Peygamberimiz (s.a.v.)’in yaşadığı Asr-ı Saadet döneminde, günümüzün cumhuriyet ilkeleri en güzel biçimde uygulanmıştır. Çünkü insan hakları, demokrasi, özgürlük, güzel ahlak, bilim, sanat, estetik gibi Kuran ahlakının gereği olan kavramların tümü cumhuriyetin de temel ilkelerini oluşturur. İnsanlığa mutluluk ve yaşama sevinci sunan bu model, Allah’ın Kuran’da bildirdiği ve kulları arasında yaşanmasını istediği gerçek Müslüman ahlakıdır.
Fikri ve vicdanı özgür bireylerden oluşan bir toplum, cumhuriyetin temel esaslarından biridir. Düşünce ve inanç hürriyetinin önemi ise Kuran’da 1400 yıl önce Allah tarafından bildirilmiştir.
İçinde yaşadığımız dünyada çok farklı inançlara sahip insan toplulukları bulunmaktadır. İşte böyle bir dünyada yaşayan Müslümanlar, karşılarındaki insanın inancı ne olursa olsun anlayışlı olmakla, affetmekle, adil ve insancıl davranmakla yükümlüdürler. İman edenlere yükletilen sorumluluk Allah’ın dinine güzellikle, barış ve şefkatle davet etmektir.
İnsanların fikir, düşünce ve yaşam özgürlüğünü açıkça sağlayan ve güvence altına alan bir din olan İslam, insanlar arasında gerginliği, anlaşmazlığı, birbirlerinin hakkında olumsuz konuşmayı ve hatta olumsuz düşünceyi (zan) dahi engelleyen ve yasaklayan emirler getirmiştir. İslam terör ve şiddet eylemlerine kesinlikle karşı olduğu gibi, insanların üzerinde fikri olarak dahi en ufak bir baskı kurulmasını yasaklamıştır. İnsanların bir dine inanmaya veya o dinin ibadetlerini uygulamaya zorlanması, İslam’ın özüne ve ruhuna aykıdır. Çünkü İslam’da samimi iman; özgür irade ve vicdani bir kabul ile mümkündür. Elbette Müslümanlar Kuran’da anlatılan ahlaki vasıfların uygulanması için birbirlerine hatırlatma yapabilir, teşvik edebilirler. Kuran ahlakının, en güzel sözle insanlara anlatılması, tüm iman edenlerin üzerine yükletilen bir sorumluluktur. İman edenler “... Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır...” (Nahl Suresi, 125) ayeti doğrultusunda din ahlakının güzelliklerini anlatır, ancak “Onların hidayete ermesi, senin üzerinde (bir yükümlülük) değildir. Ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir.” (Bakara Suresi, 272) ayetinin de bilincinde davranırlar.
Asla zorlama yapmaz, insanlar üzerinde maddi ya da manevi baskı uygulamazlar. Ya da dünyevi bir imtiyaz tanınarak, kişiyi din ahlakını uygulamaya yönlendirmezler. Tebliğlerine karşılık olumsuz bir cevap aldıklarında Müslümanların verdikleri cevap “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kafirun Suresi, 6) şeklindedir.
İçinde yaşadığımız dünyada Hristiyanlarla Yahudilerin yanısıra Budist, Hindu, ateist, deist, putperest gibi farklı inançlara sahip insan toplulukları bulunmaktadır. İşte böyle bir dünyada yaşayan Müslümanlar, karşılarındaki insanın inancı ne olursa olsun anlayışlı olmakla, adil ve insancıl davranmakla yükümlüdürler. İman edenlere yükletilen sorumluluk Yüce Allah’ın dinine güzellikle ve barışla davet etmektir. Doğruları uygulayıp uygulamama, iman edip etmeme kararı karşı tarafa aittir. Bir kişiyi iman etmeye zorlamak, bazı şeyleri zorla kabul ettirmeye çalışmak Kuran ahlakına aykırı bir tavırdır. İnsanların ibadet yapmaya zorlandıkları bir toplum modeli İslam’a tamamen aykırıdır. Çünkü inanç ve ibadet, sadece Rabbimiz Allah’a yönelik ve kişinin kendi seçimiyle olduğunda bir değer taşır. Eğer bir sistem insanları inanca ve ibadete zorlayacak olursa, bu durumda insanlar o sistemden korktukları için dindar olurlar. Din açısından makbul olan ise, vicdanların tamamen serbest bırakıldığı bir ortamda Allah rızası için samimiyetle din ahlakının yaşanmasıdır.
Yüce Rabbimiz Kuran ayetleriyle üstünlük ölçüsünün ırk, dil ve din ile olmadığını Allah korkusu, iman, güzel ahlak, ihlas ve takvanın Kendi Katında üstünlük derecesi olduğunu bildirmiştir:
“Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.” (Hucurat Suresi, 13)
Cumhuriyet yönetiminde de sınıflar, kişiler, aileler, bir zümrenin eline bırakılamaz, milletin bütün bireyleri yönetime katılabilir ve söz sahibi olabilir, bütün vatandaşlar eşit haklara sahiptir. Cumhuriyetin temel ilkesi olan bu kurallar en gelişmiş ve güzel haliyle Kuran’da yer alır.
Allah sınırları birbirine çok yakın ülkelerde dahi farklı diller, her bir millete özgü davranış tarzları, konuşma üslupları ve töreler yaratmıştır. Mesela Almanların, Fransızların, İtalyanların, Türklerin ve Çinlilerin dilleri, konuşma tarzları, alışkanlıkları, gelenekleri ve yemekleri birbirinden farklıdır. Yüce Allah’ın farklı dilleri, renkleri, ırkları ve milletleri yaratması O’nun çeşitlilik sanatının bir tecellisidir. Allah bu çeşitliliği dünyada bir güzellik ve süs olması için yaratmıştır. Eğer dileseydi bütün dilleri, milletleri ve insanların renklerini aynı yaratabilirdi. Fakat adetleri, yemekleri, kıyafetleri, mimarileri farklı kavimler var etmesi insanların birbirleriyle tanışıp kaynaşması için yarattığı bir nimettir. Allah bu gerçeği Kuran’da şöyle bildirmiştir:
“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, alimler için gerçekten ayetler vardır.” (Rum Suresi, 22)
Bir insanın İslam’ı din olarak benimsemesi tamamen kendi özgür iradesine bağlıdır. İslam’ı kabul ettikten sonra da, Kuran’da emredilenleri uygulaması ya da men edilen yasaklardan sakınması; tamamen şahsın kendi vicdanıyla ilgilidir. Tabi ki Müslümanlar, birbirlerine Kuran’da anlatılan ahlaki vasıfların uygulanmasını hatırlatabilirler. Ama bu konuda asla bir zorlama yapılamaz, kişi baskı yoluyla din ahlakını yaşamaya yönlendirilemez. Bu gerçek Kuran’da şöyle bildirilir:
“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulba yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.” (Bakara Suresi, 256)
Laiklik, hem vicdan özgürlüğü gibi temel bir insani değere hizmet ettiği, hem de bu değere büyük önem veren İslam diniyle uyum sağladığı için, her Türk vatandaşının benimsemesi ve savunması gereken bir ilkedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, laiklik ilkesini şöyle açıklamıştır:
“Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz de dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, devlet ve millet işleri ile karıştırmamaya çalışıyoruz. Kasta ve eyleme dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz.” (Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1971 Ahmet Gürtaş, s. 34)
Atatürk’ün söz konusu laiklik tarifi, İslam’ın ruhuna ve amacına tamamen uygundur. Kuran-ı Kerim’de, bir kimsenin din ahlakına göre yaşamasının kendi kararına bağlı olduğu, dini kabul etmezse bunun için kendisine zorlama yapılamayacağı bildirilmiştir:
“Biz sana bu Kur’an’ı güçlük çekmen için indirmedik, ‘İçi titreyerek korku duyanlara’ ancak öğütle-hatırlatma (olsun diye indirdik).” (Taha Suresi, 2-3)
Cumhuriyet ve demokrasinin temeli sosyal adalete dayanır. İslam’ın temeli de sosyal adalettir. Nitekim “Eğer müşriklerden biri, senden ‘eman isterse’, ona eman ver; öyle ki Allah’ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu ‘güvenlik içinde olacağı yere ulaştır.’ Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir.” (Tevbe Suresi, 6) ayetinde inançsız bir kişi Müslümandan yardım istediğinde dahi ona yardım edilmesi, hatta koruyucu görev üstlenerek onu gideceği yere kadar ulaştırılmasının emredilmesi Müslümanların oluşturduğu bir toplulukta herkesin korunduğunu açıkça gösterir. Böyle bir toplumda düşene vurulmaz aksine zorda olan, düşen korunur. Hasta, sakat veya yaşlı olan daha fazla şefkati hak eder ve daha fazla korunur.
Kadın ikinci sınıf vatandaş değil çok değer verilen, sevgi gösterilen insandır. Kuran’da daima korunmuş ve üstün tutulmuş olan kadın, Kuran’ın ayakta tutulduğu bir toplumda da değerini bulur. Dolayısıyla böyle bir toplumda, hakkında savaş verilmesi gereken “ezilen halklar” yoktur.
İslam toplumunda zenginlik üstünlük değildir. Zaten Müslüman toplumunda fakir yoktur. Malın yığılıp saklanmadığı, insanın insana sürekli yardım ettiği bir ortamda asla fakirlik olamaz. Kuran vefayı emrettiği için emeğin karşılığı fazlasıyla alınır. Emek veremeyenlere de mal dağıtılır. Fakat aynı zamanda herkes Rabbimiz’in “...Allah Ğaniy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır; fakir olan sizlersiniz...” (Muhammed Suresi, 38) ayetini bilerek davranır. Hiç kimse diğerine maddi bir üstünlük iddia edemez çünkü o zengin yaşam içinde aslında herkes fakir olduğunun farkındadır. Tüm mülkün Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın dilediği takdirde hemen bunu alacağını gayet iyi bilir.
Kuran’ın emrettiği bu sistem sosyal adaletin tamamını kapsar. Sosyal adalet sistemi Peygamberimiz (s.a.v.)’in Asr-ı Saadet zamanında yaşanmıştır ve tekrar Hz. Mehdi (a.s.) ile birlikte yaşanacaktır. Kuşkusuz sadece insanların özlemi içinde oldukları gerçek adalet değil ayrıca demokrasi, saygı ve sevgi, kardeşlik, dostluk, barış Allah’ın izniyle, pek yakında, tarihte eşi görülmemiş bir şekilde Hz. Mehdi (a.s.) vesilesiyle tüm dünyaya hakim olacaktır. İnsanlar imanın neşesini, sevincini, bereketini doya doya yaşayacaklardır. Ayetlerin işaretlerinden, Peygamberimiz (s.a.v.)’in hadislerinden ve büyük İslam alimlerinin sözlerinden açıkça görüldüğü üzere içinde yaşadığımız dönem olan ahir zamanda özlenilen özgürlük ve huzura kavuşulacaktır.