Milliyetçilik Avrupa'da genellikle 18. yüzyılda yayılmış bir düşünce olarak bilinir. Daha önceden çok sayıda derebeyinin idaresi altında yaşayan ülkeler, tek bir merkezi yönetim altında birleşerek ilk ulus-devletleri kurmuşlardır. İngiltere ve Fransa gibi Avrupa ülkeleri, milliyetçiliği en erken benimseyen ve ulus-devlet haline en erken gelen ülkeler olarak bilinirler. 19. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa'daki ülkelerin çoğunluğu milli birliğini sağlamıştır.
Sadece iki ülke bu gelişimin dışında kalmıştır: Almanya ve İtalya. Her iki ülkede de prensliklerin veya küçük şehir devletlerinin iktidarı çok uzun sürmüştür. İtalya ancak 1870'de, Almanya ise bir yıl sonra, 1871'de milli birliğini sağlayarak bir ulus-devlet olarak tarih sahnesine çıkabilmiştir. Bir başka deyişle, her iki ülke de milliyetçiliği benimsemekte ve uygulamakta diğer Avrupa ülkelerine göre geç kalmıştır.
Ancak bu durum, her iki ülkede de Avrupa'nın diğer ülkelerine göre daha radikal milliyetçilik akımlarının gelişmesine ve kök salmasına neden olmuştur. Nitekim, sosyal bilimcilerin genel kabulüne göre, milliyetçiliğin en uç örnekleri olan Nazizm ve faşizmin bu iki ülkede doğmuş ve iktidarı ele geçirmiş olmasının nedeni, her iki ülkede de geç milli birlik nedeniyle yayılan fanatik milliyetçi duygulardır.
Bu iki ülkede, özellikle Almanya'daki söz konusu fanatik milliyetçi anlayışa öncülük edenler tarihte "romantik milliyetçiler" olarak bilinirler. Romantik milliyetçiliğin temel karakteristik özellikleri, akla değil duygulara önem vermeleri, mensup oldukları milletin mistik ve gizemli bir "ruh"a sahip olduğunu sanmaları ve bu ruhun o milleti diğerlerine üstün kıldığı yanılgısına kapılmalarıdır. Romantik milliyetçiler, 19. yüzyılın sonlarında yaygınlık kazanan ırkçı teorilerden de etkilenmişler ve Avrupalı ırkların dünyadaki diğer ırklardan üstün oldukları ve onları yönetme hakkını ellerinde bulundurdukları gibi gerçekdışı iddialar ileri sürmüşlerdir.
Romantik milliyetçilik, özellikle 19. yüzyılın ilk iki on yılı içinde Almanya'da hızla yayılmıştır. Paul Lagarde ve Julius Langbehn gibi yazarlar, Almanların tüm dünyayı yönetecekleri bir tür hiyerarşik dünya düzeni kurulması gerektiğini savunmuşlardır. Bunun da tamamen "Alman ruhu"ndan ve "Alman kanı"ndan kaynaklanan üstünlükle elde edileceğini, bunun için Almanların eski putperest inanışlarına dönmeleri ve Hıristiyanlık gibi İlahi dinleri terk etmeleri gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
Romantik milliyetçiliğin yayılmasında, o dönemde Almanya'da kurulan mistik (okült) derneklerin de önemli bir rolü olmuştur. Bu derneklerin ortak dünya görüşü; insanın aklıyla değil hisleriyle ve sezgileriyle doğruyu bulabileceği, her milletin bir "halk ruhu"na sahip olduğu ve Alman halk ruhunun da putperestlik olduğu gibi birtakım yüzeysel ve batıl düşüncelerden ibarettir. Bu dernekler, Hitler'e ve dolayısıyla Nazizm'e de büyük bir zemin hazırlamıştır. İngiliz tarihçi Michael Howard, "pan-Cermenik Alman milliyetçiliğinin ruhsal gücünü ve ideolojik kökenini okült derneklerden aldığını ve okült geleneğin 1920'lerde doğan Nasyonal Sosyalizm (Nazi) akımına da büyük bir zemin hazırladığını" yazar.
Gerçekten de romantik milliyetçiliğin insanlığa katkısı, tarihin en acımasız ve kanlı rejimlerinden biri olan Nazizm'e zemin hazırlamaktan başka bir şey olmamıştır.
Romantik milliyetçiliğin temeli, duyguların "asıl dünya" kabul edilmesine dayanıyordu. Bu hayalperest düşünce, gerçeklerden tamamen kopuk, kendi ruh çalkantıları içinde yaşayan insanlar meydana getirdi. Romantizmin insanı gerçeklerden koparan, birtakım duygulara esir eden bu etkisini, bir akıl hastalığı olan şizofreniye benzetmek mümkündür. (Şizofreni hastaları, gerçeklerden tamamen kopar ve kendi hayal dünyaları içinde yaşarlar.)
Bu şizofren ruh halinin bir örneği, romantik milliyetçilerin bazı kavramları putlaştırarak birer saplantı haline getirmeleriydi. Bunların başında "kan" ve "toprak" kavramları geliyordu. Almanya'da 20. yüzyılın başlarında doğan "Blut und Boden" (Kan ve Toprak) adlı fikri akım, Alman kanının ve Alman topraklarının kendine has bir kutsallığı olduğunu, Alman soyundan olmayan azınlıkların bu kanı ve toprağı sözde kirlettiklerini iddia etmişti. Bu akım Nazi ideolojisine de büyük etkide bulundu. Naziler, kan dökülmesini kutsal bir eylem olarak görüyorlardı. Hitler'in 1923 yılındaki başarısız darbe girişimi sırasında yaralanan Nazilerin kanlarıyla ıslanmış olan bir parti bayrağı, adeta bir puta dönüştürülmüştü. "Blutfahne" (Kan Bayrağı) adı verilen bu bayrak olduğu gibi muhafaza edilmiş ve her Nazi töreninde en kutsal sembol olmuştu. Hatta Nazi partisinin onbinlerce yeni bayrağı Blutfahne'ye sürülmüş ve ondaki sözde "kutsal" gücün böylece bu yeni bayraklara da geçtiği düşünülmüştü.
Kan ve kan dökmeyi kutsal sayan bu ruh hali, insanlık tarihinin gördüğü en kanlı savaşların da ateşleyicisi olmuştur. I. ve II. Dünya Savaşları, romantik milliyetçilerin kapışmasından başka bir şey değildir. En açık olarak Almanya'da görülen romantik milliyetçi akım, dönemin İngiliz, Fransız ve Rus toplumlarında da etkili olmuş ve bu ülkelerin yönetici kadrolarını savaşa sürüklemiştir. Anlaşmalarla çözülebilecek sorunlar körüklenmiş ve dünya milyonlarca insanın hayatına mal olan bir kıyım yaşamıştır.
I. Dünya Savaşı'nın gelişimini incelemek, romantik milliyetçiliğin sonuçlarını göstermesi açısından faydalıdır. Savaşa pek çok ülke katılmış olmasına rağmen temelde birkaç öncü devlet vardır: Bir tarafta İngiltere, Fransa ve Rusya, diğer tarafta ise Almanya ve Avusturya-Macaristan. Savaşın başında bu ülkelerdeki generallerin hepsinin ortak düşüncesi, güçlü bir saldırıyla düşman hatlarını yarıp dağıtacakları ve birkaç haftaya kalmadan zafere ulaşacakları yönünde olmuştur. Oysa savaş hiç kimseye zafer getirmemiştir.
Almanya 1914'te Fransa ve Belçika'ya ani bir saldırı ile girdikten ve biraz ilerledikten sonra savaş kilitlenmiş ve karşılıklı kurulan cepheler tam 3.5 yıl boyunca hemen hiç kımıldamamıştır. Her iki taraf da düşman cephesini yaracağı umuduyla defalarca birbirine saldırmış, ama hiçbir şey değişmemiştir. Alman saldırısıyla başlayan ünlü Verdun muharebesinde toplam 315.000 Fransız ve 280.000 Alman askeri ölmüş, ama cephe sadece birkaç kilometre geriye kaymıştır. Aylar sonra İngiliz ve Fransızlar Somme muharebesi ile karşı saldırıya geçmişler, kanlı çarpışmalar sonucunda 600.000 Alman, 400.000'den fazla İngiliz ve yaklaşık 200.000 Fransız askeri ölmüş, sonuçta Alman cephesi sadece 11 kilometre geriye püskürtülebilmiştir. Romantik marşlarla, ateşli şiirlerle, "Alman ruhu", "İngiliz onuru", "Fransız cesareti" gibi suni duygusal kavramlarla coşarak akılcı olmayan kararlar veren idareciler, kendi halklarını kıyıma uğratmışlardır. Hayatta kalan askerlerin çoğunda, 3.5 yıl boyunca çamurlu bir siperde kafalarını kaldırmadan ve sürekli bombardıman altında yaşamanın getirdiği psikolojik sorunlar baş göstermiştir.
Aynı kan dökücü zihniyet, II. Dünya Savaşı'nda da hayata geçmiş, bu kez çok daha fazla insan, toplam 55 milyon kişi, Hitler, Mussolini, Stalin gibi psikopat ruhlu romantiklerin ihtirasları nedeniyle ölmüştür.
Yalnızca dünya savaşları değil, farklı ülkeler, kabileler veya örgütler arasındaki savaş ve çatışmaların temelinde de romantizmin büyük rolü bulunmaktadır. İçinde yaşadığı dünyanın şartlarını akılcı olarak düşünemeyen, duygusal sloganların, kahramanlık hikayelerinin, ateşli marşların ve şiirlerin etkisiyle silaha sarılan milyonlar, hem kendilerinin hem de düşman saydıkları kimselerin kanını dökmüş ve dünyayı karmaşa ve fitne içine düşürmüşlerdir.
Duygusallığın, insanlığı Allah'ın yolundan çıkarmak ve belalara uğratmak için şeytan tarafından kullanılan bir silahtır. Şeytanın insanlara kurmuş olduğu bu tuzak, romantik milliyetçilikte çok açık şekilde ortaya çıkmaktadır. Allah Kuran'da, şeytanın, etkilediği insanları nasıl bir çatışma, kargaşa ve terör ortamına soktuğunu şöyle bildirir:
(Allah) Demişti ki: "Git, onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz sizin cezanız cehennemdir; eksiksiz bir ceza. Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaadlerde bulun." Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vadetmez. (İsra Suresi, 63-64)
Bu ayette, şeytanın, kontrolü altındaki insanları kullanarak yeryüzünde "sarsıntıya uğratan sesler" ve "yaygaralar koparan ordular" oluşturacağı bildirilmektedir ki, romantik milliyetçiliğin sonuçları da bu şekildedir.