Günümüzde komünizm gizli perdelerin ardında hala yaşamaktadır. Şu an Rusya başta olmak üzere eski Varşova Paktı ülkelerinde komünizm iktidardadır; Rus devleti aslında hala klasik komünist yapıdadır. Türki Cumhuriyetler, Rusya’nın kontrolü altındadır. Bu anlamda SSCB fiilen durmaktadır. Çin hala Mao’nun fikirlerini, “yegane doğru” gibi görmektedir. Küba, Kuzey Kore ve Vietnam’da da komünizmin etkisi açıktır. Müslüman kimliğiyle bilinen, hatta İslam Cumhuriyeti ismi taşıyan çeşitli Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde ise koyu komünist kadro, halkı, kapitalist bir yaşam içinde iyice ezmekte; üstelik bir yandan da halk üzerinde şiddet ve zulüm politikası uygulamaktadır. Doğu Avrupa’nın büyük bölümünde ve hatta bazı Batı Avrupa ülkelerinde komünist veya sosyalist partilerin iktidara gelmesi zor değildir. İktidara gelecek bu partilerin, eğer uygun sosyal şartlar oluşursa kalıcı bir komünist rejim tesis etmeleri de olasıdır. Tüm bu olaylar bir tek gerçeği göstermektedir: Komünizm yıkılmamıştır.
Komünizm, yönetimi altındaki ülkelerin toplumsal yaşamında son derece olumsuz etkiler meydana getirmiştir. Bu ideoloji insanlara -Allah’ı tenzih ederiz- Allah’ın varlığını inkar eden, dinden uzaklaşarak her türlü manevi ve ahlaki değeri hiçe sayan acımasız, adeta cehennem gibi bir yaşam sunmuştur. Allah korkusu olmayan, insanları öldükten sonra yok olacak maddeler olarak algılayan bir anlayış toplumlara telkin edilmiş ve bunun sonucunda da tarihin en insanlık dışı yapılarından biri meydana getirilmek istenmiştir. Eski Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Bloku ülkelerinde ve Kızıl Çin’de gözlemlenen bu etkiler, komünist sistemin oluşturduğu toplum modelidir. Günümüzde her ne kadar bu sistemin yıkıldığı iddia edilse bile komünist ideolojinin çağımızdaki vahşet örnekleri hala gözlenmektedir.
Günümüzde Darwinizm’den güç alan komünizmin artık bir tehlike olmadığını, yıllar önce çöktüğünü zannedenler büyük bir yanılgı içindedirler. Çünkü komünizm yıkılmamış, diyalektik materyalizmin en önemli ilkesine uygun olarak hedeflerinden uzaklaşmış gibi bir görüntü çizmiştir. Buna en somut örneklerden biri Varşova Paktı’nın yıkıldığını ileri sürmeleridir.
Bilindiği gibi Varşova Paktı 1955’te Varşova’da, sekiz sosyalist ülkenin imzaladığı “Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Antlaşması” adı ile kurulan askeri ve siyasal bir birlikti. Bu birliğin oluşmasında 1949’da kurulan NATO’nun, askeri etkinliklerini artırması ve silahlanmaya hız vermesi önemli bir etken olmuştur. Komünist ülkeler, NATO’nun gücüne karşı sözde kendilerini korumak, karşılıklı bağlarını güçlendirmek amacıyla bu paktı kurmuştur. Ancak paktın asıl amacı komünizmin yayılmasına katkıda bulunmaktır. Nitekim söz konusu pakt Macaristan, Çekoslovakya ve Afganistan’ın işgalleri gibi önemli siyasal olaylarda askeri unsur olarak yer almış, Macaristan, Çekoslovakya’yı çok büyük bir zulüm ve askeri şiddet uygulayarak komünist bloka dahil etmiştir. Aralık 1979’da işgal ettiği Afganistan halkına ise 9 yıl boyunca büyük bir şiddet ve zulüm uygulamıştır.
Başta S.S.C.B olmak üzere Varşova Paktı ülkelerinin komünizmi yaygınlaştırmak için izledikleri siyasi politika, zaman içinde etkisini başta bazı Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri olmak üzere Üçüncü Dünya Ülkesi olarak adlandırılan ekonomik bakımdan geri kalmış ülkeler üzerinde de göstermeye başlamıştı. Nitekim Varşova paktının siyasi politikası Asya’da Çin, Kamboçya, Kuzey Kore ve Vietnam’ın komünist bloka geçmesine neden olmuştu. Bir yandan da, komünizmin sömürgeciliğe, sosyal ve ekonomik adaletsizliğe karşı olduğu yönündeki propoganda da SSCB ve Varşova Paktı ile işbirliği ilişkisi kuran Afrika, Orta ve Güney Amerika ülkelerinde etkili olmuş ve komünizmi özgürlük ve eşitlik kahramanı haline getirmiştir. Bu ülkeleri iç huzursuzluğa ve gerilla savaşlarına iten, iç savaşa sürükleyen siyasi istikrarsızlığın temeli de budur. NATO ise bu oluşuma karşı askeri ve ekonomik işbirliğini arttırmanın yanı sıra derin devletler oluşturarak, mafya yapılanmalarını teşvik ederek, atom bombası nükleer denizaltılar ve uçak gemileri yaparak komünist hareketi ortadan kaldırmayı planlayan büyük bir girişim hazırlamıştır. Bu durum karşısında komünistler taktik değiştirerek, “komünizm yıkıldı, Varşova Paktı çöktü” iddialarını gündeme getirmişlerdir.
Oysa Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun dolayısı ile Varşova Paktı’nın çöküşü komünistler için, sadece “Marksizm’in yanlış bir yorumunun çökmesi” olarak yorumlanır. Aslında bu noktada komünizmin sinsi taktiklerinden biri karşımıza çıkmaktadır. Çünkü Marksizm’e göre komünizmin kalesi durumundaki Rusya’nın devrim öncesi şartlarının feodalizm olduğu, kapitalizm yaşanmadan komünizme geçilemeyeceği iddia edilmektedir. İşte “Komünizm çöktü, Varşova Paktı yıkıldı” yalanları komünistlerin, kendilerince, tarihi sıralamalarının (kapitalizmden komünizme geçiş) bozulmasından kaynaklandığını iddia ettikleri aksaklığı yeniden düzenlemek istemelerinden kaynaklanır. Bu nedenle başta Rus halkı olmak üzere eski Varşova Paktı üyesi ülkelerin halklarını mafyanın eline vermişler ve klasik bir kapitalizmin yaşanmasına ortam hazırlamışlardır. Kurdukları bu sistemle halkı yoğun olarak ezdirmekte ve onlara “başka çözüm yok, tek çözüm komünizm” dedirtmeye çalışmaktadırlar. Komünistler ileride atacakları kanlı ve zalim adımlar için pusuda beklemektedirler. Bu pusudaki bekleyiş Shanghai Bloku adı altında kurulan yeni komünist blokun oluşmasıyla son bulmuştur.
www.komunizminbilimseltarifi.com
Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı dağıldıktan sonra, bölgede oluşan komünist boşluğu doldurmak ve yapılanmayı yeniden örgütlemek amacıyla komüzmin kalesi durumundaki iki ülke; Çin ve Rusya aralarındaki işbirliğini artırmışlardır. Nitekim Putin, örgütün kuruluş amacını gerek Münih Güvenlik Zirvesi’nde gerekse de Shanghai İşbirliği Örgütü’nün Ağustos 2007’deki Bişkek Zirvesi’nde ifade etmiştir. Bunu, ABD’nin tek güç olarak bulunmasına karşı olduğunu bildiren “tek kutuplu dünya kabul edilemez” sözleri ile özetlemiş ve örgütün komünist yapılanmayı organize eden örtülü amacını kamuoyuna duyurmuştur. (Milliyet: 11.02.2007)
Shanghai Bloku’nun kurulmasında ve gelişiminde aktif rol oynayan Çin ise halen komünist yönetim altında olduğundan örgütün kuruluş amacını gizleme gereği dahi duymamıştır. Nisan 1996’da Şanghay’da toplanan Rusya ve Çin dışında, komünist yönetim altındaki eski SSCB ülkeleri Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın katılımı ile Shanghai Bloku kurulmuş, 2001 yılında diğer SSCB ülkesi Özbekistan’ın katılımıyla Shanghai İşbirliği Örgütü adını almıştır. Blok 2004’te Moğolistan, 2005’te Pakistan, Hindistan ve İran’a gözlemci statüsü vermiş, Belarus ve Sri Lanka’nın ise diyalog ortağı ünvanı almasıyla etki alanını genişletmiştir. Nitekim 10 ülkeden oluşan bu komünist bloğun günümüzdeki etki alanı 37 milyon km² ile Avrasya’nın %74’ünü, 2,7 milyarlık toplam nüfusu ile de dünya nüfusunun % 40’ını oluşturmaktadır. Örgütün, Kalkınma Bankası kurma, bölgede ortak para birimine geçme, askeri tatbikat düzenleme gibi siyasi, ekonomik ve askeri alandaki işbirliği çalışmaları ise eski Varşova Paktı’nın yerini aldığı ve komünist blokun yeniden güçlendiği sinyallerini açıkça haber veren delillerdendir.
İran ve Suriye gibi Ortadoğu ülkelerine de NATO’nun müdahale edememesinin nedeni işte budur. NATO büyük bir kargaşa çıkmasından ve Shanghai Bloku ülkelerinden çekindiğinden herhangi bir şekilde bu blokun kontrolündeki yerlere müdahale edememektedir. Kısacası komünist blok ve yapılanma tabeladaki ismi değiştirilmiş olarak hala durmaktadır.
Komünist blokun kontrolü altında olan ülkelerin genel politikalarına baktığımızda komünizmin vahşet ve baskı politikasının devam ettiğini anlamak çok zor değildir. Çin Kamboçya, Kuzey Kore, Vietnam, Küba ve eski S.S.C.B ülkelerinde yaşayan halklar komünist vahşetin şiddetini hala yaşamakta, komünist blokun etkisi altında kalan ülkelerin yönetimi altındaki çoğunluğu Müslüman olan Doğu Türkistan, Kırım, Kerkük, Moro, Patani, Arakan, Afganistan, Keşmir Filistin gibi bölgelerde de bu vahşet korkunç boyutlarda hissedilmektedir.
Komünist Shanghai Blokunun etkisi sadece eski komünist ülkelerdeki halk üzerindeki vahşetini sürdürmekle kalmamış, Müslüman kimliğiyle bilinen, hatta İslam Cumhuriyeti ismi taşıyan ülkeleri de hakimiyeti altına almıştır. Nitekim bu ülkelerin genel politikalarına baktığımızda bunu anlamak çok zor değildir. Örneğin İran, Suriye, Mısır ve diğerleri daima dünyadaki komünist ülkelerle işbirliği içinde olmuşlardır. Komünizmin bu ülkelerde gerçekleştirdiği vahşi uygulamalarının bazıları şunlardır:
IRAK: Komünist ve Stalinist Baas Partisi’nin önde gelen bir militanı olan Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak, 1988’de kuzeyindeki Halepçe köyünü kimyasal silahlarla vurmuştur. Gerekçe, sözde otoriteye boyun eğmemeleridir. Bunun sonucunda köyde yaşayan yaklaşık 5000 sivil Kürt vatandaş, kimyasal silahın yakıcı etkisiyle feci şekilde can vermiştir. Bu vahşi olay hafızalardan hala silinmemiştir. İran’a karşı başlattığı savaşın sonunda ise Irak’ın 17 milyonluk nüfusundan 1 milyonu ölmüş veya yaralanmıştır. Halkın 1 milyonundan fazlası da ülkeyi politik ve ekonomik sebeplerle terk etmek zorunda kalmışlardır. Irak yıllar süren bu savaşın sonunda bir harabeye dönmüştür.
Bu birkaç örnekte de görüldüğü gibi Kuran ahlakına uygun sevecen, sıcak, barışçıl, dostane üslup yerine söz konusu ülkelerde genelde sevgiden ve şefkatten uzak, saldırgan savaşa ve çatışmaya eğilimli, kan dökmeyi arzulayan komünist bir üslup hakimdir.
Müslüman ülkeler 20. yüzyılda İslam ahlakıyla yönetilmemişlerdir. Yönetim kadroları Darwinist, komünist ve totaliterdir. Askeri kadrolar komünist eğitimden geçmişlerdir. Yani Müslüman olmalarına rağmen eski Sovyetler Birliği ya da Doğu Bloku ülkelerinden herhangi bir farklılıkları yoktur. Bölgenin geri kalmışlığının sebebi de, yıllardır Darwinist- materyalist çevrelerce telkin edilmeye çalışıldığı gibi İslamiyet değil, bu komünist zihniyet nedeniyle İslam ahlakının yaşanamamış olmasıdır. Günümüzde, Arap dünyasında yönetimi elinde bulunduran kadrolar ve halk, bu Darwinist, komünist eğitimin etkisinden yeni yeni kurtulmaktadırlar.
Komünizm ve Darwinizmin tek zayıf noktası fikri mücadeledir. Fikri mücadele karşısında bu ideolojiler, tuzun suda eridiği gibi erirler. Fikri mücadele en hassas damarlarıdır. Bu nedenle komünizmin hastalıklı düşüncesinden kurtulmanın tek çözümü Kuran’dır. Ancak öncelikli olarak felsefi yönden Marksist, Leninist, Darwinist ve materyalist dinin yok edilmesi, bir anlamda putlaştırılan bu düşüncelerin silinmesi gerekir. Bunun için de Darwinizm’in iddialarının mantıksızlığının anlatılması şarttır. Çünkü put dururken din anlatılmaz. Nitekim Kuran’da bildirildiği üzere, mübarek Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Kabe’deki putları kırmış, Hz. Musa (a.s.) bazı Musevilerin put edindiği dökme buzağıyı yakıp küllerini denize savurmuş, Hz. İbrahim (a.s.) kavminin edindiği putları yine parçalayarak yok etmiştir ve bunun sonrasında din ahlakı tebliğ edilmiştir.
Kuran’da Yüce Allah’ın peygamber kıssalarında örnek verdiği bu yöntem, günümüzde de komünistlerin putu olan Marksist–Darwinist düşüncenin yıkılması ile devam edecektir. Bunun için öncelikli olarak bu batıl ideolojilerin, felsefelerin yıkılması, çürük ve temelsiz fikirler olduğunun bilimsel olarak açıklanması bu düşüncenin çökertilmesi için yeterli olacaktır. Bunun arkasından da komünist telkinin tam aksi yönünde insanları Allah’a iman etmeye ve yalnızca O’na kulluk etmeye davet etmek, İslam dininin güzelliğini, insan sevgisi, barış ve adalet üzerine kurulu olduğunu anlatmak gerekir. Yüce Allah, Hz. İbrahim (a.s.)’ı örnek göstererek kullanılması gereken tebliğ yöntemini de şöyle bildirmiştir:
“Onlara İbrahim’in haberini de aktar-oku: Hani babasına ve kavmine: “Siz neye kulluk ediyorsunuz?” demişti. Demişlerdi ki: “Putlara tapıyoruz, bunun için sürekli onların önünde bel büküp eğiliyoruz.” Dedi ki: “Peki dua ettiğiniz zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Ya da size bir yararları veya zararları dokunuyor mu?” “Hayır” dediler. “Biz atalarımızı böyle yaparlarken bulduk.” (İbrahim) Dedi ki: “Şimdi neye tapmakta olduğunuzu gördünüz mü? Hem siz hem de eski atalarınız?” (Şuara Suresi, 69-76)
Bediüzzaman Hazretleri ahir zamanda Darwinizm ve materyalizmin güçleneceğini, deccaliyetin bu güçten destek alarak yayılacağını, ancak Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Mehdi (a.s.)’ın fikri mücadeleleriyle bu fitnelerin son bulacağını belirtmiştir. Hz. Mehdi (a.s.)’ın birinci görevinin de, Darwinizm ve materyalizmi fikren ve bilimsel olarak etkisiz hale getirmek olduğunu söylemiştir. Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi, Hz. Mehdi (a.s.), bu görevini tam olarak yerine getirecek, Darwinizm’i ve materyalizmi fikren ortadan kaldırarak, insanların imanlarının kurtulmasına vesile olacaktır:
“Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle (etkisiyle) ve MADDİYUN VE TABİİYYUN TAUNU (Darwinizm ve materyalizm hastalığı), BEŞER İÇİNE İNTİŞAR ETMESİYLE (insanlar arasında yayılmasıyla), her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini (materyalizmi) TAM SUSTURACAK bir tarzda imanı kurtarmaktır.” (Emirdağ Lahikası, s. 259)
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nden aktarıldığı gibi Hz. Mehdi (a.s.) Darwinizm ve materyalizme karşı çok büyük çaplı ilmi bir mücadele verecektir. Dolayısıyla bu ideolojileri tam anlamıyla susturacak ve insanların imanlarını kurtaracak çok etkili bir çalışma yürütecektir.
Yüzyıllardır insanların karşı karşıya oldukları sorunlara çözüm getirilememesinin nedeni çözümün hep yanlış sistem ve inançlarda aranmış olmasıdır. Oysa çözüm Allah’ın insanlar için seçip beğendiği Kuran ahlakındadır. Dünyayı bu çözülmemiş sorunları ile kabullenmek, olaylara seyirci kalmak veya çözümü uzak ve erişilmezmiş gibi görmek büyük bir hata olur. Çünkü tüm insanları yaratan Allah onların en rahat edecekleri, refah, huzur ve güven duygusu içinde yaşayacakları sistemi de yaratmış ve bunu insanlara Kuran aracılığı ile bildirmiştir. Allah’ın “...Biz Kitab’ı sana, herşeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik.” (Nahl Suresi, 89) ayetinde de bildirdiği gibi Kuran her konuda insanlara yol gösterici bir Kitap’tır.