OSMANLI'DA ADALET VE HOŞGÖRÜ
1514 yılında Yavuz Sultan Selim'in Kudüs'ü ve civarını fethi ile birlikte, Filistin'de yaklaşık 400 yıl sürecek Osmanlı yönetimi başladı. Bu dönem, Osmanlı'nın diğer eyaletlerinde olduğu gibi, Filistin'de de barışı, istikrarı ve "farklı inançların birarada yaşaması"nı sağlayacaktı.
Osmanlı İmparatorluğu, "millet sistemi" adı verilen bir düzenle yönetiliyordu ve bu sistemin en temel özelliği, farklı inançlara sahip insanlara, kendi inançlarının ve hatta hukuklarının gerektirdiği şekilde yaşama imkanı tanımasıydı. Kuran'da "Kitap ehli" olarak tanımlanan Hıristiyanlar ve Yahudiler, Osmanlı topraklarında hoşgörü, güvenlik ve özgürlük buldular.
Bunun en büyük nedeni, Osmanlı'nın Müslümanlar tarafından yönetilen bir İslam devleti olmasına karşın, tebasını zorla İslamlaştırmak gibi bir amaca sahip olmamasıydı. Aksine, Osmanlı devleti, gayrimüslimlere de güvenlik ve huzur sağlamayı, onları adaletle ve İslam idaresinden razı olacakları şekilde yönetmeyi hedefliyordu.
Oysa aynı dönemlerde dünya üzerindeki diğer büyük devletler çok daha katı bir anlayışa, baskıcı ve müsamahasız bir yönetim anlayışına sahipti. İspanya Krallığı, İber Yarımadası'nda Müslümanların ve Yahudilerin varlığına tahammül edememiş ve her iki topluma karşı büyük bir vahşet uygulamıştı. Diğer pek çok Avrupa ülkesinde Yahudilere sadece Yahudi oldukları için baskılar uygulanıyor (örneğin gettolara hapsediliyorlar), hatta kimi zaman toplu katliamlara ("pogrom"lara) hedef oluyorlardı. Hıristiyanlar birbirlerine karşı bile tahammülsüzdüler; Katolik ve Protestanlar arasındaki çatışmalar, 16. ve 17. yüzyıl boyunca Avrupa'yı kan gölüne çevirdi. 1618-48 yılları arasında yaşanan "30 Yıl Savaşları", temelde Katolik-Protestan çatışmasının bir sonucuydu. Bu savaş sonucunda Orta Avrupa adeta bir harabeye döndü, sadece Almanya'da 15 milyonluk nüfusun üçte biri yok oldu.
Bu ortamda Osmanlı'nın kurduğu idarenin son derece insancıl olması kuşkusuz önemli bir gerçektir.
Pek çok tarihçi ve siyaset bilimci de bu gerçeğe dikkat çekmektedir. Bunlardan biri, dünyaca ünlü Ortadoğu uzmanı Columbia Üniversitesi'nden geçtiğimiz ay vefaat eden Prof. Dr. Edward Said'dir. Kudüslü Hıristiyan bir aileden gelen ve Amerikan üniversitelerinde çalışmalarını sürdüren Edward Said, İsrail'de yayınlanan Ha'aretz gazetesinin kendisiyle yaptığı bir röportajında Ortadoğu'da kalıcı bir barışın inşa edilebilmesi için "Osmanlı Millet Sistemi"ni önermiştir. Said'in yorumu şöyledir:
"Arap dünyasındaki diğer azınlıklar nasıl yaşayabiliyorsa, (Araplar arasındaki) bir Yahudi azınlığının yaşaması da mümkündür... Bu, Osmanlı İmparatorluğu altında gayet iyi işlemiştir. Onların sistemi, şu an sahip olduğumuzdan çok daha insancıl gözükmektedir."
Tarih, İslam'ın, Ortadoğu'ya adaletli, hoşgörülü, müşfik bir yönetim tarzı sunan tek inanç sistemi olduğunu göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bölgeden çekilmesiyle bitmiş olan "Pax Ottomana" (Osmanlı Barışı) bugün hala telafi edilebilmiş değildir. Bu nedenle de Ortadoğu'ya barışın gelmesinin yolu Kuran ahlakının öğrettiği gibi, hoşgörülü ve uzlaşmacı Osmanlı modelinin hakim olmasıdır. Çünkü İslam her türlü şiddetin, çatışmanın, savaşın, terörün çözümü, barışın, hoşgörünün ve huzurun yoludur.
Sonuç: Batı Dünyası İçin Öneriler
Bugün Batı dünyası teröre başvuran örgütlerden yana endişelidir ve bu endişe yersiz değildir. Terörü gerçekleştiren ve buna destek olan tüm faillerin uluslararası hukuk ve adalet ölçülerinde cezalandırılması gerektiği de açıktır. Ama bundan daha önemli olan, bu sorunun çözümü için hangi uzun vadeli stratejilerin izlenmesi gerektiğidir.
Buraya kadar yaptığımız değerlendirme, terörün İlahi dinlerde hiçbir yeri bulunmayan bir insanlık suçu olduğunu göstermekte, son dönemde gündeme gelen "İslami terör" kavramının çarpıklığını ortaya koymaktadır. Bu ise bize önemli bakış açıları sağlar:
1) Batı dünyası, özellikle ABD, terörle mücadele etmekte elbette haklıdır. Ama bunun herhangi bir dine ve onun mensuplarına olmadığı gibi İslam'a ve Müslümanlara karşı bir savaş olmadığını, aksine İslam'ın faydasına bir önlem olduğunu, çok açık bir şekilde ortaya koymalıdır. "Medeniyetler Çatışması" ismiyle 90'lı yıllarda ortaya atılan tehlikeli senaryo, her ne pahasına olursan olsun engellenmelidir. Medeniyetler arasında çatışma değil, hoşgörü ve barış yaşanmalıdır.
2) Sevgi, dostluk, barış ve kardeşlik dini olan "Gerçek İslam"ın gelişmesi ve İslam toplumları tarafından anlaşılması desteklenmelidir. İslam ülkelerindeki radikal fraksiyonlara karşı kullanılacak çözüm "zoraki sekülerleştirme" değildir, aksine böyle bir politika kitleleri daha fazla tepkiye yöneltecektir. Çözüm, gerçek İslam'ın anlaşılması yani; insan hakları, demokrasi, özgürlük, güzel ahlak, bilim, sanat, estetik gibi Kuran ahlakının gereği olan kavramları özümsemiş, insanlığa mutluluk ve yaşama sevinci sunan bir Müslüman modelinin yaygınlaşmasıdır.
3) Terörün kaynağı cehalet ve bağnazlıktır ve bunun çözümü de eğitimdir. Teröre sempati duyan çevrelere, bunun İslam'a tamamen aykırı olduğu, aksine bu şekilde İslam'a, Müslümanlara ve tüm insanlığa zarar vermiş olacakları anlatılmalı ve bu kişiler barbarlıktan arındırılmaları için eğitilmelidirler. Amerika Birleşik Devletleri'nin bu yöndeki bir eğitim politikasını desteklemesi çok olumlu sonuçlar verecektir.
4) Komünist, faşist, ırkçı ve diğer ideolojilerden kaynaklanan teröre karşı da uzun vadeli kültürel çözümler geliştirilmelidir. Bugün dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde eğitimin temelini materyalist ve Darwinist düşünce oluşturmaktadır. Oysa Darwinizm -daha önce de vurguladığımız gibi- insanı sürekli çatışan bir hayvan olarak gören, ancak çatışmanın ve savaşın insanı ilerleteceğine inanan ve her türlü teröre temel oluşturan çarpık bir ideolojidir. Sadece güçlülerin ayakta kalacağını savunan ve savaşı bir erdem olarak gören Darwinizm asırlardır tüm dünyayı beladan belaya sürükleyen büyük bir bataklık gibidir. Bu nedenle de terörle mücadele sırasında gerçekleştirilecek adli ve polisiye tedbirlerin yanı sıra, tüm dünya genelinde büyük bir eğitim seferberliğinin de başlatılması gerekmektedir. Bu eğitimin temelini de, Darwinizm ve materyalizm aldatmacasının gerçek yönünü gözler önüne sermek ve Allah'ın insanlar için belirlediği güzel ahlakı herkese öğretmek oluşturmalıdır. Özlenen huzur ve istikrar ancak, dinin getirdiği ahlakın güzellikleri insanlar arasında yaygın bir şekilde yaşandığında sağlanacaktır. Çünkü bataklığı kurutmadan, bu beladan kurtulmak mümkün değildir.
Tarihte birtakım cahiller (örneğin Haçlılar) bu gerçeği anlamayarak iki dinin arasında çatışmalara neden olmuşlardır. Aynı senaryonun tekrarlanmaması için gerçek Hıristiyanların ve Müslümanların işbirliği yapması gerekmektedir. Zaten Amerika'daki ve İstanbul'daki üzücü olaydan sonra yaşanan gelişmeler de bu işbirliğinin tohumlarının atıldığını ortaya koymaktadır. Bu vahim terör olayları Hıristiyan ve Müslüman toplumlar arasında bir yakınlaşma başlatmış, pek çok Hıristiyanın İslam dinini daha yakından tanımak için çalışmalar yapmasına vesile olmuş, Müslümanların da Kuran'da tarif edilen gerçek İslam ahlakını anlatmak için çok daha ciddi bir gayret içine girmeleriyle sonuçlanmıştır.
Tüm bu gelişmeler insanların İslam ahlakını daha yakından tanıyacaklarının ve bugüne kadar sahip oldukları tüm ön yargılardan sıyrılacaklarının da bir müjdesi niteliğindedir. 21. yüzyıl, Allah'ın izniyle, yeryüzüne özlenen barış ve huzuru getirmenin tek yolunun İslam ahlakının yaşanması olduğunun anlaşıldığı bir yüzyıl olacaktır.