Ulusların Düşüşü kitabında Nogales şehrinin ilginç hikayesinde, bir çitten öteki tarafa geçtiğinizde diğer tarafta bambaşka bir yaşam tarzı bulursunuz. ABD sınırı içinde, Nogales Arizona denilen şehrin kuzey tarafında ortalama bir kişinin yıllık geliri 30.000 dolardır. Yetişkinlerin çoğu en az lise mezunu olup, gençlerin çoğu okullarda eğitim görmektedir. Vatandaşlar sağlıklıdır ve uzun yaşam beklentisine sahiptir. Güvenlikleri konusunda korkmadan hayatlarını yaşayabilirler. Öte yandan, çitin güneyindeki yaşam tamamen farklıdır. Nogales Sonora'daki (Meksika'da bulunan) çoğu yetişkinin diploması yoktur ve gençlerin çoğu okula gitmez. Suç oranı yüksektir ve demokrasi yeni bir mevhumdur. Burada oturanlar kötü sağlık koşullarında yaşarlar. Coğrafi olarak bu kadar yakın olmasına rağmen yaşam tarzlarındaki bu aşırı farklılığa sebep olan nedir? Bunun cevabı farklı toplumların oluşturulduğu erken sömürgecilik dönemine kadar uzanır. O dönem kurumsal bir ayrışma gerçekleşmişti ve bunun yansımaları günümüze kadar sürdü. [1]
Sömürgeciliğin acımasız zihniyeti, dünyada özellikle İslam dünyasında pek çok kişiye acı çektirdi. Ulusların birçok yönden zarar görmemesi için, daha ziyade 20. yüzyılın iki kanlı dünya savaşı sonrasında, kendi ulusal güvenlik ve ekonomi çıkarlarını korumak için uluslararası birlikler kuruldu. Tıpkı BM, AB ve benzeri örgütler gibi, İslam dünyası da kendi başına bir merkezi örgüt oluşturabilir. İslami bir ittifak tarafından elde edilen ekonomik servet, küresel sosyal adaletsizlik, yoksulluk, açlık, kuraklık veya çatışmalara son verecektir. Bu birlik aynı zamanda ulusları daha yüksek bir eğitim seviyesine getirecektir. Enerji, teknoloji ve ticarete dayalı yeni birlikler oluşmasına vesile olacaktır.
Bugün, halen 56 İslam ülkesinden oluşan İslam İşbirliği Teşkilatı adı verilen bir örgüt bulunuyor; ne var ki istenen şekilde işlev görmemekte ve üye devletlerin sorunlarına sağlam çözümler getirememektedir. Elverişli bir jeostratejik konumda olan Müslüman ülkelerin çoğunluğu, doğal gaz ve petrol gibi değerli enerji kaynaklarına sahipler. Ancak, etkili şekilde işlev gören bir birliğin bulunmaması nedeniyle, bu değerli kaynaklar üretken bir şekilde kullanılmamakta ve İslam coğrafyasında pek çok acı ve yoksulluk yaşanmaktadır. Örneğin, yalnızca İran Körfezi, dünyada keşfedilen petrol rezervlerinin üçte ikisini elinde tutmaktadır. Araştırmalardan elde edilen verilere göre, Suudi Arabistan, dünya petrol rezervlerinin %19'una veya 266,58 milyar varil petrole sahiptir. Irak'ta rezervlerin % 11’i, BAE'de % 7’si, Kuveyt'te % 9’u, İran'da %10’u, diğer OPEC üyesi ülkelerinde % 25’i bulunmaktadır. Kalan % 19, dünyanın geri kalanı içinde dağılır.[2] ABD Enerji Bakanlığı tarafından yaptırılan araştırma, 2000 ile 2020 yılları arasında bölgede petrol ihracatında % 125 oranında bir artış olacağını göstermektedir. Bu, dünyanın enerji ihtiyacının büyük kısmını Körfez bölgesinden karşılamaya devam edeceğinin önemli bir göstergesidir. Ayrıca, Orta Doğu dünyanın doğal gaz rezervlerinin % 40'ına sahiptir; Bu rezervlerin % 35'i Körfez bölgesinde bulunur.[3] Bunlar ve diğer İslam ülkelerinin değerli kaynakları etkin bir şekilde kullanıldığında, sadece İslam dünyasının değil tüm dünyanın ihtiyaçlarını karşılayacak imkanları sağlayacaklardır.
İslam Birliği tarafından sağlanacak gelişme ve refah, Batı dünyasının gösterdiği gelişme ile tamamen aynı olmayacaktır. Batılı sanayileşme ve kalkınma sürecinde sayısız adaletsiz uygulamanın norm haline geldiği bilinen bir gerçektir. Örneğin, bu gelişmelerin ilk başladığı 18. ve 19. yy İngiltere’sinde korkunç bir sömürü ve adaletsizlik eğilimi yaygındı; öyle ki, milyonlarca yoksul insanın sırtından büyük bir zenginlik imparatorluğu inşa edilirken yaşanan sanayileşmenin acı hatıraları bu ülkelerde hala unutulmuş değildir. Diğer taraftan, İslam ahlakı insanları sadece enerjik ve dinamik olmaya değil, aynı zamanda şefkatli, özverili ve adil olmaya teşvik eder. Tarih boyunca İslam medeniyetinin yükselişi sırasında, Müslümanlar dünya ekonomisine öncülük etmiş ve özellikle ticarette büyük başarılar elde etmiştir. Ancak, refah inşa ettiklerinde bundan yararlanan Batı dünyasında olduğu gibi sadece birkaç varlıklı birey olmamıştır. Aksine, İslam ahlakının bir gereği olarak refah toplum genelinde dağıtılmıştır.
Ne yazık ki, bugün yoksulluk sorununun altında yatan bir başka neden de, dünya nüfusunun en zengin % 1'inin toplam küresel servetin yaklaşık yarısına sahip olmasıdır. 2016 yılında Davos'ta Dünya Ekonomik Forumu toplantısında, 2014 yılında dünyadaki en büyük gelir eşitsizliği raporunu yayınlayan bir kuruluş olan Oxfam şu uyarıda bulundu, “Mevcut eşitsizlik eğilimi kontrol edilmedikçe, en zengin % 1'in toplam zenginliği, gelecek yıl diğer % 99'un varlığını ele geçirecektir.” [4] Ayrıca, zengin ile fakir arasındaki uçurum her geçen gün daha da büyüyor. Popüler kitap Kapital’de, Thomas Piketty, kişisel servet artışının gelire nasıl baskın çıktığına dair istatistiki veriler sunuyor: “Eğer şimdi dünya nüfusunun 100 milyonda birlik zengin bölümünü veya 1980'lerin sonlarında 3 milyarda 30 kişiyi ve 2010'un başında 4,5 milyarda 45 kişiyi düşünürsek,, ortalama servetlerinin 3 milyar dolardan neredeyse 35 milyar dolara yükseldiğini görürüz.[5]
Bu artan gelir eşitsizliğine bir çözüm bulmak için birkaç ülke ile başlamak ve örgütün nasıl çalıştığını görmek iyi bir adım olacaktır ve diğerleri de sistemin işlediğini görür görmez İslam Birliği'ne katılacaklardır. Örneğin, başka İslam ülkeleriyle güçlü enerji ve ticari ittifaklara sahip Türkiye, bu süreçte güzel bir örnek olabilir. 2 yıl önceki darbe girişimi nedeniyle ciddi bir ekonomik daralmadan sonra Türkiye'nin 2017 üçüncü çeyrekte 11,1 seviyesinde rekor seviyeye bir ekonomik büyüme göstermesi, ekonomik gayretlerinin önemli bir göstergesidir. Bu büyüme oranının 2018'de de sürdürülebilir olmasını umuyoruz. Birçok ekonomik analist bu oranı olumlu değerlendirirken, diğer ekonomistler bunu önceki daralmanın bir sonucu olarak geçici bir olgu olarak değerlendirmektedir. Yetkililerin ekonomiyi canlı tutmak için üretime devam etmek için gerekli adımları atmaları halinde, bu büyüme oranı pekala sürdürülebilir.
Bu birlik düşüncesi ütopya gibi gelebilir, ama gerçekten şaşırtıcı olan şey, Müslümanların çok değerli doğal kaynaklara sahip olmalarına rağmen, çoğu yoksulluk içinde yaşamakta ve uluslararası borçların ciddi yükleri altında ezilmekte olmalarıdır. Türkiye de dahil olmak üzere İslami devletler, üretim seviyelerini artırmalıdır, böylece ekonomileri halkları için yeterli olacak ve hatta ihraç edebilecektir. İslam dünyası sistemi değiştirmek için sıkı çalışmak zorundadır, böylece para sadece birkaç kişinin elinde istiflenmeyecektir. İngiliz ekonomist Adam Smith'in iddia ettiği gibi “görünmez el” yoktur. İslam devletleri bu artan eşitsizlik için uyanık olmalı ve başkalarını sömürmeye çalışan bu sisteme bir alternatif sunmalıdır; yapılması gereken, fedakarlık, cömertlik ve bağlılığa dayalı bir birlik oluşturmaktır.
Adnan Oktar'ın BERNAMA (Malezya) ve OANA'da (Azerbaycan) yayınlanan makalesi:
http://www.bernama.com/en/news.php?id=1454014
http://www.oananews.org/content/news/bussiness/there-no-%E2%80%9Cinvisible-hand%E2%80%9D-economy