaşatan bu ideolojilerin başında komünizm gelir. Komünizmin girdiği Kamboçya, Kuzey Kore, Laos, Vietnam, Doğu Avrupa ve Afrika ülkeleri gibi ülkelerin hepsinde benzeri vahşet örnekleri yaşanmıştır. Komünizmin bu kanlı bilançosu, "Komünizmin Kara Kitabı" adlı eserde şöyle özetlenmektedir:

 

 

 

"... Kimi uygulamalar belli rejimlerde daha ön plana çıksa da, suç işleme yöntemleri önemli ölçüde benzerlik taşıyordu. Farklı yöntemlerle katletme; kurşuna dizme, asma, suda boğma, sopayla döverek ya da zehirli gaz veya araba kazasıyla öldürme, açlık yoluyla imha komünist rejimler tarafından halka karşı uygulanıyordu. İnsanlar yönetimler tarafından kıtlık oluşturularak ya da kıtlıklara müdahale etmeyerek; sürgüne gönderilerek ya da zorunlu ikamet yerinde veya çalışma kamplarında sistemli olarak ölüme terk ediliyorlardı. "İç savaş" olarak adlandırılan dönemlerin durumu ise daha da karmaşıktır. Kimin isyancılar ile hükümet güçleri arasındaki çatışmaların sonucu, kimin ise rejim düşmanı suçlamasıyla yöneticiler tarafından katledildiği ayırt edilemiyordu.

 

 

 

Komünist katliamların sonucu: MİLYONLARCA ÖLÜ

SSCB: 20 milyon ölü

Çin: 65 milyon ölü

Vietnam: 1 milyon ölü

Kuzey Kore: 2 milyon ölü

Kamboçya: 2 milyon ölü

Doğu Avrupa: 1 milyon ölü

Latin Amerika: 150 bin ölü

Afrika: 1,7 milyon ölü

Afganistan: 1,5 milyon ölü
Bununla birlikte yönetimin komünistlerin ellerinde olduğu ülkelerdeki kanlı bilançoyu ortaya koyduğumuzda; her ne kadar asgari rakamlara dayalı olsa da konunun vahametini açıkça görmemize imkan sağlayacak yandaki gibi bir tablo görülür."


Tüm bu farklı komünist rejimlerde ortak bir psikoloji hakimdi: İnsani duygular, acıma, insaf, vicdan gibi hisler tamamen kaybolmuştu. İnsan toplumları, bir anda hayatta kalma mücadelesi vermekte olan vahşi hayvanlara dönüştürülmüştü. Nasıl vahşi bir hayvan besin ve yerleşim yeri elde etmek için kendi türüyle kıyasıya bir çatışmaya girerse, bu insanlar da aynı şekilde "hayvanlar" gibi hayatta kalma savaşına girmek zorunda bırakılmıştı. Çünkü Darwinist-komünist ideoloji, onlara aslında bir hayvan olduklarını ve hayvanlar nasıl yaşam için mücadele ediyorlarsa kendilerinin de öyle davranması gerektiğini öğretmişti.

Bu insanlık dışı hareketler, komünist rejimler tarafından bilimsel bir maske altında topluma kabul ettirilmişti. Komünist liderlerin, saldırganlık, terör ve katliamlar konusunda son derece açık ve cüretkar konuşabilmelerinin tek nedeni Darwin'in evrim teorisinden aldıkları onay idi. P.J. Darlington, bir evrimci olarak, Evolution For Naturalists isimli kitabında bu vahşetin, evrim teorisinin doğal bir sonucu olduğunu şöyle itiraf eder:

 

 

 

"Birinci nokta bencillik ve vahşet içimizdeki doğal bir şeydir, en uzak atamızdan bize miras kalmıştır. O zaman vahşilik insanlar için normaldir; evrimin bir ürünüdür."


Darwin'in evrim teorisini yol gösterici olarak kabul eden ve komünist ideolojinin safsatalarını benimseyen her bireyin, insanları hayvan olarak algılaması, onlara hayvanlara uygun gördüğü muameleleri göstermesi, onlara zulmetmekten çekinmemesi son derece doğaldır. Çünkü böyle bir kişi, bir Yaratıcısı olduğunu, yeryüzünde bulunuş amacını ve hesap günü dünyada yaptıklarından O'nun huzurunda hesap vereceğini unutur. Bunun sonucu olarak da Allah korkusu ortadan kalkan her insan gibi yalnızca kendi çıkarlarını düşünen bencil, acımasız bir zalim hatta gözü dönmüş bir katil haline gelir. Allah böyle insanların durumunu ve karşılaşacakları sonu şöyle haber verir:

 

 

 

 

"Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere 'tecavüz ve haksızlıkta bulunanların' aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azap vardır." (Şura Suresi, 42)

 

 

PAYLAŞ
logo
logo
logo
logo
logo