Dünya, Haçlı seferleriyle özel bir terime alıştırıldı: “Din Savaşları”. Bu terim, yüzyıllar boyunca gerçekleşen hemen her savaşta o veya bu şekilde ön plana çıkarıldı. Anlaşmazlıkların kökeninde hep “inanç” sorunu olduğu telkini verilmeye çalışıldı. Böylelikle çıkarlar, ırkçılık, toprak ve güç hırsı ön plana çıkmayacak, savaşların sebebi olan bencillik örtülü kalacaktı.
Oysa ne Haçlı seferleri ne de tarihe damgasını vurmuş ve dünyayı etkilemiş büyük savaşlar din kökenliydi. Haçlılar denilen topluluk, Hristiyanlığın barışçıl doğasıyla alakası olmayan, “işgal” ve “kan dökme” hırsı içinde bir araya gelmiş fitnecilerden başkası değildi. Haçlı Seferleri sırasında asıl olarak Hristiyan kentleri yağmalanmış, hatta o dönem bir Hristiyan kenti olan Konstantinapol, yani İstanbul, işgal edilip yerle bir edilmişti.
Hristiyanlık içindeki mezhep çatışmaları denilen kavram da aslında güç ve iktidar kavgalarının birer yansımasıydı. Hristiyan dünyasında Protestanlar, Katolikler ve Ortodokslar arasında fikir farklılıkları ciddi boyutlardaydı elbette, fakat Hristiyan dünyası içindeki savaşların çıkış noktası bu değildi. Çoğu zaman siyasi çakırların devreye girdiği bu kavgalarda dönemin papaları bile bu siyasi güç kavgasının birer aktörü haline getirilmişti.
Ortadoğu farklı değildi. Büyük savaşların aktörleri tarih sahnesine hep çıkarları ile birlikte geldiler. Ortadoğu’daki savaşlar temelinde birer din savaşı olarak lanse edilse de aslında savaşın tarafları genel anlamda dönemin Baas rejimlerinin temsilcileriydiler. Bilindiği gibi Baas, komünist parti üyelerince kurulmuş olan, Ortadoğu Marksist ideolojisinin en temel uygulama noktasıydı.
İslam camiası içinde sürüp giden mezhep kavgaları da aynı mantığın ürünüydüler. Adı her ne kadar mezhep ayrılıkları olsa da, aslında sorun, kabileler, ırklar, etnik gruplar arasındaki güç savaşlarıydı. Tarih boyunca Ortadoğu’da çeşitli şekillerde sürüp gitmiş olan Şii-Sünni kavgası, aslında tümüyle farklı etnik toplulukların nüfuz hakimiyetini geliştirme hırsı, yeraltı kaynakları ve ticari geçiş yollarına hakimiyet ihtirasıydı. İslam kimliğini kullanan radikal grupların ortaya çıkışına kadar bu kavga, aslında hiçbir zaman doğrudan mezheplerle ilgili olmadı. Ama mezhepler, daima nefreti tetikleyen, savaş isteğini körükleyen bir yan unsur olarak devreye sokuldu.
Samuel Huntington’un 90’lı yıllarda dile getirdiği Medeniyetler Çatışması tezi, aslında bu kavgaların uygulanış biçimini tarif ediyordu. Huntington, ülkeler arası çatışmaların ve ülkelerin kendi bünyelerinde yaşanan kavgaların, giderek kültürel ağırlık kazanacağını öne sürmüştü. Huntington’a göre bu, küreselleşmenin doğal sonucu olacaktı. Bir başka deyişle güç dengeleri değişecek ve hakimiyet ve iktidar kaygısı yeni savaşlara ortam hazırlayacaktı. Dünyanın içine sürüklendiği materyalist ve çıkarcı anlayış, Huntington’un tezini kaçınılmaz olarak haklı çıkardı. Fakat devletler yine de “dini suçlamayı” sürdürdüler.
Din adına ortaya çıkan radikal grupların, dünyadaki kavgaların ve iktidar kavgasının vahim bir sonucu olduğunu unutmamak gerekiyor. Süper güçlerin, birbirlerine bir tehdit ve hatta güç gösterisi olarak pek çok radikal grubu beslemiş olduğu hiçbir zaman bir sır olmadı. Radikal grupların ellerinde silahlarıyla ortaya çıkmalarının da temelinde “din”den ziyade öfke ve intikam duygularının olduğunu burada hatırlatalım.
Bu konuda, Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün (Institute for Economics and Peace) 2014 tarihli raporunu incelemekte fayda var. Rapor, 2013 yılında gerçekleşen 35 silahlı çatışmanın hiçbirinin ana kaynağının din olmadığını ortaya koyuyor. Rapora göre çatışmaların temel sebebi, hükümet karşıtlığı, ayrılıkçı akımlar, ideolojik karşıtlık ve doğal kaynakların paylaşılması gibi sorunlar.
Rapor, “bir ülkede dindarların ve ateistlerin oranı, ülke barışını belirlemekte midir?” sorusunun cevabını bir istatistik ile vermiş. Buna göre, en yüksek barış seviyesine sahip her on ülkeden üçü dindar ülkelerden oluşuyor. Barış seviyesi yüksek 20 ülkenin 11’inde halkın %90’ı kendilerini dindar olarak tanımlıyorlar. En az barışçıl ülkelerin buluştuğu ortak nokta ise demokrasi seviyelerinin düşük olması. Otoriter rejimler çatışma ortamının en etkin sebebi. Ateizmin devlet politikası olduğu ülkeler ise ciddi çatışma ve huzursuzluk ortamının yaşandığı ülkeler. Buna komünist ülkeler de dahil.
Raporun, “Müslüman ülkelerde Şii ve Sünni dağılımı barış ortamını belirler mi?” sorusu, “barış ile mezhep farklılıkları arasında belirleyici bir ilişki yoktur” şeklinde cevap bulmuş. Nüfusunun %85’i Sünni, %15 Şii olan Katar, barış seviyesi olarak 11. sırada yer alırken benzer orana sahip Afganistan’da iç savaş ortamının yaşandığı belirtilerek sorunun mezhepler olmadığı vurgulanmış. Yine aynı şekilde %50-%50 Şii-Sünni oranına sahip Bahreyn’de barışçıl bir ortam varken, benzer konumdaki Yemen’de iç savaşın olması da raporda verilen diğer bir örnek.
“Din barışın kurulmasında pozitif bir rol oynayabilir mi?” sorusu ise raporun en kilit noktasını oluşturuyor. Raporun bulgularına göre özellikle dinler arası işbirliği organizasyonlarının barışı güçlendirici bir etkisi var. Yani eğer dünyada kalıcı ve etkili bir barış gelmesi isteniyorsa, dindar insanların dinler arası işbirliği ve dostluğu güçlendirici çabalar içinde olmaları gerekiyor.
Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün istatistiklere dayalı olarak belgelendirdiği söz konusu raporunun verdiği sonuç gerçekten çarpıcı: Savaşları dinler çıkarmıyor; ama savaşların durmasının tek yolu dinler ve dindarlar arası ittifak. Dünyanın gitgide daha büyük felaketlere sürüklendiği şu günlerde, barış için çözüm arayanların bu gerçeğe dikkat vermeleri elzem. Barışı mümkün kılmak için daha fazla bomba kullanmak, sürekli olarak İslam’ı suçlamak ve İslam karşıtı söylemlerle sürekli öfke yaratmak bu kabusu kaçınılmaz olarak daha korkunç hale getirecektir. Çözüm arayışındakiler eğer gerçekten barış istiyorlarsa, dinlerin özünü savunan gerçek barış insanlarının ittifakına ve söylemlerine dikkat vermelidirler.
Adnan Oktar'ın Arab News'de yayınlanan makelesi: