Terör ile yaşayan ülkelerde intihar bombacıları, devlet dairelerine baskınlar, kırsal bölgelerde askerlere kurulan pusular beklenmedik olaylar değildir. Fakat bu olaylar her defasında sanki ilk kez yaşanıyormuş gibi toplumu vurur. Terörle yaşayan ülkeler, halklarına, ilkelerine, değerlerine daha hassaslaşmışlardır.
Türkiye 40 yıldır terör belasıyla birlikte yaşayan bir ülke. Kimileri bunun sadece PKK ile sınırlı olduğunu sanıyor olabilir. Oysa, PKK 40 yıl boyunca varlığını korurken başka terörist grupların kahpece eylemlerini de gördü Türkiye. Bunlardan bir tanesi geçmişi 70’li yıllara dayanan fakat resmi olarak 1994’de kurulan DHKP-C (Devrimci Halk Kurtuluş Partisi Cephesi)’dir.
90’lı yıllarda aktif olan, fakat gücü ve sesi zamanla cılızlaşan DHKP-C’nin kanlı eylemleriyle geçtiğimiz hafta İstanbul Adliye’sinde gerçekleşen saldırıda tekrar karşılaştık. Gezi Parkı olayları sırasında bir göz yaşartıcı gaz kapsülünün başına isabet etmesi sonucu 269 gün komada kalan ve ardından hayata gözlerini yuman 15 yaşındaki Berkin Elvan’ın davasını yürütmekte olan savcı, Mehmet Selim Kiraz, Adliye’de kendi odasında rehin alınmış ve ardından şehit edilmişti. Ertesi gün İstanbul Emniyet Müdürlüğü önünde yine bir teröristin öldürülmesiyle sonuçlanan eylemi, sonrasında başlayan tartışmalar ve sosyal medya blokajları izledi.
Türkiye’nin yüzleştiği bu gerçek, birkaç önemli noktanın dikkate alınmasını gerektiriyor.
Bunlardan ilki, içinde bulunduğumuz dönemde, Türkiye’de komünist terörün canlanıp güç bulmasının dikkat çekmesidir. DHKP-C, tıpkı PKK gibi Marksist-Leninist bir terör örgütüdür; tarihi boyunca çok defa PKK ile anlaşma yapmış ve birlikte hareket etmiştir. Manifestosunda, Türkiye devlet sisteminin terör yoluyla parçalanarak komünist bir sistemin kurulması temel hedef alınmıştır. 2008 yılından beri durgun olan örgütün bugün hareketlenmesi, PKK’nın çözüm süreci adı altında kendisini meşrulaştırma çabalarından kaynaklanıyor olabilir. Nitekim Türkiye’de şu anda, bu durumu fırsat bilerek PKK’yı “kimlik mücadelesi veren bir Kürt hareketi” olarak göstermeye çalışan yazarlar, siyasetçiler ortaya çıkmış ve bunlar çekinmeden seslerini duyurur olmuşlardır. Oysa PKK, kimlik mücadelesi veren bir Kürt hareketi falan değil, başta Kürtleri ezip baskı altında tutan bir komünist harekettir.
Türkiye’nin yüzleştiği ikinci gerçek, toplum içinde gitgide kökleşmeye başlayan fikri bölünmedir. Toplumlarda birbirine muhalif farklı fikirlerde insanların olması elbette doğaldır; demokrasinin güzel bir yönüdür. Fakat bir toplum ak ve kara şeklinde ikiye ayrıldığında, taraflar saflarını kayıtsız şartsız destekleyip karşı tarafı kayıtsız şartsız haksız bulduklarında, ülkenin gerçek sorunlarını unutup birbirleriyle çekişmelere gittiklerinde, o toplum korkunç felaketlere sürüklenebilir. Suriye’yi kabusa götüren, Yemen’i sarmaya başlayan, Ortadoğu’yu kana boğan toplum içindeki bu uğursuz bölünmedir.
İstanbul Adliyesi’nde gerçekleşen korkunç terör eylemini toplum içinde bir kısım tanınmış isimlerin adeta savunur hale gelmeleri, terör kelimesini bir türlü kullanamamaları toplumu bölünmüşlüğe sevk edecek vahim durumlardır. Muhalif oldukları tarafı desteklememek adına, bir terör eylemini mazur göstermekten çekinmemişlerdir.
Durum böyle olunca toplumlar, karşı karşıya kaldıkları gerçek sorunu da tam anlayamazlar. Onlar çekişme halindeyken komünist terör güçlenir, İstanbul’un devlet dairelerine kadar ulaşır. Saldırılar kahpece olunca, alınan emniyet önlemleri sıklaştırılır, insanların daha fazla üstleri aranır, kapılardaki x-ray cihazlarının sayısı artırılır ve toplum daha fazla korku toplumu halini alır. Teröre taviz daima terörü güçlendirir, toplumları ise korkuya boğar.
İster kabul edelim, ister etmeyelim: Komünist terör Türkiye’de sesini duyuruyor. Çünkü insanlar bu terörün mahiyetini tam anlamadılar; uzlaşıyla biter, iknayla durulur, konuşarak hallolur zannettiler. Oysa komünizm demokrasiyi ve uzlaşıyı asla kabul etmez. Komünizmin terör dışında hiçbir yolu olmamıştır. Komünistler devlet sistemlerini yıkmak için daima tüm güçleriyle silahlı mücadeleyi kullanmışlardır, bunun dışında bir modeli kabul etmezler. Dolayısıyla komünist ile “müzakere”, beklenen barışı hiçbir zaman getirmez; komünistlere kaleyi içten fethetmek için sadece zaman kazandırır.
Türkiye böyle bir hataya düşmemelidir. PKK veya DHKP-C ile müzakere, hiçbir zaman komünist terörü ortadan kaldırmayacaktır. Nitekim, Adliye’deki eylem sırasında da DHKP-C militanları ile yapılan müzakere bir sonuç vermemiştir; çünkü başından beri iki militan, rehin aldıkları savcı ile birlikte ölmeye kodlanmışlardır. Komünist terörün yöntemi budur.
Türkiye, ikna ve müzakere metotları ile çok büyük bir zaman ve güç kaybetmemeli. Komünistler devletlerin zaaflarını çok iyi bilirken, 40 yıl boyunca komünist terör ile yaşayan bir ülke olarak komünistlerin zaaflarını iyi bilmeliyiz. Onların zaafları ideolojileridir. İdeolojilerini yıkacak bir delille ortaya çıkmak, bir komünisti eritip yok eder, yerine gerçek bir insan var eder. İdeolojisini yok etmeden bir komünisti barışa ikna etmek mümkün değildir. Dolayısıyla eğer bir müzakere yapılacaksa, bu müzakerede komünist ideolojiyi yıkan bilimsel delillerin yer alması şarttır. İdeoloji hedeflenmelidir. Komünizmin fikri temeli çökertilmelidir.
Böyle bir eğitim seferberliği toplumun geri kalanına da fayda sağlar. İnsanlar hem karşı karşıya kaldıkları tehlikenin gerçek yüzünü anlar hem de toplum içinde yaygınlaşan nefret ve öfke artık fikri bir zemin bulamaz olur. Çünkü hemen her belanın temeli olan materyalizme darbe vurulmuştur.
Adnan Oktar'ın Arab News'de yayınlanan makalesi: