Kıbrıs meselesi Türkiye’nin bir iç meselesidir. Kuzey Kıbrıs Türk Kesimi daima Türkiye tarafından adeta Anadolu’da bir şehir olarak, Türkiye’nin bir parçası olarak addedilmiştir. Türkiye’de bir nesil Kıbrıs sorunu ile büyümüştür. Kıbrıs için savaşmış, Kıbrıs’ta şehit düşmüş, Kıbrıs için İstanbul sokaklarında gösteriler yapmış, Kıbrıs hakkında yazıp çizmiştir. Türkiye tarihinde gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin hemfikir kaldığı neredeyse tek konu Kıbrıs’tır. Kıbrıs konusundan taviz vermek akıllara dahi gelmemiştir. Hiç kimse böyle bir ihtimali dahi düşünmemiştir.
Böylesine milli bir mesele olmasından dolayıdır ki Kıbrıs Türk Kesimi’nin yeni seçtiği cumhurbaşkanının Türkiye hakkındaki fikirleri ülkede ani bir kıvılcıma neden oldu. Mustafa Akıncı, Türkiye ile anavatan-yavru vatan ilişkisi yerine bir kardeş ilişkisinin olması gerektiğine vurgu yaptı. Mümkün olduğunca Türkiye’den bağımsız hareket etmek istiyor, bu yolla Rum Kesimi ile barışı sağlayabileceğini umuyordu. En sert çıkış Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gelmiş olsa da Türkiye’de diğer siyasi liderler de tepkiliydiler. Türkiye için oldukça hassas olan Kıbrıs konusu, Kıbrıslı lider tarafından artık daha farklı değerlendiriliyordu.
Bu konuyu iki açıdan -hem Türkiye hem de Kuzey Kıbrıs açısından- değerlendirmek gerekmektedir.
Türkiye açısından Kıbrıs, uğrunda şehitler verilmiş milli bir davadır. Bu davadan çekilmek daima bir yenilgi anlamına gelmiş ve bu uğurda Türkiye, Kıbrıslı Türklerin haklarını korumaktan, onlara maddi-manevi destek olmaktan bir an bile çekinmemiştir. 50 yıldır AB kapısında bekletilen Türkiye’ye karşı kullanılan koz hep Kıbrıs meselesi olmuş, fakat buna rağmen Türkiye’den tavizkar bir tutum gelmemiştir. Kıbrıs biz Türkler için vatan toprağıdır. Dolayısıyla oradaki halkın bağımsızlığı, tüm Türkiye vatandaşlarını ilgilendiren hayati önemde bir konudur. İşte bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, Türkiye, Akıncı’nın söz ve tutumuna tepki göstermiştir. Muhalefet partisi lideri Devlet Bahçeli’nin cumhurbaşkanı seçilen Akıncı’yı kutlamasının ardından sarf ettiği şu sözler büyük önem arz etmektedir: “Var olmak için katlanılan sıkıntıları önemsemeyen, ödenen bedelleri ruhunda ve şuurunda duymayanlar için gelecek zifiri karanlıktır.” Bu bedelleri bilerek yaşamak vefalı olmaktır, statükocu olmak değil.
Kıbrıs Türk Kesimi açısından baktığımızda ise bazı taleplerdeki iyi niyeti görmek gerekmektedir. Sayın Akıncı, bir devletin cumhurbaşkanıdır. Kendi halkının taleplerini bağımlılıklardan uzak şekilde yerine getireceği taahhüdüyle seçilmiştir. Barışın sağlanabileceği konusunda 1974’den beri kapalı durumda olan Maraş bölgesinin BM gözetiminde yerleşime açılması, doğrudan ticaret ve direk uçuşlar için Magusa Limanı ve Ercan havalimanının kullanılması gibi somut vaatlerde bulunmuş ve ekonomik kriz içindeki Rum tarafı ile ticaret ve kaynak aktarımı meselelerinde istekli davranmıştır. Küçük bir adada iki devletin birbiriyle kaynaklarını paylaşması ve ticaret ilişkilerine girmesi zaten olması gerekendir. Nitekim Rum kesimi de bu taleplere olumlu bakmış, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiades, Akıncı’nın seçilmesinin hemen ardından, “Sonunda ülkemizi yeniden birleştirme umutlarımız arttı” demiştir.
Kıbrıs halkının statükodan yana olmak istememesi anlaşılabilirdir. Çünkü geçmiş politikalarla barış bir türlü sağlanamamıştır. Fakat burada iki değerlendirme hatası vardır: Statükoyu reddetmek Türkiye’nin garantörlüğünü reddetmek anlamına gelmemektedir, Türkiye ile birlikte yeni politikalar geliştirmek mümkündür. İkinci değerlendirme hatası ise barışın şimdiye kadar hep Rum tarafı tarafından engellendiğini unutmaktan kaynaklanmaktadır. Rum tarafında uzun zamandır devam eden ekonomik kriz bile Rumları barışa yanaştırmamış, Kilise’nin bir kısım ültimatomları daima adadaki Rum halkını Türklerden uzak tutmuştur.
Bütün bunları değerlendirirken Türkiye’nin Kıbrıs görüşmelerinde, tıpkı Yunanistan gibi garantör ülke olduğunu da unutmamak gerekmektedir. Söz konusu garantörlük, BM tarafından tescillenmiş Londra ve Zürih anlaşmaları ile tespit edilmiştir ki, bu anlaşmalar uluslararası hukukun en güçlü anlaşmalarıdır. Bu anlaşmalar dahilinde garantörlük, herkesin istediği zaman istediği gibi değiştirebildiği bir statü değildir. Dolayısıyla, Yunanistan yeni yönetiminin, garantörlük vasfını “eski çağ modeli” diyerek –fakat çok yüksek ihtimalle maddi sıkıntılar nedeniyle- reddetmeye kalkışması inandırıcı olmamaktadır. Ülke, Kıbrıs’a harcama yapmak veya asker göndermek istemeyebilir ama anlaşma metninde hala resmi olarak garantördür. Dolayısıyla Kıbrıs meselesinde Türkiye de Yunanistan da mutlaka devrede olacaktır.
Bağımsızlık Türkler için binlerce yıllık tarih boyunca hep önemli olmuştur. 307 yıl boyunca hakimiyetimizde kalmış olan Kıbrıs Türkleri için de bağımsızlık Türkiye için vazgeçilmeyecek bir husus olarak varlığını koruyacaktır. Türkiye’nin baştan beri ada halkı için ısrar ettiği iki toplumlu, iki kesimli bir devlet oluşturulması şartından taviz ise adada Rum boyunduruğunda bir devletin şekillenmesine sebep olabilir. İşte en büyük tehlike budur. Bir kısım kişiler, AB nimetlerinden yararlanmak adına bağımsızlık yerine Güney Kıbrıs’ın boyunduruğu altına girme fikrini umarsızca savunuyor olabilirler. Eğer adada “barış”ın gelme şartı buysa, Türkiye, tüm gücü ve garantör vasfı ile buna karşı koyacaktır ve olması gereken de budur. Fakat adada iki toplumun tanındığı bir devlet sistemini inşa etmek için geçmişte olduğu gibi bugün de Türkiye elinden geleni yapmaya devam edecektir. Bu konuda yeni Cumhurbaşkanının barışa doğru çok güzel atılımlar meydana getireceğine inanıyor, bu konudaki kişisel kararlarını destekliyor ve başarılar diliyoruz. Fakat bu adımların oldukça güçlü ve ağır adımlar olduğunu ve bu adımları atarken, Türkiye’nin varlığının maddi ve manevi anlamda her açıdan hayati olduğunu hatırlatmamız elzemdir.
Adnan Oktar'ın Arab News & Jefferson Corner'da yayınlanan makalesi:
http://www.arabnews.com/columns/news/744286
http://www.jeffersoncorner.com/sane-approach-must-to-resolve-cyprus-issue/