Savaşların, çatışmaların, zulüm ve haksızlıkların dünya çapında tüm şiddetiyle sürdüğü, insanlık suçlarının sınır tanımadığı bugünlerde yeni bir 'Uluslararası Adalet Günü’ daha geride kaldı. Suçların, haksızlıkların büyük bölümünün cezasız ve karşılıksız kaldığı, dünyadaki derin devletlerin yaygın ve ileri düzeydeki insanlık suçlarını işlediği ya da bu suçlara zemin hazırladığı, hatta kışkırttığı böyle bir dönemde 'adalet' kavramının hayati önemi bir kez daha gündemde.
İtalya'nın başkenti Roma'da, 17 Temmuz 1998 tarihinde toplanan Birleşmiş Milletler konferansı tarafından kurucu anlaşması kabul edilen 'Uluslararası Ceza Mahkemesi' yine böyle bir adalet özleminin sonucunda doğdu. 17 Temmuz tarihi de her yıl Uluslararası Adalet Günü olarak kutlanmakta.
Kurucu anlaşması olan 'Roma Statüsü' ile oluşum süreci başlatılan Uluslararası Ceza Mahkemesi 11 Mart 2003 tarihinde işlemeye başladı. Bu mahkeme, sadece belli olaylarla ilgili özel olarak kurulan ('Nürnberg', 'Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi', 'Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi' gibi) geçici mahkemelerden farklı olarak dünyadaki ilk kalıcı ceza mahkemesi olma özelliğine sahip.
Mahkemenin görev alanı, savaş, saldırı, soykırım ve insanlık suçları gibi konuları kapsıyor. Mahkeme, bu ciddi suçları işleyen faillerin cezasız kalmalarının önlenmesi ve evrensel adaletin sağlanması ilkesini benimsiyor. Ayrıca, söz konusu suçların takibi konusunda dünya üzerindeki tek etkili mekanizma olarak kabul ediliyor.
Ancak Uluslararası Ceza Mahkemesi iyi niyetli, ancak sembolik olmanın ötesine geçememiş bir girişim. Faaliyete geçtiği günden bu yana işlenen sayısız ağır insanlık suçunun önlenmesinde ve suçluların kanun önüne çıkarılmasında etkisi çok sınırlı. Mahkeme kurulduğundan beri, dünya üzerinde milyonlarca masum sivil, çocuk, kadın ve erkek hunharca katledildi, yaralandı, işkence, zulüm ve tecavüze uğradı, evlerini ve yurtlarını terk etti. Ancak bu felaketlere neden olan en büyük ve en azgın failler yani suçlular hakim karşısına çıkarılamadı.
İnsanlık suçlarının son yıllarda en yoğun işlendiği Suriye'yi ele alalım. Esed rejiminin işlediği savaş ve insanlık suçları, masum sivil halka uyguladığı eşi görülmemiş katliam ve işkence yöntemleri 2011'den beri BM ve insan hakları örgütleri tarafından belge ve tanıkların ifadeleri ile defalarca kanıtlandı. Rejimin, bebek, çocuk, kadın, yaşlı ayırt etmeden yürüttüğü kimyasal silah ve aralıksız varil bombası saldırıları ve bunların feci sonuçlarına dair mağdurların, şahitlerin anlatımları raporlarda son derece ayrıntılı yer alıyor.
Tüm bunların yanı sıra, hastanelere getirilen cesetleri görüntülemekle görevli 'Sezar' kod adlı askeri polisin iki yıl boyunca çekip muhaliflere teslim ettiği fotoğraflar en somut deliller arasında yer alıyor. 11 bin kişiye ait bu 55 bin fotoğrafta mağdurların rejim güçleri tarafından elleri ve ayakları bağlı olarak sistematik işkence uğratıldığı, bir kısmının da aç bırakılarak ölüme terk edildiği tespit edildi. Daha önce savaş suçları mahkemelerinde görev yapmış üç savcı yönetiminde incelemeler yürüten özel bir komisyon fotoğrafların ve kaynağın gerçek ve güvenilir olduğunu teyit etti.
Peki sonuçta bu suçların failleri adalet önüne çıkarıldı mı? Ne yazık ki hayır!
Çünkü, komisyon eldeki tüm kanıtların açık bir savaş ve insanlık suçu olduğuna karar verse de Esed’in, rejimin yöneticileri ve diğer sorumluların UCM'de yargılanması için BM Güvenlik Konseyi'nin bu mahkemeye yetki vermesi gerekiyor. Ancak Güvenlik Konseyi'nin daimi üyelerinden ikisi, değil yargılanma ya da yaptırım uygulanması, Esed rejiminin kınanmasına dahi izin vermeyen Çin ve Rusya. Bu durum göz önüne alındığında, Konsey'den böyle bir yetki çıkmasını hayal dahi etmek güç. Sonuçta da Suriye'de süregiden zulüm, şiddet ve felaketlere her geçen gün yenileri eklenmeye devam ediyor.
Tabii ki vicdanları derinden yaralayan bu durum yalnızca Suriye ile sınırlı değil. Bugün İslam coğrafyasının büyük bir bölümü süper güçlerin adeta gövde gösterisi alanına dönüşmüş durumda. Bu güçler, kendileri bizzat katılmadıklarında bile bölgedeki dini, milli, etnik, mezhepsel unsurları kullanarak yerel halkları kışkırtıp kavga, savaş ve yıkımı arka planda organize ediyorlar.
Hakim güçlerin Suriye, Irak, Afganistan, Yemen, Libya gibi ülkeler üzerinde çeşitli gerekçelerle yıllar boyu yürüttükleri askeri operasyonlarda, bombalamalarda hayatını kaybeden masum sivillerin sayıları yüzbinlerle ifade ediliyor. İnsan kayıplarının yanısıra yüzlerce yıllık şehirler, köyler, kasabalar harap ediliyor. Ülkelerin, milletlerin tarihleri silinerek geçmiş yok ediiyor.
Hal böyleyken bu facialara sebep olan en büyük suçluların hemen hiçbiri yargı önüne çıkmadı, herhangi bir cezaya çarptırılmadı. Kaldı ki söz konusu suçların sorumluluğu, sahadaki en düşük rütbeli askerden ona talimat akışını sağlayan emir-komuta zincirinin tepesindeki devlet yönetimlerine, istihbarat servislerine kadar uzanıyor. Dolayısıyla süper güçlerin, gerek bizzat kendilerinin dahil olduğu gerekse himaye ettikleri ülke, ordu ya da örgütlerin işlediği savaş suçlarının soruşturulması için yine kendilerinin başı çektikleri mekanizmalara yetki ve talimat vermelerini beklemek gerçekçi değil.
Bu somut tecrübeler gösteriyor ki, yalnızca teknik önlemlere dayalı bir hukuk ve adalet mekanizması ne savaş suçlarının ne de insanlık suçlarının önlenmesinde etkili ve yeterli değil. Önemli olan suçluların peşinde çaresizce koşmaktan ziyade suçlunun ve suçun oluşmasını kökten önleyecek ahlaki ve vicdani altyapının tüm toplumlarda yerleştirilmesi. Unutulmamalıdır ki ancak güçlü vicdana, samimi bir Allah inancına sahip ve eninde sonunda her yaptığının hesabını Allah'a vereceğinin şuurundaki insanlar sayesinde yeryüzü suç, haksızlık ve zulümlerden temizlenebilir. Suçu, kanun, polis, mahkeme korkusu değil, yalnızca samimi bir Allah korkusu engelleyebilir.
Adnan Oktar'ın Diplomacy Pakistan'da yayınlanan makalesi:
http://www.diplomacypakistan.com/articles/how-much-justice-is-there-in-the-world/