Giriş
Büyük İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi hazretleri, 1911 senesinde Şam'daki Cami-i Emevi'de verdiği ünlü hutbesinde şöyle demişti: "Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır." (Hutbe-i Şamiye, s. 90)
Bediüzzaman'ın bunu söylediği devirde, büyük Osmanlı imparatorluğu yıkılmak üzereydi. Yıkıldığında, içinden onlarca farklı devlet çıktı ve bunların büyük bölümü Batılı güçlerin sömürgeleri haline geldiler. Osmanlı yönetimi altında asırlarca huzur ve barış bulmuş olan Ortadoğu, İsrail'in de bölgeye girmesiyle, tam bir kaos ve çatışma diyarı haline geldi. Aralarında hiç bir zaman anlaşamayan ve giderek farklı siyasi kamplara ayrılan İslam ülkeleri, bu parçalanmışlığın acı sonuçlarını 20. yüzyılda yaşadılar.
Kısacası Bediüzzaman, Müslümanların siyasi, ekonomik ve kültürel sorunlarının, birlik yokluğundan kaynaklandığını görmüş ve gelişen olaylar da onu doğrulamıştı.
Ancak Bediüzzaman, Müslümanların içine düştükleri durumun bir "fetret devri" olduğunu ve yakında biteceğini de görüyordu. İmanın ona kazandırdığı basiretle, tüm Müslümanlara müjde vermişti: "Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek gür seda, İslamın sedası olacaktır..."
Tüm Müslümanlara müjdelemek isteriz ki, Üstad'ın haber verdiği o istikbal artık çok yaklaşmıştır. Bugün hem İslam dünyanın "en gür sedası" olma yolundadır; hem de onun en büyük vazife olarak gösterdiği "ittihad-ı İslam", yani İslam Birliği, yaklaşmaktadır.
İslam Dünyasının Durumu
Bugün İslam dünyasının durumu değerlendirildiğinde ilk dikkati çekecek özelliklerden birisi, Müslümanların kendi aralarındaki parçalanmışlığı olacaktır. Kimi İslam ülkeleri arasında derin anlaşmazlık ve ihtilaflar vardır. Hatta yakın geçmişte, İran-Irak Savaşı, Irak'ın Kuveyt'i işgali, Pakistan-Bangladeş Savaşı gibi Müslüman ülkeler arasında geçen savaşlar yaşanmıştır. Müslüman ülkelerde çoğunlukla etnik ve siyasi sorunlar nedeniyle yaşanan iç savaş ve çatışmalar da -örneğin Afganistan'da, Yemen'de, Lübnan'da, Irak'ta veya Cezayir'de olduğu gibi- İslam dünyasının, olması gerektiği gibi olmadığını göstermektedir. Öte yandan İslam dünyasının dört bir yanında birbirinden son derece farklı dini yorumlar, görüşler ve modeller hakimdir. Neyin gerçekten İslam'a uygun neyin de aykırı olduğunu belirleyecek, bu konuda dünya Müslümanlarının geneline yön verecek, onları uzlaştırabilecek merkezi bir otorite yoktur. Katoliklerin Vatikan'ı, Ortodoks Hıristiyanların Patrikhaneleri vardır, ama İslam dünyasında dini bir birlik ve merkez bulunmamaktadır.
Oysa İslam ahlakının özünde birlik vardır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in vefatının ardından, İslam dünyası hep Hilafet makamı tarafından yönlendirilmiş, bu makam Müslümanların dini konulardaki yol göstericisi olmuştur.
Günümüzde de İslam dünyasının tümüne yol gösterecek çağdaş bir merkezi otorite kurulabilir. Avrupa Birliği'ne benzer bir biçimde, demokratik esaslara ve hukukun üstünlüğü prensibine dayanan merkezi bir İslami otoritenin ve bir İslam Birliği'nin kurulması İslam dünyasının mevcut sorunlarının giderilmesinde çok önemli bir adım olacaktır.
Eğer bundan 20, 30, 40 veya 50 yıl öncesinde olsaydık, o zaman böyle bir "İslam Birliği"nden söz etmek çok daha zor olurdu. Çünkü ne dünyanın ne de İslam dünyasının durumu, böyle bir birliğin oluşması için gerekli şartları taşımıyordu. Aksine, böyle bir birliğin kurulmasına engel olabilecek pek çok şart vardı. Ancak dünya, 1980'lerden itibaren bir dizi değişim geçirdi ve bunlar bir İslam Birliği'nden söz etmeyi ve bunun kurulması için çalışmayı mümkün kıldı.
Bunların ilki, Müslümanların özgürleşmesidir.