Hint medeniyeti kültürel zenginlikleri ve ortaya koyduğu eserler bakımından dünyanın önde gelen medeniyetlerinden biridir. Bu medeniyetin oluşumunda Hindistan’ın kendi topraklarında yetişen insanların rolü büyüktür. Ancak yarım adaya dışardan gelen farklı kültürlere tabi insanların bu zenginliğin oluşumuna katkıları da az değildir. Bunlardan birisi de Türklerdir.
XI. yy.’ın ilk yarısında Türkler Hindistan’a ilgi duymaya başlamış ve nihayetinde bölgeye adeta akın etmeye başlamışlardır. Hindistan’da ilk Türk İslam seferi 1001’de gerçekleşmiştir. O dönemde aralarında tam bir iş birliği bulunmayan Hint racaları (prenslikleri) bu saldırılara karşılık verememiş ve geri çekilmişlerdir. Zamanla Kuzey Hindistan’da büyük bir Türk Sultanlığı kurulmuş ve Türklerin etkisi güneye doğru yayılmıştır. Bu devletin kurulması, Hindistan tarihi ve kültürüne büyük bir etkide bulunmuştur. Bu etki sonucunda Delhi, o dönemde dünyanın önemli ticaret ve kültür merkezi konumundaki Bağdat, Kahire ve İstanbul ile rekabet eder bir hale gelmiştir. (1)
Bu dönemden itibaren mimarlıktan edebiyata, sanattan mutfak kültürüne kadar bütün kültürel alanlarda Türk-İslam etkisi görülmeye başlamıştır.
Bugün hala bu etkinin somut örneklerini görmek mümkündür. Hint ve Türki kültürünün yüzyılları aşan birlikteliği ile yapı bakımından oldukça farklı olmalarına rağmen Hint ve Türk dilinde kelime alışverişleri olmuştur. Türkçeye ait bazı kelimeler aynen alınırken, bazı kelimeler ise Hintçe telafuzza uyarlanmıştır. Hintçede yer etmiş Türkçe kökenli bazı kelimeler şunlardır:
चाक़ू (caku) – çakı, बुक चा (bukca) – bohça, चक़मक़ (cakmak) – çakmak, सनदकु (sanduk) – sanduka / sandık, तंदरु (tandur) – tandır, क़वुरमा (kavurma) – kavurdak, बुज़ा (buza) – boza, पुलाव (pulau) – pilav, शोरबा (sorba) – çorba, आग़ा (aga) – ağa /ağabey, दादा (dada) – dede / baba, ख़ातुन (hatun) – kadın / hanım, ज ुर#ब (jurrab) – corap, तमनचा (tamanca) – tabanca, तोप (top) – top.
Hindistan’da Türk izlerinin en belirgin yönü ise şüphesiz mimari eserleridir. Bu alandaki örnekler oldukça fazladır. Bunların içinde Delhi Sulanlığının ilk sultanı olan Kut-buddin Aybek’in Kutb İslam camidir. Bu cami ile Hindistan’daki Hint İslam mimarlık sanatının temeli atılmıştır. (2) Kutbeddin Aybek’in 1500’de yaptırdığı Delhi’deki ünlü “Kutb Minar” minaresi Memlukler tarzında kırmızı taşlardan yapılmıştır ve yüksekliği 72,6 metreyi bulmaktadır. Bu minare o kadar güzeldir ki; Türkiye’nin tanınmış gazetecilerinden birisi Kutb Minar’ı gören bir ateistin ya iman edeceğini ya da insanoğlunun imanı, kararlılığı, yeteneği, aklı ve diğer tüm güzel özellikleri karşısında saygının ötesinde, huşu ile eğilmekten başka elinden bir şey gelmeyeceğini söylemektedir. (3)
Kutb Minar’dan sonra Babürler zamanında Hindistan’ın pek çok yerinde kaleler, saraylar, mezarlar, ambarlar, hamamlar, havuzlar, camiler hatta şehirler inşa edilmiştir. Özellikle Ekber Şah’ın hükümdarlığı sırasında İran stili ile Hint ve Budist mimari tarzı bir arada kullanılmaya başlanmış ve sonuçta yeni ve eşi görülmemiş yeni bir mimari üslup meydana gelmiştir. Delhi’de bulunan Humayun Mezarlığı, Ekber Şah’ın kendisine başkent yaptığı Fatihpur Sikri Kalesi ve Ekber’in Agra’daki kendi mezarlığı bu tarzın önde gelen örneklerinden bazılarıdır. Ve tabi benzersiz güzelliği ile Taç Mahal…
Tüm bu eserleri koruma sorumluluğu Hint devletine ait görünse de kişisel girişimlerin önemini gösteren örnekler de mevcuttur. Bu örneklerden birisi Haydarabad’ın eski Prensesi Esra Birgen Jah’tır. Osmanlı Hanedanına mensup bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen ve Haydarabad Nizamı Barakat Jah'ın ilk eşi olan Esra Birgen Jah uzun uğraşılarla restore ettirdiği Çov Mahal Sarayı’nı (Chowmahalla Palace) eski ihtişamlı günlerine çevirmeyi başarmıştır. (4)
Bu restorasyon sırasında mimarlar, mimarlar, tekstil uzmanları, konservatörler, tarihçiler gibi farklı disiplinlerden gelen pek çok kişi görev almıştır. Bu uzman kadro kültürel eski varlıkların yeniden kazanılmasında alanında yetişmiş uzman kadroların en az restorasyon için finans temin edilmesi kadar önemli olduğunun açık bir göstergesidir. Tarihi eşyaların, kostümlerin ve dökümanların toplandığı bir müzeye dönüştürülen saray UNESCO’dan ödül kazanmıştır. (5)
İster Türklere isterse başka kültürlere ait olsun Hindistan’daki tüm eserler “Kültürel Miras” olarak benimsenmeli ve bunlara sahip çıkmalıdır. Bu nedenle, Hindistan’da bulunan, geçmiş uygarlıkların, insanlık tarihi açısından önemli olan pek çok gelişmenin, tarihsel olayların tanıklığını yapan eserlerin yani “tarih”in yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılması için, onun belgesi niteliğinde olan eserlerin onarımı ve korunması gerekmektedir.
Hint yarım adası’ndaki Türk mirası bugün Hindistan’ın öz malı niteliğindedir. Bunların korunması Türkiye ve Hindistan arasındaki ilişkileri ve dostluğu güçlendirecek önemli bir unsur olarak görülmeli ve Türkiye de bunun için gerekli desteği Hint hükümetine sunmalıdır.
Bir ülkenin sanat ve kültürel mirasının oluşması yüzyılları aşan bir süreçtir. Ne var ki bu mirasın kaybolması bazen birkaç günde, bazen de daha kısa bir sürede mümkün olabilmektedir. Hint olsun Türk olsun tüm uluslar kendi topraklarındaki eserlere sahip çıkmalı bunları insanlığın ortak mirası olarak görmelidirler. Bu ortak miras dünyanın neresinde olursa olsun, etnik ve dini çatışmalara, suistimallere, ihmallere ve zamanın yıkımına karşı azami derecede korumaya alınmalıdır. Bu sayede farklı ulusların birbirine olan ilgisi artacak ve yeryüzünde barış daha da yaygınlaşacaktır.
Referanslar:
Adnan Oktar'ın The Pioneer'de (Hindistan) yayınlanan makalesi:
http://www.dailypioneer.com/columnists/oped/turkish-traces-in-india.html