Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’larda “Seyyid olmadığını” açıkça ifade etmiştir. Buna rağmen bazı Nur talebesi kardeşlerimiz Bediüzzaman Hazretleri'nin seyyid olduğunu iddia edebilmektedirler.
Bazıları, Bediüzzaman Hazretleri'nin seyyid olduğunu bildiğini, ama dönemin koşulları içinde bu bilgiyi sakladığını, bazıları mahkemelerden çekindiği için bunu açıklamadığını iddia etmektedirler. Oysa bunların tümü yanılgıdır. Bilindiği gibi son olarak da Ahmet Akgündüz, Üstadımızın seyyid olduğuna dair bir belgeye ulaştığını iddia etmiş ve bu dokümanları bir basın toplantısı ile göstermişti. Ancak kısa bir süre sonra konunun uzmanı olan akademisyenler ve Nur talebelerinin önde gelenleri bu durumu eleştirerek, söz konusu dokümanların doğru olmadığını, sonradan hazırlandığını ifade ettiler.
Bu makalede, itibar edilmesi gerekenin Ahmet Akgündüz gibi bazı Nur talebesi kardeşlerimizin iddialarının değil, Üstadımızın açık ve net beyanları olduğu anlatılacaktır.
www.bediuzzamanhazretleriseyyiddegildir.beyazsiteler.com
Molla Feyzi Güzelsoy Ağabey (Güneydoğu seydalarından, Kürtçe risale dersleri yapıyor) şöyle anlatıyor bu konuyu:
“Benim kanaat-ı kalbiyem, o şecereye her ne kadar eski bir evrak havası verilmiş ise de, yeni yapılmıştır. Ama ona rağmen Ahmet Akgündüz Hoca, Diyarbakır’da dedi ki: “Şecere 1935 tarihinde yapılmıştır.” İsterseniz ben bu meselenin hakikatını size izah edeyim: Ahmet Akgündüz Hocamıza şecereyi getiren Mahmut adındaki zat önce Diyarbakır’da benim yanıma geldi ve bütün evrakları bana verdi. Ben de okumaya başladım. Baktım ki, çok eski bir evrak havası verilmiş. Buna binaen ben sordum: ‘Sanki yüz senelik bir evraktır.’ dedim O da dedi: ‘Evet yüz seneden fazladır’. Ben de buna binaen dedim ki: ‘Bediüzzaman Said-i Nursi’den bahsederken Risale-i Nur Müellifi ünvanıyla zikrediliyor. Halbuki o tarihte Risale-i Nur telif edilmemiştir. Bu itirazdan sonra Mahmut kardeş bana dedi ki: ‘Şecereyi bana verenler her ne kadar o tarihi göstermiş iseler de, bence 1990’da yapılmıştır’.
Ayrıca Arapça yazısı, Arap edebiyatına uygun değildir, mahalli lehçe ile yazılmıştır.
Sarf, Arapça’da kelime yapılarını ve kelimelerde oluşan harf değişikliklerini inceleyen ilim dalıdır.
Nahiv ise kelimelerin cümle içindeki görevlerini ve cümle yapılarını inceleyen ilimdir. Yani bu şecere Arapça’daki kelime yapısı ve kelimelerin cümle içindeki kullanımlarına uygun değildir.
Bir şecereye, farklı bir yüzyıla ait bilgi eklendiğinde o yüzyılın yüksek makamının mührünün olması gerekir. BU ŞECEREDEKİ MÜHÜRLERİN HEPSİ AYNI DÖNEME AİT VE MÜHÜRLERDE KULLANILAN YAZI KARAKTERİ DE 10 YILLIK BİLGİSAYAR YAZI KARAKTERİDİR.
www.risalehaber.com sitesinde bu konuda şu ifadeler yer almaktadır: Mühürler sanki aynı mühürdara aynı zamanda yaptırılmış. Şecereye ilave bilgiler eklendikçe farklı zamanlarda basılması gereken mühürler; âdetâ aynı mürekkeple, aynı zamanda ve iyice okunsun diye aynı sıkletle basılmış. Mühürlerin, mazisi 10 yılı aşmayan bilgisayar font versiyonu taşıması ise kocaman bir ayıp olarak ortada durmaktadır. Belgeler tarafsız bir laboratuvarda analize tabi tutulmadıkça bir kâğıt parçasından ibarettir.
(Risalehaber sitesi: Belgeye vesîka mâhiyyeti veren mühürlere dikkatlice baktık, mühür sahiplerinden “Hıyâlî” isimlilerin son “ye” harflerinin belgenin gerçekliğine gölge düşürdüğünü gördük. Bilgisayar dizgilerinde Arapça ile meşgul olanlar, Latincenin “S” harfine benzeyen Arapça “ye” harfine ayrıca “iki nokta” konduğunu bilirler; normal yazıda ise böyle câhilce bir yazı şekli olamaz! (YANİ SADECE BİLGİSAYAR KLAVYESİ KULLANILIYORSA YE HARFİNİN ÜZERİNDE İKİ NOKTA OLUR, YOKSA OLMAZ) Bu mühürlerde de aynı şey var: “Hıyâlî” kelimelerindeki son “ye” harflerine bilgisayar “iki nokta” daha ilâve etmiş! Belge diye ona verenler Hocayı aldatmışlar.)
www.bediuzzamanhazretlericevapliyor.beyazsiteler.com
www.risalehaber.com sitesinde bu konu “Bediüzzaman'ın soy ağacı belgelerinde hata var iddiası” başlığı altında incelendi. Sitede, belgedeki tutarsızlıklarla ilgili olarak şu önemli detaylar yer aldı:
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin soy ağacı ile ilgili tartışmalar devam ediyor. Soy ağacı belgelerini inceleyen Feyzi Güzelsoy, belgelerde yanlışlık olduğunu iddia etti. Belgeleri tercüme eden Güzelsoy'un bu konudaki açıklamaları şöyle:
a. Belgenin başında; Şeyh Abdülkadir-i Geylani’den bahsederken şöyle deniliyor: ‘Hicri 841 (Miladi 1437) yılında Taun (Kolera) hastalığından Şam’da vefat ederek Sofiye Kabristanına defnedilip geriye hiçbir zürriyet bırakmamıştır.’ Oysa bütün tarihçiler Geylani’nin dört hanımla evlendiğini ve on iki veya on sekiz evladının olduğunu kaydederler. Farzedelim ki, Geylani geriye hiç evlad bırakmadı. O zaman Üstad Bediüzzaman nasıl onun neslinden geldi?
b. Belgede; Şeyh Abdülkadir-i Geylani’nin Hicri 841 (Miladi 1437)’de vefat ettiğini yazıyor ve annesinin isminin Fatıma bint-i Haydar, babasının isminin de Şeyh Nureddin Ali olduğu ifade ediliyor. Halbuki Şeyh Abdülkadir-i Geylani Hicri 561 (Miladi 1166) yılında vefat etmiştir. Annesinin adı Fatıma Bint-i Haydar değil, Fatıma bint-i Abdullah’ül Esmai’dir.
c. Belgeye göre; Şeyh Abdülkadir-i Geylani’nin biraderi olan Şeyh Alaaddin Ali Hicri 785 (Miladi 1384) tarihinde Hayal Köyünde dünyaya gelmiş. Hicri 853 (Miladi 1449) tarihinde vefat etmiştir. İşte asıl skandal burada. Çünkü bu tarihe göre Şeyh Abdülkadir Geylani’yle Hz. Üstad’ın arası takriben 500 sene oluyor. Halbuki Bediüzzaman Hazretleri, Şeyh Abdülkadir Geylani’nin 800 sene kendisinden uzak olduğunu Risale-i Nur’da beyan ediyor ve tarih de öyle gösteriyor.
d. Irak’tan getirilen sözde şecere sadece Üstad’a ait olduğu ve Üstadımızın annesi Nuriye hanıma ait bir şecere olmadığı halde, Nuriye Hanım da, ilgili hiçbir belge olmamasına rağmen Hüseyni gösterildi ve çift taraftan seyyidlik Üstad’a isnad edildi. Oysa şecerede Nuriye hanımla ilgili bir belge yok.
e. İddia edilen şecere, sadece Şeyh Abdülkadir adında bir zatın bir evladına kadar gittiği halde, İmam Ali’ye kadar gösterilmiş ve başka şemalar çizilmiş ve tamamlanmıştır.
Ahmet Akgündüz’ün İddialarındaki Yanlışlar Ve Çelişkiler
1. Akgündüz Hoca, Siverek’in güneydoğusunda halen yaşayan ve Zaza olan Karageçi aşiretinin, Karacadağ eteklerinde eskiden yaşamış aslen Türk “Karakeçili” aşiretiyle karıştırmakta ve Kürt olan Karageçilerin Kayı boyundan olduğunu iddia etmektedir. Yani BİRBİRİNDEN TAMAMEN FARKLI İKİ AŞİRETİ TEK BİR AŞİRET GİBİ GÖSTERMEKTEDİR. Karageçi aşireti Bingöl Zazalarındandır, yaşam stilleri, konuşmaları itibariyle Türklükten ve Türk dilinden çok uzaktırlar, Urfa’nın ve kazalarının etrafında yaşayan mevcut bütün Kürd aşiretlerinden de çok farklıdırlar. Oysa Karakeçi olarak bilinen aşiretin, hemen hemen hepsi şimdi Kırşehir tarafına göç etmişlerdir. Halen Karacadağ’da yaşayan ve “Türkan” (Türkler) ismiyle anılan ve Türk olarak bulunan sadece iki-üç köy vardır. Başka da yoktur.
2. Akgündüz 35 yıl boyunca araştırma yaptığını söylüyor, oysa 35 yıl araştırma yapmayı gerektirecek bir husus yok. Çünkü nakib-ül eşraf belgeleri (Osmanlı’daki seyyidlerin kayıtlarının tutulduğu belgeler) İstanbul’da müftülük arşivindedirler. Seyitlik şecerelerini tutarlar. 39 tane defter vardır. Bir kaç saatlik araştırma ile bakılabilir.
3. Bitlis ve Hizan’daki nüfus ve tapu kayıtlarını incelediğini söylüyor Akgündüz. Osmanlı kayıtları Bitlis ve Hizan’da değildir. Osmanlı’nın tapu tahrir kayıtlarının tamamı Başbakanlık Osmanlı arşivi ve Ankara Kuyudi Kadime arşivindedir.
4. Akgündüz, 1935’e kadar geriye gittim ve şecereyi Musul’da buldum diyor. 1935 tarihinde olan bir belge Osmanlı belgesi değildir. 1935’de Osmanlı yoktur.
5. Akgündüz Hoca, Üstadın babasının asıl isminin Mirza olmadığını, “Mirza” isminin “Murtaza”dan gelen bir lakap olduğunu iddia etmektedir. Murtaza, ise, Hz. Ali’nin bir lakabı olduğu için soy bağlantısı kurmaktadır. Oysa ki Mirza ismi “Emirzade”den gelmektedir. Şemseddin Samî’nin Kamus-u Türkî sözlüğünün sf. 1441, 3. sütuna bakılabilir. Hem Mirza ismi İran’da, Pakistan’da ve Hindistan’da, Azerbaycan’da ve Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda yüzlerce, belki binlerce kişinin adıdır.
6. Şecerenin muteber olması için Osmanlı padişahı, ya da Selçuklu Sultanı ya da bir Abbasi Halifesinin tasdikli mühürleriyle mühürlü olması veya vergiden, askerlikten muafiyetleri sağlanmış olması gerekir. Bunlar yoksa bir belge güvenilir kabul edilmez. Bu şecerede böyle bir mühür veya kayıt yoktur.
• “Ey hürriyet-i Şer’i! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sada ile çağırıyorsun BENİM GİBİ BİR KÜRD’Ü, tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umûm millet zindan-ı esarette kalacaktık…” (Divanı Harb-i Örfî, S: 82, Tenvir Yayınları)
• “Ve cesaret, sadâkat, diyanetin ünvanı olan tabii KÜRDLÜKLE İFTİHAR EDİYORUM. Nasıl ki, zaman-ı istibdadda bu tabii Kürdlük için tımarhaneye düştüm. Divanelerin hekimine dedim:... Ve divanelikle iftihar ediyorum. Ey Kürdler! Tımarhaneyi kabul ettim. Ve Kürdlüğü lekedar etmemek için irâde-i padişahı ve maaş ve ihsan-ı şahâneyi kabul etmedim…” (Nutuklar, 7. Hakikat, S: 265, Tenvir Yayınları)
• “BİZ Kİ KÜRDÜZ. Aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz…” (Divân-ı Harb-i Örfî, Yarı Cinâyet, S: 54, Tenvir Yayınları),
Şam’da Emevi Camii’nde Arap ulemasına ve halkına hitap ederken de şu çağrıyı yapmaktadır:
• “…Ey bu Cami’deki kardaşlarım ve kırk-elli sene sonraki Âlem-i İslâm Mescid-i Kebirindeki ihvanlarım! Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dâva ediyoruz. YÂNİ, KÜRD GİBİ KÜÇÜK TAİFELERİN MENFAATİ VE SAADET-İ DÜNYEVİYELERİ VE UHREVİYELERİ, SİZİN GİBİ BÜYÜK MUAZZAM TAİFE OLAN ARAP VE TÜRK GİBİ HÂKİM OLAN ÜSTADLARLA BAĞLIDIR. Sizin tenbelliğiniz ve füturunuz ile biz bîçâre küçücük kardaşlarınız olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz. Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünki, bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet’in mücâhidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler…” (Hutbe-i Şamiye Sayfa; 118, Tenvir Yayınları)
• “…BEDİÜZZAMAN-I KÜRDÎ’NİN Fihriste-i Makasadı ve Efkârının Programıdır: Ey şu müşevveş (düzensiz) sözlerimi temâşâ eden (bakan, seyreden) zât! Gayet dikkat ve muhakeme ile mütâlaa et. Yoksa sathî nazardan hasıl olan (yüzeysel bakıştan kaynaklanan) sû-i tefehhüm (kötü anlayış) ve zannınıza helâl etmem. Sen de atla da, okuma… Ben ki; İslâmiyet’e, maârif-i İslâmiye’ye (İslami eğitim-öğretim sistemine), ulemâya, talebeliğe ve Osmanlılığa ve Hilâfet’e ve İttihad-ı Muhammedîye’ye VE KÜRDLÜĞE İNTİSABIM (MENSUP OLMAM) CİHETİYLE...” (Makaleler, S: 269, Tenvir Yayınları)
• Üç sene Rusya’da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki, Ruslar BENİ KÜRT GÖNÜLLÜ KUMANDANI SURETİNDE, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserisine ders veriyordum. Bir defa Rus kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için, siyasî ders zannetti, bir defa beni men etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan men etmediler, beni muhabereden kesmediler. (13. Şua Denizli Hapisanesi Mektupları)
• “… Lütfen, ruh ve hayalinizi misafireten YENİ MEDENİYETE KARIŞMIŞ ASÂBÎ BİR KÜRD TALEBESİNİN hâl-i ihtilâlde olan cesed ve dimağına gönderiniz. Tâ tahtie ile hataya düşmeyiniz…’ (Müdâfâlar, Divan-ı Harb-î Örfi’den Sayfa; 7, Tenvir Yayınları)
GERÇİ MANEN BEN HZ. ALİ’NİN (R.A.) BİR VELED-İ MANEVÎSİ HÜKMÜNDE ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed (a.s.m.) bir manada hakikî Nur şakirtlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim. (Lem’alar, s. 22.)
Bedî’ mânâsında olan Celcelûtiye kasidesinde İmam-ı Ali’nin (r.a.) çok cihetlerle Risale-i Nur’a sarahat derecesine yakın işarâtı içinde, Bediüzzaman ismini Risale-i Nur’a vermesinden, bana emaneten verilen o ismi Risale-i Nur’a iade ettiğimi yazmışım. Bununla beraber, “BEN DE MÂNEVÎ ÂL-İ BEYTTEN SAYILABİLİRİM” demekten maksadım, bir kısım müçtehidlerin, “Onun âilesine ve ashabına selâm olsun” duasında, “Seyyid olmayan, fakat ehl-i takvâ bulunanlar o duada dahildirler” dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem bulunması için ricakârâne bir tevildir. Yoksa, o hatâkârane mânâ hiç hatırıma gelmemiş. (Şualar, 14. Şua, sayfa: 358 )
Bazı Nur talebesi kardeşlerimiz de Üstadımızın Mahkemeden çekindiği için Seyyidliğini gizlediği iddiasını öne sürmüşlerdir ki bu da doğru değildir. Çünkü Üstadımız hiçbir davada seyyid olduğu için yargılanmamıştır, kendisine dönemin koşulları içinde atfedilen suç seyyid olmak değildir.
Türkiye Cumhuriyetinde bugüne kadar HİÇ KİMSE SADECE SEYYİD OLDUĞUNU SÖYLEDİĞİ İÇİN YARGILANMAMIŞTIR. Dönemin seyyid alimleri:
• Abdülhakim Arvasi (1860-1943)
• Mehmed Zaid Kotku (1897-1980)
• Mahmud Sami Ramazanoğlu (1892-1984)
• Muhammed Raşid Erol (1930-1993)
-Bediüzzaman Hazretleri, 1935 yılında "gizli cemiyet kurmak" iddiasıyla Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi'nde;
-1943 yılında 126 talebesiyle birlikte tekrar "gizli cemiyet kurmak"iddiasıyla Denizli'de;
-1947 senesinde, "gizli cemiyet kurmak" ithamıyla Afyon Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanmış, ama HİÇBİR ZAMAN SEYYİD OLUP OLMAMASI SUÇLAMA KONUSU OLMAMIŞTIR.
Dolayısıyla, Bediüzzaman Hazretleri seyyid olsa bunu gizlemesini gereken bir durum söz konusu değildir. Üstelik, Üstadımızın bu konudaki ifadeleri de seyyid olmadığını açıkça göstermektedir:
Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkar ve duhul ve huruc (isyan) haram oldukları gibi... hadis ve Kuran’da dahi, ziyade veya noksan etmek memnu’dur (yasaklanmıştır). (Muhakemat, s. 52)
BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki AHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI (yani Hz. Mehdi (as)) AL-İ BEYT’TEN (Peygamberimiz (sav)’in soyundan) OLACAKTIR. (Emirdağ Lahikası, s. 247-250)
... HEM MEHDİLİK İSNADINI HİÇ KABUL ETMEDİĞİMİ BÜTÜN KARDEŞLERİM ŞEHADET EDERLER. Hatta Denizli’deki ehli vukuf eğer Said Mehdiliğini ortaya atsa bütün şakirtleri kabul edecek dediklerine mukabil, Said itiraznamesinde demiş ki: “BEN SEYYİD DEĞİLİM MEHDİ SEYYİD OLACAK” DİYE ONLARI REDDETMİŞ ... (Şualar, On Dördüncü Şua, s. 365)
Üstadımızın yakın akrabaları halen Nurs Köyünde ikamet ediyor. Bölgede seyyidlere özel bir ihtimam gösterilmesine rağmen, bu bölgedeki akrabalarından hiçbiri seyyid olduklarını söylememiştir.
Üstadımız kendi reddettiği halde, yakın akrabaları reddettiği halde Üstadımızın seyyid olduğunu söylemek samimi değildir.
Bediüzzaman'ın sevenlerinin bir kısmı onun Mehdi olduğuna inanıyor. Bildiğimiz gibi Peygamberimiz (sav) de “Mehdi seyyid olacak” diye bildirmiş. Bu konuda ortaya çıkan çelişkiyi bertaraf etmek için yıllardır çok çeşitli fikirler öne sürülüyor. İşte son dönemde gündeme gelen şecere çalışmaları da bunlardan biri gibi görünüyor.
Halbuki burada gözden kaçan önemli nokta şu: Hz. Mehdi (as)’ın tek alameti seyyid olması değil. Dünyanın dört bir yanında seyyid olan binlerce insan yaşıyor. Bunun tek başına bir Mehdilik alameti olması düşünülemez. Hz. Mehdi (as)’ın en önemli ve asla taklit edilmesi mümkün olmayan alameti, “Hz. İsa (as) ile bir araya gelip, Hz. İsa (as) ile birlikte namaz kılması, O’na namazda imamlık yapmasıdır. Ve O’nunla birlikte tüm dünyada İslam ahlakını, barışı, huzuru, güzelliği, adaleti, merhameti hakim kılmasıdır.” Dolayısıyla tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşecek olan bu büyük olaylara vesile olmadan, bizler bir insan için “Bu Mehdidir” asla diyemeyiz.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de bütün Müslümanların gözbebeği, yaşadığı asrın kutbu olmuş çok kıymetli bir İslam büyüğüdür. Ama onun asrında bu büyük olaylar gerçekleşmediği gibi, Üstadımız en başta kendisi çeşitli adaletsizliklerle mücadele etmiş, ömrünün büyük bölümünü hapislerde, baskı altında, zorluklar içinde geçirmiştir. Dolayısıyla seyyid olsaydı bile “Bediüzzaman Mehdi’dir” diyebilme imkanımız olmazdı.
Ama şu çok önemlidir ki; Bediüzzaman seyyid olsa da olmasa da son bin yılın en büyük İslam alimidir ve bütün Müslümanların kalbinde taht kurmuş, çok samimi, derin imanlı bir mütefekkir ve müceddiddir. Seyyid olmaması Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine duyulan sevgide ve ona verilen değerde bir azalma asla oluşturmaz.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin seyyidliği konusunda ısrar eden Nur talebesi kardeşlerimiz en kısa zamanda bu önemli gerçeği görmeli ve Bediüzzaman’ın gerçek değerinin anlaşılması için illaki seyyid olduğunun ispatlamasına ihtiyaç olmadığını anlamalıdırlar.