Hayatımız bir film şeridi gibi. Bizler o film şeridinin her bir karesini vakti geldiğinde ancak yaşayınca görebiliyoruz. O film şeridi doğduğumuz andan, son nefesimizi verdiğimiz ana kadar yaşayacağımız milyonlarca olayla dolu. Her bir detay o film şeridinin içine sığdırılmış durumda. Unutmamamız gereken, asla ve asla o film şeridinin dışına çıkamayacak olmamız.
Sinemada seyrettiğimiz bir film gibi aslında. Filmin başı, sonu, filmde karşılaşacağımız her detay biz henüz o filmi seyretmeye başlamadan önce belli. Biz filmin henüz en başındaki sahneyi seyrederken, filmin en son sahnesinde ne göreceğimiz belli. Bilmiyor olmamız olayların gerçekleşmemiş ya da belirlenmemiş olduğunu bir delili değil.
Filmin en heyecanlı sahnesinde bir sonraki sahnede ne olacağını bilmediğimiz için nabzımızın hızlanması bir sonraki sahnenin belli olmamasından, ne olacağının sürpriz olmasından kaynaklanmıyor, bir sonraki sahne filmin senaryosu tamamlandığı anda belli. Ama biz o sahneyi bilmediğimiz için sanki olaylar o an kendiliğinden gelişecekmiş hissine kapıldığımız için heyecanlanıyoruz. İşte aslında hayatımız da sinemada seyrettiğimiz film gibi.
Tek fark her birimiz için ayrı ayrı o kişiye özel bir film var ve herkes kendi film şeridinde önceden belirlenmiş olayları yaşayabiliyor ancak. Öncemiz, sonramız ve şu anımız hepsi o film şeridinin içinde. Nasıl ki bir film tamamlanıp gösterime girdikten sonra bizler o filmdeki karakterleri, konuların gidişatını, filmin sonunu değiştiremeyiz, kendi hayatımızla ilgili de en ufak bir değişiklik yapma gücüne, kudretine, imkanına sahip değiliz, hem de hiçbirimiz.
Ve her birimiz kendimize ait filmimizi, sanki sinemada seyreder gibi kendimize ait kapkaranlık bir odanın içinde seyrediyoruz. O odanın dışına ise hayatımız boyunca asla ve asla çıkamıyoruz.
Sinema salonundan farkımız, biz filmimizi kocaman bir odada değil aksine beynimizin arka kısmında sadece birkaç milimetre küplük bir et parçasının içinde seyrediyoruz. Bu ne bir yorum, ne bir inanç şekli ne de felsefi bir görüş. Tamamen bilimsel bir gerçek. Dünya üzerinde şu ana kadar yaşamış olan her insan dış dünyayı sadece ve sadece beyninin arka kısmındaki küçücük bir görme merkezinin içinde seyrediyor. Görüyorum, duyuyorum, dokunuyorum, hissediyorum dediğimiz her şey ise tek tek beynimizin içinde gerçekleşiyor. Ama asıl şaşırtıcı olan, beynimizde, ne renkler, ne sesler, ne de görüntüler var. Çünkü beynimizdeki milimetre küplük sinema salonumuz sese, ışığa geçirgen değil. Yani beynimizin içi kapkaranlıktır, mutlak sessizlik hakimdir beynimizin içine. Beynimizde bulabileceğimiz tek şey ise elektrik sinyalleridir.
Mapping The Mind isimli kitabında bilim yazarı Rita Carter, dünyayı nasıl algıladığımızı şöyle açıklamaktadır:
Her bir duyu organı kendine uygun uyarıya cevap verecek şekilde yaratılmıştır. Bu uyarılar ise, moleküller, dalgalar veya titreşimler şeklindedir. Tüm bu çeşitliliklerine rağmen duyu organları temelde aynı görevi görürler: kendilerine özgü uyarıları elektrik sinyallerine dönüştürürler. Bir uyarı ise sadece bir uyarıdır. Kırmızı renk değildir, veya Beethoven'ın Beşinci Senfonisinin ilk notası değildir - sadece bir elektrik enerjisidir. Aslında, bir duyuyu diğerlerinden farklı hale getirmek yerine, duyu organları hepsini benzer hale, yani elektrik sinyallerine dönüştürürler.
Nasıl ki sinema salonunda izlediğimiz film bir projeksiyon aletinden yansıtılarak sinema perdesinde oluşuyorsa, muhatap olduğumuz görüntüler de foton olarak gözümüze yansıtılıyor ve gözümüz, kulağımız, derimiz bu ışınları elektrik sinyaline çevirerek beynimizdeki ilgili merkezlere yolluyor. Dolayısıyla bizler sadece beynimizin içinde bize gösterilen, duyurulan, hissettirilen olaylarla muhatap olabiliyoruz. Aslında bir nevi beynimizdeki o minicik sinema salonuna ve o salonda izlediğimiz filme bağımlı halde yaşıyoruz. Asla o odadan dışarı çıkamıyoruz ve o filmin de dışına çıkamıyoruz. Adeta o filmin içine hapsolmuş durumdayız. Ve filmin senaryosunda önceden yazılan ne varsa, onu yaşamak dışında başka hiçbir alternatif bizim için söz konusu olamaz. Hangi gün doğacağımız, hangi gün, hangi saat, hangi saniye öleceğimiz, hangi okula gideceğimiz, hangi üniversiteyi kazanacağımız, kaç tane çocuğumuzun olacağı, hangi hastalıklarımızın olacağı hepsi o film şeridinde belli. İşte o film şeridini, yani kaderimizi belirleyen Rabbimiz Kuran’da da bu gerçeği bizlere bildirir:
“Hiç şüphesiz, biz her şeyi kader ile yarattık.” (Kamer Suresi, 49)
Madem herşey kaderimizde, madem herşeyi Rabbimiz biz daha doğmadan önce en ince ayrıntısına kadar belirlemiş ve hepsini bir hayır üzerine yaratıyor, o zaman bize düşen sorumluluk, kaderimizi yaşadığımızın her an şuurunda olup Rabbimiz’den tam razı olmamız.
İstediğimiz kadar önlem alalım, kaderimizde yazılı olan bir kazayı asla önleyemeyiz, bunu unutmayalım...
İstediğimiz kadar çalışalım, kaderimizde takdir edilmiş okul dışında daha iyi bir okulu asla kazanamayız...
İstediğimiz kadar spor yapalım, kaderimizde Allah’ın nasip ettiğinden daha uzun boylu bir insan asla olamayız...
İstediğimiz kadar gayret edelim, kaderimizde belirlenen dışında bir başarıya asla imza atamayız....
Gayret etmemiz, çalışmamız, tedbir almamız bunların hepsini yapmamız ibadettir ve farzdır. Ama bütün bunlar, sonucunda karşılaşacağımız olayları asla değiştirme gücüne sahip değildir.
Dolayısıyla beynimizin içindeki o mercimek tanesi büyüklüğündeki kapkaranlık, ıpıssız, sessiz sinema salonunda kendi filmimizi izlerken tek yapmamız gereken filmin sonunun belli olduğunu düşünüp çok tevekküllü olmak, musibetlere üzülmemek, nimetler karşısında şımarmamak, Rabbimiz’i çok sevip onun yarattığı herşeyden razı olmaktır. Çünkü aksi hem Kuran’a göre haramdır, hem de sonucu değiştirmeyecektir. Bu gerçeği Rabbimiz Kuran’da bizlere şu şekilde haber vermektedir:
57/22- Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır.
57/23- Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.
Adnan Oktar'ın The Hans India'da yayınlanan makalesi:
http://www.thehansindia.com/posts/index/2015-09-10/The-minuscule-cinema-inside-our-brain-175363