Ortadoğu’da yüzümüzü ne tarafa çevirirsek bir tür çatışma ortamıyla karşılaşıyoruz. Komşularıyla sıfır sorun politikası yürüten Türkiye bile komşularının sorunlarının bir parçası olmaktan kurtulamadı. Türk hükümeti bu ülkelerin bazılarıyla çeşitli anlaşmalar yapmış olmasına rağmen, Suriye’de değişen dengeler ülkelerle ilişkileri normal bir şekilde yürütmeyi son derece zor bir görev hale getiriyor. Bu sebeplerden dolayı Türk ordusu ülke güvenliğini sağlayacak Fırat Kalkanı operasyonunu başlattı ve son yedi aydır devam eden operasyonda El-Bab şehri ISID’den alındı.
Bu çatışma bölgesinde en etkili çözüm kuşkusuz ki ülkeler arasında dostane ilişkilerin kurulmasıdır. Rusya, Türkiye ve Iran son derece akılcı davranarak bu durumu fark etti ve Suriye’deki kanı durduracak bir ittifak meydana getirdi. Bu ittifak sayesinde bölgede barışa yönelik ilk somut adımlar atılmış oldu. Moskova’da düzenlenen zirvede bu üç devlet Suriye’de çözümün askeri yollarla değil diplomasi ve ittifakla çözülebileceğini gördü. Bu durum sadece Suriye için değil mevcut tüm savaşlar için geçerli çünkü çatışmalar taraflar arasındaki anlaşmazlıklardan doğar. Aslında askeri tedbirlerin anlaşmazlıklara çözüm olmadığını herkes bilse de, bazen taraflar silaha sarılabilmektedir. İster Batı’nın provokasyonu ister direkt müdahil olmasıyla olsun, bugün Müslümanlar savaş gerekçesiyle birbirlerini öldürüyorlar.
Mevcut şiddet ortamı ‘Medeniyetler Çatışması’ ve ‘Müslüman Savaşları Çağı’ tezleriyle ünlü olan Samuel Huntington’ı hatırlatıyor. Aslında Huntington’ın argümanlarının temel amacı İslam ülkeleri arasında işbirliği ve birliği engellemekti. O’na göre 21.yüzyıldaki savaşlar tarihin diyalektiğinin kaçınılmaz bir sonucuydu ve eğer savaş bilimsel bir kaçınılmazsa ulusların bunları engellememeye çalışmaları ve daha ziyade mümkün olduğunca bu savaşlardan faydalanmaya çalışmaları gerekiyordu. Bu görüş milyonlarca masum insanın hayatına mal oldu.
Örneğin durumu neredeyse Suriye kadar kadar kötü olan Irak’ı ele alalım. 2003’de kitle imha silahlarına sahip olduğuna ve dünyaya tehdit oluşturduğuna dair, yanlışlığı sonradan ortaya çıkan gerçek dışı bir gerekçeyle Amerikan ordusu tarafından işgal edilen ülke bugün hala bir savaş bölgesi. Ülkede kitle imha silahlarının bulunduğuna dair iddialar o tarihte MI6’in verdiği yanlış istihbarata dayanarak eski İngiltere Başbakanı olan Tony Blair tarafından sunulmuştu. Oysa ki bu bilgilerin yanlışlığı bir süre önce İngiliz Parlamentosu tarafından görevlendirilen resmi soruşturma komitesinin yayınladığı Chilcot Raporunda açıkça ortaya koyuldu. Tony Blair bu raporun yayınlanmasından sonra hatalı istihbarat için özür diledi. Ancak özür için geçti ve acı çeken yine Müslümanlar olmuştu. Irak’a sıçrayan ISID tehdidi de uzun süredir bölgede ciddi bir sorun ve Irak ordusu bu terör grubuna karşı yakın zamanda sona eren Musul operasyonunu gerçekleştirdi.
Karmaşa içindeki diğer bir ülke ise Yemen. Bu ülke neredeyse unutulmuş durumda. Yemen’deki şiddet olaylarının medyada çok sıklıkla yer almıyor olması buradaki acı durumu değiştirmiyor. Yedi ateşkes anlaşmasının başarısız olduğu savaşta 10.000 kişi şehit olurken, 40.000 kişi de yaralandı. En son UNICEF raporuna göre Yemen’de 400,000 çocuk açlık tehlikesiyle karşı karşıya ve 2.2 milyon kişi de acil yardıma ihtiyaç duyuyor. Taha Raed isimli bir Yemenli savaşın her şeyi değiştirdiğini şöyle anlatıyor: ‘Savaş bize hiçbir şeyin aynı kalmadığını gösterdi... kimse ne zaman öleceğini bilmiyor.’
Tüm bu çatışmalar tüm zamanların en korkunç global problemini de beraberinde getirdi: mülteci krizi. Türkiye, Lübnan ve Ürdün gibi bölge ülkeleri savaştan kaçan mültecilere cömertçe kapılarını açarken bazı Avrupalı ülkeler duvarlar inşa ederek ve dikenli teller örerek bu kişilerin ülkelerine girişini engelledi. Bugün 65 ülkede insanlar aynı John Carpenter’ın meşhur New York’tan Kaçış filmi gibi korkunç bir şekilde duvarların arkasına kıstırılmış durumda. Ama bugünkü durumla filmdeki sahneler arasında ciddi bir fark var: Carpenter’ın filminde duvarların arkasında suçlular vardı. Oysa 21. Yüzyılda duvarların arkasındakiler masum insanlar.
Suriye’deki ölümden kaçan mültecilere kapılarını kapayan aynı Avrupa yakın bir tarihte kendilerinin de mülteci konumunda olduğunu, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımından kaçmak için başka ülkelere sığınmak zorunda olduklarını unutmamalıdır. Bu büyük savaş Avrupa tarihindeki en kötü insani felaket tablosunu meydana getirmişti ama bugün bu acı gerçekler çok az kişi tarafından hatırlanıyor. Örneğin Macaristan hükümeti mültecilere yardım etmek bir yana, sınırda avcıları görevlendirerek ve mültecileri konteynerlerde alıkoyarak insanlık dışı tavrına devam ediyor.
Burada sadece birkaç örneğini verdiğimiz bu olumsuz sonuçların altında yatan neden ise İslam dünyasındaki bölünmüşlük. Ancak bu olumsuzluğun devam etmek zorunda değil çünkü artık birlik çağında yaşıyoruz ve birliğin en çözümsüz görünen durumları bile nasıl çözebileceğini gördük. Meydana gelecek dayanışma ve birlik mevcut sistemler gibi sadece ekonomik, askeri ya da ulusal çıkarlara dayalı olmayacak. Bu ülkeler bir karar alırken asgari müşterekte birleşecek ve sonuç kendi çıkarlarıyla çatışsa bile diğer tarafın ihtiyaçlarına göre gereken kararı verecek. Fedakarlık yapan taraf ise bir sonraki sefer yardım edilen taraf olacak.
Barış doğru politikalar uygulandığında kolayca elde edilebilecek bir olgudur. Önemli olan tarafların iyi niyetle yaklaşmaları ve çıkarlarını düşünmemeleridir. Herkes bencil davranırsa ortada asla bir anlaşma olmayacağı gibi sonunda kavga olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla liderlerin birbirlerine saygı, sevgi, şefkat ve fedakarlıkla yaklaşmaları ve bencillik ve çıkarları bir yana bırakmaları çok önemlidir.
Adnan Oktar'ın Kashmir Reader & Riyadh Vision'da yayınlanan makalesi:
http://www.riyadhvision.com.sa/2017/05/06/no-more-cries-in-the-islamic-world/