Türkiye, uzun bir süredir hazırlanması beklenen yeni anayasanın telaşı içinde. Bu telaş sürerken geçtiğimiz hafta TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın “laiklik yeni anayasada olmamalı” açıklamaları geniş çaplı bir tartışma yarattı. Türkiye’de uzun zamandır konusu edilmeyen unutulmuş bir tartışmaydı bu. İyi ki de tartışıldı; çünkü böylelikle “Laiklik nedir?” sorusu, bu tartışma ile bir kez daha doğru şekilde cevaplanmış oldu.
Laiklik konusundaki yanlış anlaşılmaları en iyi şekilde Türkiye’nin tarihine dönerek anlayabiliriz. Kuruluşundan itibaren “laiklik” kavramı anayasasında var olan tek Müslüman ülkedir Türkiye. Laiklik kavramı, ilk anayasa olan 1924 anayasasının “değişmesi dahi teklif edilemeyen maddeleri” arasındadır. Nitekim Türkiye anayasaları 1961’de ve 1982’de değişmiş ve laiklik kavramı yeni anayasalarda da değişmez bir hüküm olarak yerini almıştır. Türkiye’de darbeler gerçekleşmiş, fakat laiklik kavramı yine anayasada korunmuştur.
Bu kavram Türkiye’de, özellikle 70’lerden sonra kendisini “laik” olarak addeden kişiler tarafından farklı kullanılmaya başlandı. Öyle ki, 70’lerde genç kızlarımız başörtüsü ile okullara ve üniversitelere gidebilirken, 80’lerde artık gidemediler. 90’larda okullarda, üniversitelerde, devlet dairelerinde başörtüsü takamadıkları gibi, ülke içindeki Kuran kursları ve imam hatip liseleri kapatıldı. Devlet dairelerinde, orduda, idarede “dindar” kimseler, namaz kılanlar tespit edildi ve fişlendi. 1997’de başta bulunan sağcı hükümet, post-modern bir darbe ile devrildi. 1999 yılında bir milletvekilinin başörtüsü ile meclise girmesi ülke çapında krize neden oldu. Bütün bunlar ülkede sözde “laikliği korumak” adına yapılıyordu. Laiklik, bu zulüm sisteminin savunucularına göre “din karşıtlığı” demekti; toplumları özgürleştirmenin değil, dindar kitleleri baskı altına almanın yoluydu. Onların çarpık anlayışına göre, ülke eğer Müslümansa, bu şekilde algılanmalıydı.
AKP hükümetinin yüksek oylarla iktidara gelişi bile, Türkiye topraklarında yerleşmiş bu garip baskıcı, öfkeli, taraflı ve sevgisiz zihniyeti ciddi anlamda dizginleyememişti. 27 Nisan’da yıldönümü nedeniyle tekrar hatırladığımız 2007 tarihli e-muhtıra, o dönemde cumhurbaşkanlığı için aday olan Abdullah Gül’ün eşinin başörtülü olması nedeniyle, hükümete ordu tarafından internet üzerinden dayatılan bir muhtıraydı. Hükümetin aynı dönemde bu muhtırayı sert bir dille eleştiren ve daha güçlü bir laiklik vurgusu yapan açıklaması olmasaydı, belki de şimdiki Türkiye geçmiştekinden hiç de farklı olmayacaktı. Yine başa gelen her sağ parti darbe ve muhtıralarla devrilecek, yine bir kısım derin güçler laiklik vurgusunu kullanarak dindarları ezmeye, İslam coğrafyasını baskı altına almaya devam edeceklerdi. Ve bu değerli coğrafya, laikliğin, “dinsizlik” anlamına gelmediğini hiçbir zaman anlayamayacaktı.
Türkiye’de laikliğin doğru anlamı ancak 2007 e-muhtıraya hükümetin verdiği cevap sonrasında anlaşılabilmiştir. Laiklik, devletin tüm inanç gruplarına eşit mesafede olması demektir. Yani kişinin inancı ne olursa olsun, o kişi de, inancı da devletin koruması altında olmalıdır. T.C. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2011 yılında yaptığı Mısır ziyaretinde Mona Shazly’e yaptığı açıklama bu konunun en iyi özetidir: “Laik devlet yapısı dinsizliğin değil, herkesin dinini inandığı gibi yaşamasının teminatıdır.”
Hatırlanacağı gibi Erdoğan aynı ziyarette, Mübarek sonrası gelen yeni yönetime laikliği tavsiye etmiş ve şunları söylemişti:
“Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. ... Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın.”
Yaşamımızda, özellikle Müslüman ülkelerde, laikliği başka anlamlara çekmeye çalışan, dini de hurafeci bir zihniyetle değerlendiren kişiler daima olacaktır. Bu kişilerin söz konusu kavramı daima kendi çıkarları için inançları ve inanç sahiplerini toplumlardan uzaklaştırmak için kullanmak istedikleri akılda tutulmalıdır. Laiklik gerçekte Müslümanlığa ait bir kavramdır; Kuran tarafından tarif edilir. Laiklik, dinin korunmasıdır. Her insana, inançlarına bakılmaksızın eşit sevgi ve saygı duyulması, eşit ilgi-alaka gösterilmesidir. Peygamberimiz (sav) bu kavramı en mükemmel şekilde uygulamış, kendi idaresi altındaki diğer din mensuplarını koruması altında tutmuş, kendisiyle anlaşma yapan müşriklere de aynı uygulamada bulunmuştur. Medine Vesikası maddeleri, bunun en açık delilidir.
Laik Müslüman ülkelerde inançlı insanlar, laikliğin gerçek anlamını daha iyi anlamalı ve anlatmalıdırlar. Laikliği, din ile mücadele için koz olarak kullanmaya kalkanlara imkan vermemelidirler. Laiklik, dindarlara baskı için kullanılan bir malzeme olmaktan çıkarılmalı, dinin sağladığı özgürlüğün bir temsili olmalıdır. Aksi takdirde eski Türkiye’de olduğu gibi sol eğilimli derin devletler, dindarların bütün haklarını gasp edebilir, o ülkenin insanlarını “sistem karşıtı” olarak damgalayabilir, hatta sağcı hükümetlerin varlığına sürekli olarak darbe veya muhtıralarla karşı koyabilirler. Dindarların elinden demokrasiyi alabilir, sadece kendilerine demokrasi sağlayan bir sistemi dayatabilirler. Bir Müslüman ülkede, sırf Müslüman olduğu için insanları hapse atabilir, hak ve özgürlüklerin üzerine sekte vurabilirler. Bu nedenle Müslümanlar bu yanlış uygulamaları sona erdirecek bir anlayışla hareket etmelidirler. Laiklik kavramının hem Müslüman olarak kendi özgürlüklerini, hem de başkalarının özgürlüğünü garantiye aldığını gösterebilmelidirler. Asıl özgürlüğün, sol derin devletlerin baskıcı uygulamalarıyla değil, Kuran’daki demokrasi kavramıyla sağlandığını anlatabilmelidirler.
O zaman artık laiklik, din karşıtlarının bir kozu olamayacak, dindarların özgürlükçü, aydın ve barışçıl yüzünün bir göstergesi olacaktır.
Adnan Oktar'ın Arab News & National Herald Tribune'de yayınlanan makalesi:
http://www.arabnews.com/news/debating-turkey%E2%80%99s-constitution