"Afrika", 60’lı yıllardan bu yana adeta açlık, sefalet, yoksulluk, acı ve zorluk kavramlarıyla eş anlamlı hale gelmiş durumda.
Oysa Afrika kıtası bilindiği gibi, hem yeraltı kaynakları hem de sahip olduğu birçok imkan ve zenginlik sayesinde halkının çok rahat, üstelik de yüksek refah seviyesinde yaşayabileceği bir potansiyele sahip.
Ancak, Sanayi Devrimi’nden sonra Avrupalıların hem doğal zenginlik hem de insan gücü açısından bu kıtaya yönelik yürüttüğü sömürü politikası, Afrika’yı bütünüyle fakirlik, kargaşa ve sefaletin eşiğine düşürmüş durumda. Çok sayıda insan burada kıtlık ve açlık nedeniyle zor şartlar altında yaşam mücadelesi veriyor, işsizlik çok ileri boyutlarda.
Dünya Gıda Örgütü’nün açıklamasına göre Afrika’da 38 milyon insan açlık tehlikesiyle karşı karşıya. Etiyopya, Eritre ve Sudan’da 18 milyon kişi, Afrika’nın güneyinde yer alan Zimbabwe, Zambiya, Malavi, Lesoto, Swaziland ve Mozambik’te ise 16,4 milyon kişi açlık sorunu yaşıyor.
Afrika’da başta AIDS olmak üzere, salgın hastalıklar son derece yaygın. 2002 yılında sadece AIDS sebebiyle 499 bin insan hayatını kaybetti. BM’den yapılan açıklamaya göre, önümüzdeki 20 yıl içerisinde 8 milyon Afrikalı’nın AIDS nedeniyle hayatını kaybedeceği tahmin edilmekte.
Modern toplumlarda basit tedavilerle iyileştirilebilen hastalıklar dahi, tıbbi malzeme ve tedavi eksikliği nedeniyle Afrika'da çok sayıda çocuğun hayatını kaybetmesine yol açıyor.
Yapılan yardımlar ise bölgede mafyalaşmış kabile mensupları ve çeteler tarafından gasp ediliyor.
Afrika, su kaynakları açısından fakir olmamasına rağmen, kıtada çok ciddi bir su sorunu var. Dünyanın en büyük çölü olan Sahra aynı zamanda derinliklerinde dünyanın en geniş ve kullanıma uygun su yataklarından birini barındırmakta. Ancak ekonomik yetersizlikler bu suyun yüzeye çıkarılmasına engel teşkil etmekte.
Afrika’da insanlar temiz içme suyundan yoksun. Bu da insanlar arasında başta dizanteri olmak üzere birçok hastalığın yayılmasına sebep oluyor. Her sene on binlerce Afrikalı bu hastalıklar sonucu hayatını kaybediyor.
Normalde dünyanın debisi en yüksek nehri olan Nil'in suyu bölgedeki bütün halkların su ihtiyacını çözmeye yetiyor da artıyor. Fakat bölge halkları arasında körüklenen kavga ve düşmanlıklar yüzünden bu su “savaş unsuru” haline getiriliyor ve insanlara ulaşamıyor.
Bütün dünyada olduğu gibi Afrika'da da Müslümanlara yönelik maddi manevi çok ciddi baskılar ve saldırılar var. Örneğin Orta Afrika Cumhuriyetinde Mart 2013 tarihinde gerçekleşen darbenin ardından, 5 ayrı isyancı çetenin koalisyonundan oluşan Fransa'nın da destek verdiği gruplar Müslümanlara ağır bir baskı ve işkence politikası başlattı. Bu asimilasyon hala devam etmektedir.
Eritre ve Etiyopya'da Müslümanlara karşı yürütülen vahşi ve zalimce eylemler yüzbinlerce insanı mülteci olarak ülkesini terk etmeye mecbur etti.
Afrika üzerinde planları olanlar yalnızca belli Batılı ülkeler ve güç odakları ile sınırlı değil. Brezilya ve Çin gibi ülkeler de bu pastadan pay alabilmek için yarışa dahil oldu. Hatta Çin'in hızlı ekonomik yükselişinden kaynaklanan ABD – Çin rekabetinin her geçen gün artması ile Afrika üzerinde oynanan oyunlar da aynı oranda kızışıyor.
Bu karanlık görünümü ortadan kaldırabilecek tek güç ise Müslümanların kendi aralarında kuracakları sevgi, kardeşlik ve dayanışma ruhuna dayalı bir birliktir. Bu birliğin sağlayacağı güç bu ülkelere hakim olduğunda ve ülkeler arasındaki manevi bağ tesis edildiğinde Afrika'nın kurtuluş ve mutluluğu da an meselesi olacaktır.
Bölgede barış ve kardeşlik ortamı hakim olsa, insanlar birbirlerinin rahat ve mutluluğunu gözetseler, mevcut imkan ve zenginlikler insanlara adil biçimde ulaştırılır; açlık, susuzluk, yoksulluk gibi sorunlar da bütünüyle ortadan kalkar.
Aksi halde on yıllardır olduğu gibi, bir sömürgeci güç gidip yerine bir başkası gelecek veya radikal gruplar bağnaz fikirlerinin kendilerini yönlendirdiği saldırılara devam edecekler ve yaşanan kargaşa, sefalet, acı ve sıkıntılara her geçen gün bir yenisi daha eklenecektir.
Adnan Oktar'ın News + Rescue'da yayınlanan makalesi: