Zorluk içinde yaşayan, borç batağında olan bir ekonomiyi düze çıkarabilmek, ancak İslam ahlakının getirdiği üstün meziyetlerle mümkün olabilir. Bu ahlakın rehberliğinde yaşanan bir ortamda Allah korkusu ile hareket edilir. Dolayısıyla, insanlar yalnız kendi çıkarları için değil, tüm insanların rahatını ve çıkarını gözeterek yaşamlarını sürdürürler.
Bugüne kadar yaşanan finansal krizlere bakıldığında, bir ülkede herhangi bir nedenle başlayan krizlerin ikinci aşamada spekülatif ataklarla derinleştiği, üçüncü aşamada ise bir ülkeden diğerine yayıldığı gözlemlenmektedir.
Ekonomik krizler nasıl başlar ve yayılır?
Krizi başlatan unsur her ülke için tamamen farklı olabildiği gibi ülke içinden veya dışından gelebilmektedir. Örneğin, ülke içinde krizin başlatıcısı politik dengelerde önemli bir değişim ya da daha önce ölçüsüz sermaye akışının söz konusu olduğu gayrimenkul veya banka sektörü gibi bir alandaki iktisadi çöküş olabilir. Böyle bir çöküş diğer sektörleri ve sonra da bütün ekonomiyi etkileyecektir.
Başlayan kriz sürecinin ülke parasının değerini düşüreceği beklentisini beraberinde getirmesi, ülkeye sermaye yatıranların güveninin kaybolmasına yol açarak ülke dışına sermaye kaçışını başlatır. Bunun sonucunda paranın üzerinde oluşan baskı, ikinci aşamayı, yani krizin spekülatif derinleşmesini başlatır. Spekülatörlerin planlarını paranın değerindeki düşüşün süreceği üzerine kurmaları ve bundan kar elde etmek istemeleri krizi derinleştirir. Unutulmamalıdır ki, bu spekülasyonlar ekonomide verimliliğin gelişimini sağlamak için değildir. Spekülasyonlar, diğer finans piyasası katılımcılarının beklentileri üzerine oluşturulmakta ve bunlardan hesaplanan fırsatların ele geçirilmesi maksadını taşımaktadır.
Son aşamada ise finans krizi bir ülkeden diğer bir ülkeye yayılır. Finans piyasalarının globalleşmiş olması ve ülkelerarası ticari ilişkilerin yoğunluğu krizin diğer ülkelere yayılmasında etkili olur. Örneğin Japonya'daki banka krizi Kore'deki Japon bankasını çökertecek oranda krizin ateşleyicisi olmuştur.
Ticaretin değer olarak %72, miktar olarak %60 oranında düştüğü 1929 buhranından sonra, dünya birçok önemli kriz yaşamıştır. Özellikle son 10 yıllık süre (1990-2000) günümüz ekonomilerini yakından ilgilendiren önemli krizlere sahne olmuş bir dönemdir. 1992 Avrupa krizi, Meksika krizi, Asya krizi ve Rusya, Brezilya krizleri...
Son yaşanan iki önemli ekonomik kriz ve etkileri
Geçtiğimiz yüzyılın son senelerinde 2 büyük ekonomik kriz yaşanmıştır. Bunlardan birincisi, 1994-95 yıllarında Meksika'da gerçekleşen ve birinci dereceden Latin Amerika'yı etkileyen Meksika krizidir. İkincisi ise, 1997'de Tayland'da başlayıp, öncelikle Asya'yı etkileyen Asya krizidir.
Meksika krizi ve Latin Amerika etkileri
Meksika'ya 1989-1994 yıllarında 100 milyar dolara yakın yabancı sermaye akmış, bunun ağırlıklı bölümünü uzun vadeli direkt yatırımlar değil, kısa vadeli sermaye oluşturmuştur. Meksika'daki politik istikrarsızlıklar ve ABD'de yurt içi faizlerdeki yükselişin yatırımları göreceli olarak cazip hale getirmesiyle Meksika iki ay içinde (Aralık 94- Ocak 95) döviz rezervlerinin %77'sini kaybetmiştir. Peso sadece 10 günde değerinin üçte birini, 1995 sonuna kadar krizden önceki değerinin yaklaşık yarısını kaybetmiştir. Meksika ekonomisinin büyük ölçüde ithalata bağlı oluşu nedeni ile üretim çökmüş ve işsizlik çok büyük ölçüde artmıştır. Asya krizi ve etkileri
1997 yılında Doğu ve Güneydoğu Asya'nın başarılı ülkeleri oldukça ağır bir krize girdiler. Tayland, Filipinler, Endonezya, Güney Kore ve Malezya'nın başını çektiği bu ülkeler; 70'li yılların ortalarından itibaren dünya ekonomisinde büyüme hızlarının düştüğü bir dönemde hızla büyümüşlerdi. Bu ülkelerin ekonomik başarıları diğer gelişmiş ülkelere, hatta durgunluk içindeki gelişmiş ülkelere örnek olarak gösteriliyordu.
Tayland'ın para birimi Baht'a yönelik bir spekülasyon dalgasıyla patlak veren kriz, süratle bölgenin diğer ülkelerine yayıldı. Ülke paraları birkaç ay içinde önemli ölçüde değer kaybetti (Endonezya Rupisi %80, Tayland Bahtı %42, Malezya Riggiti %38, Filipinler Pezosu %30 oranında değer kaybetti), borsaları çöktü (Güney Kore'de borsa endeksi %62, Endonezya'da %43, Malezya'da %53, Tayland'da %51, Filipinler'de %30).
Bunun altından kalkamayan söz konusu ülkeler IMF'den yardım istediler. IMF krizin aşılması için tarihinin en büyük yardım paketini açtı. Ancak yüksek faiz, kamu harcamalarının kısılması, işgücü piyasalarına esneklik getirilmesi gibi politikaların da uygulanmaya çalışılmasıyla, kriz içindeki ülkeler büyük bir durgunluğa düştüler; işsizlik hızla arttı; enflasyon tırmandı. Bölgede 5 milyon insan işini kaybetti. Endonezya'da temel gıda maddeleri fiyatları olağanüstü yükseldi, sosyal patlamalar yaşandı. Ekonomik kriz sadece ülke ekonomilerini çökertmekle kalmadı, politik istikrarsızlıkları da beraberinde getirdi. IMF politikaları
Uluslararası para sisteminin düzenli işleyişini sağlamak üzere 1944 yılında kurulan IMF, "kur istikrarını koruma" görevinin çok ötesinde görevler üstlenmiştir. IMF, süreç içinde az gelişmiş ülkelerin kalkınma stratejilerini belirleyen ve kaynakları belirli bir gelişme modelinin finansmanına yönlendiren bir kuruluş haline dönüşmüştür.
IMF'de G-7 olarak anılan ülkeler ile bu ülkelere Hollanda, Belçika ve İsveç'in de katılımıyla oluşan G-10 adlı grup, mutlak çoğunluğa sahiptir. Bu durumda doğal olarak IMF politikaları, temsil ettikleri sermayenin tercihleri yönünde şekillenmektedir. Krizlerin ortak bir sonucu: Acil kredi
Genelde krize uğrayan ülkeler, ardından soluklarını IMF'nin kapısında bulurlar. Ne yazık ki çözüm için sadece IMF'den gelecek yardımlara bel bağlayan ekonomilerin henüz tarihte tam anlamıyla düzlüğe çıktıklarına dair herhangi bir örnek yaşanmamıştır. IMF'den alınacak destek ve tavsiyeler değerlendirilmelidir; ancak kökten uzun vadeli çözümler, kontrolün ve takibinin tam anlamıyla "ülkenin kendi inisyatifinde" olmasıyla gerçekleşir. Başka bir deyişle, burada kastedilen "milli" bir ekonomi programıdır.
Alınacak borçlarla düzlüğe çıkmak isteyen ülkelerin sayısı oldukça fazla olmuştur. Ne var ki, bir süre sonra bu ülkeler, genelde büyük bir faiz borcuna teslim olurlar. Kriz içinde bulunmalarından ve risk paylarının yüksek olmasından dolayı, borçlar ancak yüksek faiz ve özel şartlar altında verilir. Yüksek faizlerin ise bir ülke ekonomisine etkilerini şöyle özetleyebiliriz:
Yüksek faiz, bir ülkedeki girişimcileri, dolayısıyla yatırımı ve istihdamı engelleyecektir, bunun sonucunda da ülke iktisadında üretim kapasitesi artmayacaktır. Dahası var olan üretim kapasitesini kullanma oranı düşük olacak, çünkü üretimin maliyeti artmış ve sürümü zorlaşıp azalmış olacaktır. Ayrıca yüksek faiz, işletmelerde kapasite artırıcı yatırımları da engelleyecektir. Çünkü bunlar için alınacak krediler pahalı olacak; bu krediler nedeniyle hem yatırım hem de üretim maloluşu artacaktır. Bu da yeni yatırım yapmayı imkansız hale getirecek, kapasite kullanılamayıp üretimi düşürecektir.
Yüksek faiz, fiyatları artırarak tüketimi de olumsuz yönde etkiler, daraltır ve de pahalılığa yani enflasyona neden olur.
Ayrıca bütün bu sebepler, kriz içindeki ekonomiden zarar görmemek için kurumların ve işletmelerin yatırım ve üretim amacıyla kullanacakları parayı, faize yatırmalarını daha cazip hale getirecektir. Yerel paranın değer kaybetmesi ve işletmelerin paralarını faiz gelirlerine bağlamalarıyla piyasadaki para bankalara kaçacak, alım güçleri ciddi boyutlarda düşen halk, sefalet seviyesine inecektir.
Böylece yüksek faiz ülkeyi asla düzlüğe çıkaramayacağı gibi çok ağır ekonomik, hatta siyasi buhranlar altına sürükleyecektir. Krizlerin çözümü
Peki günümüzde birçok ülkeye hakim olan bu kara tablonun ortadan kalkması mümkün değil midir?
Kesinlikle mümkündür. Ancak şunu önceden belirtmekte fayda var ki, ekonomik sorunları sadece ekonomik çözümlerle çözmeye kalkışmanın uzun vadeli ve kökten bir başarı getiremeyeceği aşikardır. Bu gerçeği, gerek günümüzdeki gerekse geçmişteki birçok örneğe bakarak anlayabiliriz.
Sorunu çözmek için, öncelikle gerekli yatırımların yapılması şarttır. Kazancını faiz ve repo ile elde edenlere veya yastık altında tutanların mutlaka yatırım yapmaları teşvik edilmeli, bu konuda yoğun bilgilendirme yapılmalıdır. Bu sayede üretime giren sıcak para ülke ekonomisinde bir ateşleme yapacak, çalışmayan veya düşük kapasiteyle çalışan işletmeler artık işler hale gelecektir. Canlanan ekonomi doğal olarak yeni iş alanları açacak ve işsiz kadrosu bu lokomotife dahil olacaktır. Ayrıca gelirini üretime endeksleyen ülke, kendi çıkarlarını düşünen spekülatörler tarafından sömürülemeyecek ve bu kişilerin haksızca kazanmayı hedefledikleri paralar kasalarına değil, ülke ekonomisine dönmeye devam edecektir. Bütün bunlar sağlam bir ekonomi görüntüsü vereceğinden, dış ülkelerden de uzun vadeli yatırımlar getirecek, bu durum hem borsanın hem de halkın cebindeki yerel paranın değer kazanmasına vesile olacaktır.
Zorluk içinde yaşanan ve borç batağında olan bir ortamı sona erdirip yukarıda bahsedilen verimli konuma gelebilmek, İslam ahlakının getirdiği üstün meziyetlerle mümkün olabilir. Bu ahlakın rehberliğinde yaşanan bir hayatta Allah korkusu ile hareket edildiği için insanlar yalnız kendi çıkarları için değil, tüm insanların rahatı ve çıkarı için uğraşırlar. İslam ahlakında; birlik, beraberlik, yardımlaşma ve dayanışma önde gelir. Kuran ahlakının yaşandığı bir toplumda insanları büyük bir titizlikle korunur. Kimse kimsenin payına göz dikmez. Ölçüde bir yanlışlık yapılmaz. Adaletsiz, çıkara dayalı, güçlünün zayıfı ezdiği, insanların haksız yollarla başka insanların paylarını kendi paylarına kattığı bir düzen yaşanmaz. İsraf olmadığı gibi, israfa kaçan tüketim de olmaz. Yardımlaşma ve adalet sayesinde insanların ekonomik güç seviyesi yükselir, böylece zengin ve müreffeh bir toplum oluşur. (www.cavityalcin.com)