Dünyanın pek çok bölgesinde insanlar açlıkla boğuşurken ya da savaşlarda bombaların altında hayatta kalma mücadelesi verirken, kimileri de son derece şaşalı, rahat bir hayat yaşıyor. Gösterişli mekanlarda alışveriş yaptıktan sonra marinadaki yatlarında soğuk içeceklerini yudumlayarak serinlemeye çalışan, geceleri ise pahalı kıyafetleri ve son model arabalarıyla gittikleri popüler kulüplerde eğlenen, kısacası dünya nimetlerinden en yüksek seviyede istifade ederek yaşayan bu insanların sayısı hiç de az değil.
Ancak dünyanın büyük bir kısmı çok daha mütevazi bir hayat sürüyor. Ömürlerini işten eve, evden işe dört duvar arasında geçiren insanların sayısı yüz milyonları aşıyor. Bu insanlar her gün birbirini tekrar eden monoton hayatlarına çeşitli etkinlikler sığdırmaya çalışarak ara sıra sinemaya ya da tiyatroya gitmeyi, arkadaşlarıyla bir cafede oturup kahve içmeyi bir farklılık addediyorlar. En çok imrendikleri şey ise nimetlere boğulmuş şekilde gününü gün ederek yaşayan zenginlerin hayatı. Kısıtlı imkanları elverdiği kadar onları taklit etmeye çalışıyor ve bir gün onlarınki gibi ihtişamlı bir hayata kavuşmanın hayali içinde yaşıyorlar. Para biriktirerek birkaç günlüğüne de olsa zenginlerin gittikleri tatil köylerine gitmeye, onların giydikleri kıyafetlerin en azından taklitlerini satın almaya, böylece onlarla kendilerini özdeşleştirmeye çalışıyorlar.
Oysa hem dünyayı zevk içinde yaşayanların hem de onlara özenenlerin unuttukları bir şey var ki, hayat hızla geçip gidiyor. Herkes bilinen bir günün beklenen saatine doğru yol alıyor. Hiç kuşku yok bu saat, insanın hayatının en önemli saatlerinden biri olan ölüm saati.
Marka ayakkabı ve çantalar, göz alıcı elbiseler, hafta sonu pahalı bir restoranda yenecek öğle yemeği, Facebook ya da Instagram'da paylaşılan resme gelen beğeni ve yorumlar... Bu son saatle birlikte hepsi önemini yitiriyor. Bir ay sonraki yaza veda partisi, tutulan takımın bu sezon şampiyon olup olmayacağı, izlenen dizinin son bölümü ölümle birlikte artık hiçbir şey ifade etmiyor.
Ölen kişinin evi ya da özel eşyaları aile üyeleri tarafından belli bir süre kendi haline bırakılacak olsa da bir süre sonra paylaşılmaya başlıyor. Kıyafetlerinin büyük bir bölümü fakirlere, ihtiyaç içinde olanlara dağıtılıyor. En çok kullandığı eşyaları, eski fotoğrafları sevdikleri tarafından hatıra olarak saklanıyor. Ta ki onlar da bu yaşama veda edene kadar.
Hiç bitmeyecek sanılan hayat artık sona eriyor. En sevilen içecekler, yemekler, biriktirilen onca mal mülk, tüm zevkler, tüm anılar... Her biri ölümle beraber sonsuzluğa gömülüyor. Burada ona tanınan süre artık tamamen sona eriyor. Dünya deneyimi bitiyor, bundan sonra onu bir başka deneyim bekliyor. Tıpkı bir rüyadan uyanır gibi, gözünün önünden bir perde kalkıyor, yepyeni bir perde açılıyor.
Peki bundan sonra neler oluyor?
Ölümle birlikte kişinin bedeniyle hiçbir ilişkisi kalmıyor. Hayat boyu "ben" dediği ve sahiplendiği beden sıradan bir et parçası haline dönüşüyor. Başka insanlar geliyor ve o ana kadar ona ait olan bedeni alıp morga kaldırıyor. Ertesi gün beden morgdan alınıyor, tahta bir tabuta konuyor. Tabut eller üzerinde taşınarak üzerinde kişinin adı yazılı olan mezara geliniyor ve kefene sarılı beden tabuttan çıkarılarak mezara konuyor. İnsanlar ellerine kürek alarak mezara topluca toprak atıyorlar. Toprak yavaş yavaş kefeni kaplamaya başlıyor. Kısa sürede tüm defin işlemi sona erdikten sonra herkes evine dönüyor.
Peki ama o sırada kişinin ruhu neler yaşıyor?
Hayatını kaybeden kişi eğer bu dünyada sonsuza dek yaşayacağını zanneden, uzun vadeli planlar peşinde koşarak mal ve servet biriktiren ama ölümden sonrasını hiç hesaba katmayan bir kişiyse, bundan böyle yapayalnız olduğunu dehşetle fark ediyor. Bomboş bir çaba uğruna elindeki uzun fırsatı harcamış olduğunu, dünya hayatının geçici zevklerine dalarak gerçekten yüz çevirdiğini şok içinde fark ediyor. Dünyaya neden geldiğini, var oluşunun gerçek amacını bir kez olsun düşünmediği için büyük bir pişmanlığa kapılıyor. Ancak artık geriye dönüş olmadığını, dünyada geçirdiği ömrün hesap vaktinin geldiğini biliyor. Ve ölümden kaçış olmadığı gibi, hesap anından kaçış olmadığını da...
Hiç şüphesiz ölümün varlığı herkes tarafından bilinen bir gerçek. Buna rağmen pek çokları hayat boyu bu gerçekten kaçıyor, üzerinde düşünmek istemiyor, görmezden geliyor, yokmuş gibi davranıyor. Sadece zevklerinin peşinden giderek hareket etmek istiyor, içinde bulunduğu düzenin hep sürmesini, asla son bulmamasını arzuluyor. Bunun boş bir çaba olduğunu içten içe bilse de gerçekle yüzleşmek yerine hayat boyu sahte bir yaşam sürmeyi tercih ediyor.
Bu satırlar er geç ölümle karşılaşacağını bilen ama bu gerçeği bir şekilde göz ardı eden insanlar için belki de yeni bir fırsat. Ölümün ne zaman geleceği belli değil ama bir gün geleceği kesin bir gerçek. Ve büyük ihtimalle o gün, bir öncesinde ertesi gün ölümün geleceği hiç umulmayan bir gün olacak. O halde akıl sahibi insanlara düşen, gerçekten kaçmamak, geçici olan bu dünyaya körü körüne bağlanmamak ve asıl hayat olan ölümden sonraki sonsuz hayat için hazırlık yapmak gerektiğini anlamaktır. Bu gerçeği kabul ettiği noktada kişi sonsuzluğa açılan yepyeni bir sayfa açmış olacak, kendini kandırmadan yaşamanın zevkine varacaktır. Üstelik ölümün kendisinden korkup kaçılacak bir son olmadığını, aksine asıl hayat olan sonsuz ahiret hayatının başlangıcı olduğunu anlayacaktır.