Din Adına Terör Uygulayanların İç Yüzü

İman edenler ve imanlarını zulümle karıştırmayanlar,
işte güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete ermişlerdir.
(Enam Suresi, 82)

Buraya kadar incelediğimiz gerçekler göstermektedir ki, masum insanlara karşı terör eylemi düzenlemek, din ahlakına tamamen aykırıdır. Kuran ayetlerini ve Peygamber Efendimiz (sav)’in uygulamalarını kendine rehber edinen bir Müslüman böyle bir suç işleyemez. Aksine, Müslümanlar bu suçları işleyen insanları durdurmakla yani "yeryüzündeki bozgunculuğu" ortadan kaldırmak ve tüm insanlara huzur ve güven getirmekle sorumludurlar. Müslümanlık terörle birlikte düşünülemez, aksine terörün engelleyicisi ve çözümüdür.

"Hristiyan" ve "Musevi" terörü veya "İslami" bir terör olamaz. Nitekim hangi dinden olursa olsun terör uygulayan kişilerin yapısına baktığımızda, bunun dini değil sosyal bir olgu olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.

Haçlılar: Kendi Dinlerini Çiğneyen Barbarlar

Önceden belirtildiği gibi, bir dinin veya bir başka fikir sisteminin gerçek mesajı, kimi zaman onun sözde taraftarları tarafından tamamen çarpıtılabilir. Hristiyanlık tarihinin karanlık bir dönemini oluşturan Haçlılar bunun iyi bir örneğidir.

Haçlılar, 11. yüzyılın sonunda Kutsal Toprakları (Filistin civarını) fethetmek amacıyla Avrupa’dan yola çıkan Avrupalı Hristiyanlardı. Sözde dini bir amaçla yola çıkmışlar, ama geçtikleri her yere vahşet ve korku götürmüşlerdi. Kitabın ilerleyen bölümlerinde detaylı göreceğimiz gibi sivilleri toplu katliamlara uğrattılar, pek çok köy ve kenti yağmaladılar. Müslüman, Musevi ve Hristiyanların İslam idaresi altında huzur içinde yaşamakta olduğu Kudüs’ü fethettiklerinde ise, büyük bir katliam gerçekleştirdiler. Şehirdeki tüm Müslüman ve Musevileri vahşice katlettiler.

Bir tarihçinin ifadesiyle “buldukları tüm Arapları ve Türkleri öldürdüler... erkek veya kadın, hepsini katlettiler.” 15 Haçlılardan biri, Raymund of Aguiles, bu vahşeti ve yaşanan dehşeti kendince “övünerek” şöyle anlatıyordu:

Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti. Adamlarımızın bazıları - ki bunlar en merhametlileriydi - düşmanların kafalarını kesiyorlardı. Diğerleri onları oklarla vurup düşürdüler, bazıları ise onları canlı canlı ateşe atarak daha uzun sürede öldürüp işkence yaptılar. Şehrin sokakları, kesilmiş kafalar, eller ve ayaklarla doluydu. Öyle ki yolda bunlara takılıp düşmeden yürümek zor hale gelmişti. Ama bütün bunlar, Süleyman Tapınağı’nda yapılanların yanında hafif kalıyordu. Orada ne mi oldu? Eğer size gerçekleri söylersem, buna inanmakta zorlanabilirsiniz. En azından şunu söyleyeyim ki, Süleyman Tapınağı’nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın dizlerinin boyunu aşıyordu.16

Haçlı ordusu Kudüs’te iki gün içinde yaklaşık 40 bin Müslümanı üstte anlatılan yöntemlerle vahşice öldürdü.17

Haçlıların barbarlığı o kadar taşkındı ki, 4. Haçlı Seferi sırasında, kendi dindaşlarının şehri olan İstanbul’u yağmaladılar, kiliselerdeki altınları söküp parçalamaktan bile çekinmediler.

Elbette ki tüm bu barbarlık Hristiyanlığın özüne aykırıydı. Çünkü Hristiyanlık, İncil’de belirtilen ifadeyle gerçekte bir “sevgi mesajı”dır. Matta İncili’nde Hz. İsa’nın öğrencilerine “düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin” dediği yazılıdır. (Matta, 5/44) Luka İncili’nde ise Hz. İsa’nın “bir yanağına tokat atana diğer yanağını çevir” dediği bildirilir. (Luka, 6/29) Yeni Ahit’in hiçbir yerinde şiddeti meşrulaştıran bir hüküm yoktur, masum insanların katledilmesi ise tahayyül bile edilemez. “Masumların katliamı” kavramı İncil’de zalim Kral Hirodes’in bebek yaştaki Hz. İsa’yı yok etme girişimi olarak geçer.

Peki Hristiyanlık şiddete hiç yer vermeyen bir sevgi dini iken, Hristiyan Haçlılar nasıl olmuş da tarihin en büyük vahşetlerini gerçekleştirmiştir? Bunun en büyük nedeni, Haçlıların cahil insanlardan oluşmasıdır. Kendi dinleri hakkında hemen hiçbir şey bilmeyen, İncil’i hayatlarında okumamış, hatta belki görmemiş, Hristiyanlığın ahlaki kıstaslarından habersiz olan kitleler yanlış bir yöne sürüklenmişlerdir. Din adıyla ortaya çıkan Haçlıların iftira ederek söyledikleri “Allah bunu istiyor” şeklindeki slogan ile bu cahil kitleler büyük bir barbarlık gerçekleştirmiştir. Bu sahtekarca yöntemle Allah’ın kesin olarak yasakladığı fiiller, geniş halk kitleleri tarafından uygulanmıştır.

O dönemde kültürel yönden çok daha ileri seviyede olan Doğu Hristiyanlarının, örneğin Bizanslıların Haçlılardan çok daha insancıl olduklarına dikkat etmek gerekir. Haçlılar gelmeden önce de, onlar gittikten sonra da Ortodoks Hristiyanlar, Müslümanlarla huzur içinde ortak bir yaşam sürmüşlerdir. BBC televizyonu yorumcusu Terry Johns’a göre, Haçlıların Ortadoğu’dan çıkmasıyla “medeni yaşam tekrar başlamış ve üç dinin mensupları yine Kudüs’te bir arada yaşama geri dönmüşlerdir.”18

Haçlılar örneği genel bir gerçeği göstermektedir: Bir fikrin takipçileri eğer medeniyetten uzak, fikri yönden az gelişmiş, “cahil” insanlarsa, o zaman şiddete eğilimleri yüksek olur. Bu, din dışı ideolojiler için de geçerlidir. Dünyadaki tüm komünist hareketler şiddet yanlısıdır, ama tüm komünistlerin en vahşi ve kana susamış olanları, Kamboçya’da ortaya çıkan Kızıl Khmerler olmuştur. Çünkü onlar komünistlerin en cahilleridir.

Cahil insanlar şiddet yanlısı bir fikri cinnet noktasına götürdükleri gibi, şiddete kesinlikle karşı çıkan İlahi dinlere de, şiddet karıştırabilirler. Hristiyan ve Musevi dünyasında olduğu gibi İslam dünyasında da bunun örnekleri yaşanmıştır ve hala yaşanmaya devam etmektedir.

Din adına terör uygulayanların iç yüzünü tam anlayabilmek için Peygamberimiz (sav) dönemindeki Bedevi karakterine de mutlaka değinmek gerekir:

Hristiyanlık şiddete hiç yer vermeyen bir sevgi dini olmasına rağmen Haçlılar tarihin en barbarca eylemlerini gerçekleştirdiler. Çünkü bu cahil kitleler İncil’i belki de yaşamları boyunca bir kez dahi okumadıklarından Hristiyanlığın ahlaki kıstaslarından habersizdiler.

Kuran’a Göre Bedevi Karakteri

Peygamberimiz (sav) döneminde Arabistan'da iki temel sosyal yapı vardı. Şehir insanları ve Bedeviler. Arabistan'ın şehirlerinde o dönemin şartlarına göre oldukça gelişmiş bir kültür hakimdi. Ticari ilişkiler bu kentleri dış dünyaya bağlıyor ve bu, şehirli Arapların "görgü"lerini artırıyordu. Giyim kültürüne sahiptiler, edebiyattan ve özellikle de şiirlerden hoşlanıyorlardı. Bedeviler ise çölde yaşayan göçebe kabilelerdi ve çok geri bir kültüre sahiptiler. Sanat ve edebiyattan tümüyle habersizdiler. Çölün sert şartları içinde büyük bir kısmı kaba bir karakter edinmişlerdi.

İslam, yarımadanın en önemli şehri olan Mekke'nin sakinleri arasında doğdu ve gelişti. Ama İslam yayıldıkça Arabistan'ın tüm kabileleri onu aşama aşama kabul ettiler. Bunlar arasında Bedeviler de yer alıyordu. Ama Bedevilerle ilgili bir problem vardı: Kültürel alt yapıları, İslam'ın derinliğini ve asil ruhunu kavramak için çok yetersizdi. Bir Kuran ayetinde onların durumları şöyle açıklanmıştır:

Peygamberimiz (sav) dönemindeki Bedevi topluluklar çölde yaşayan göçebe kabilelerdi. Bedeviler çölün zorlu şartları içinde sert ve kaba bir karakter edinmişlerdi.

Bedeviler inkâr ve nifak bakımından daha şiddetlidir. Allah’ın elçisine indirdiği sınırları bilmemeye de onlar daha ‘yatkın ve elverişlidir.’ Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 97)

Bedeviler, yani "inkâr ve nifak bakımından daha şiddetli" ve Allah’ın emirlerine uymamaya daha yatkın, sınır tanımamaya müsait olan sosyal gruplar Peygamberimiz (sav) döneminde İslam dünyasına dahil oldular. Ancak sonraki dönemlerde yanlış yorumları ve davranış biçimleri nedeniyle İslam’ın ahlaki değerlerine uygun olmayan yapılanmalara yol açtılar.

Bedeviler arasında gelişen "Hariciler" adlı mezhep bunun bir örneğiydi. Sünni inancının dışına çıktıkları için "Hariciler" (isyan edenler) olarak bilinen bu sapkın mezhebin en temel özelliği, son derece katı, vahşi ve fanatik olmalarıydı. İslam'ın özü, Kuran ahlakının değerleri ve üstünlükleri konusunda hiçbir kavrayışa sahip olmayan Hariciler, birkaç Kuran ayetini gerçek anlamından tamamen çarpıtarak, kendilerinden olmayan tüm Müslümanlara karşı savaş açtılar. Dahası "terör" eylemleri düzenlediler. Peygamber Efendimiz (sav)'in en yakın sahabelerinden biri olan ve onun tarafından "ilim şehrinin kapısı" olarak tarif edilen Hz. Ali, bir Harici tarafından düzenlenen bıçaklı suikast sonucunda şehit edildi.

Bir başka deyişle, Haçlılar nasıl Hristiyanlığı gerçek anlamından tamamen çarpıtarak bir vahşet öğretisi gibi yorumladılarsa, İslam dünyasında ortaya çıkan birtakım sapkın gruplar da İslam'ı yanlış yorumlayarak şiddet uyguladılar.

Her ikisinin de ortak yönü cahil, kültürsüz, kendi içine kapalı, sert ve kaba tabiatlı, dinin gerçek amacını kavrayamayan insanlar olmalarıydı. Uyguladıkları vahşet mensup olduklarını iddia ettikleri dinin değil, söz konusu anlayış eksikliğinin sonucuydu. Kendi dinlerinin temel kaynaklarını dahi bilmiyor, uydurdukları hurafe inançlara göre hareket ediyorlardı.

Bedevi karakterinin o dönemde yaşandığını ve bittiğini düşünmek son derece hatalı olur. Günümüzde de bu karakteri yaşayan insanların varlığı dikkat çekmektedir. Kendilerinden veya içinde bulundukları gruptan başka hiç kimseyi beğenmeyen hatta dinlerinden olmayanlara karşı vahşeti kendilerince dinin gereği gibi göstermeye çalışan bu insanların birçok bozuk mantığı vardır. Tekfir etme ve yanlış kısas uygulamaları buna örnektir:

İslam Adına Kan Dökenlerin Bozuk Mantıkları

Aynı Allah'a iman eden, Hz. Muhammed (sav)'i Allah'ın elçisi, Kuran'ı hak kitap olarak kabul eden bazı Müslümanlar birbirlerini dinden çıkmış olmakla, küfürle itham edip öldürüyorlar. Özellikle son dönemde Şiilerin topluca öldürülmesi, Şii camilerinin bombalanması, aynı zamanda bir süredir gündemde olan Irak gibi bölgelerde bir kısım Şii grupların Sünnilere yönelik saldırıları İslam dünyasındaki köklü bir anormalliğe dikkatleri çekti. Ancak bu kan dökücü zihniyet ne sadece radikal terör örgütleriyle sınırlı ne de yeni bir hastalık:

Mısır'da sadece Şii oldukları için, Irak’ta ise sadece Sünni oldukları için Müslümanlar öldürülüp sonra sokaklarda sürükleniyor. İşte çoğunlukla cahil insanları böylesine bir vahşete sürükleyen neden, televizyonlardan, camilerden sözde İslam adına konuşan bazı din alimlerinin fetvalarıdır. Diğer taraftan Ortadoğu'da Şii ve Sünni grupların gerek aynı ülke içindeki kıyasıya mücadelelerinde, gerekse taşeron örgütler aracılığıyla ülkeler arasında süregiden mezhep savaşlarında yine bu hurafelere dayalı yanlış din anlayışı vardır. Elbette bu örgütlerin uyguladığı şiddet yanlıştır ve bu durum, dinin özü olan Kuran’a dönülmeden düzelmez.

1. Kuveyt’teki İmam Cafer Sadık Camii’nin bombalanması
2. Yemen'de cami saldırısı
3. Irak Hava Kuvvetleri’nden 1700 Şii askerin öldürüldüğü Camp Speicher katliamı.

Tekfir Etmek Yani “Dinden Çıkma” İthamı

Masum kanı dökmeyi kendilerince "ibadet" olarak gören, kendi din anlayışına sahip olmayanlara yaşam hakkı tanımayan insanlar İslam coğrafyasında durmaksızın kan akmasına sebep olmaktadırlar. İşte müslümanlar arasında fitnenin yaygınlaşmasına sebep olan bu acımasız ihtilaf ruhunun temelinde yer alan sorunlardan biri tekfir etmektir:

"Tekfir", bir kimseye ya da bir gruba "Kâfir oldun, dinden çıktın, İslam’ı terk ettin" şeklinde ithamlarda bulunmaktır. Tekfirci olarak tabir edilen gruplar, bir kişi ya da grup hakkında bu hükme vardıklarında, kendi hurafelere dayalı, bağnaz İslam yorumları içerisinde bu kişileri "katli vacib" ilan etmiş olurlar. Ancak Allah bir kimsenin Müslümanlığını reddetme, kabul etmeme hakkını Kuran'da kişilere vermez. Kaldı ki, bir kimse imanından sonra inkara sapmış dahi olsa, bunun hükmü, cezası Allah Katındadır:

“Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey; artık O’nun hükmü Allah’ındır...” (Şura Suresi, 10)

“... Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, Kendisi’nden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf Suresi, 40)

Günümüzde bir kısım Sünni grupların Şiileri, Şii grupların da Sünnileri tekfir ederek, Müslümanların birbirlerinden nefretle bahsettiklerini, beraber namaz kılmadıklarını, hatta pek çok bölgede kıyasıya bir mücadele içinde birbirlerini öldürdüklerini görüyoruz. İslam dinine sonradan giren “tekfir” mantığının Kuran’da hiçbir şekilde yeri yoktur; Müslümanlar arasındaki bu fitne, Peygamberimiz (sav)’e atfedilen, ‘Fırka-i Naciye Hadisi’ olarak da bilinen bir hadise dayandırılır. Birçok farklı rivayette yer alan, ancak Kuran ayetlerinde kesinlikle bir temeli bulunmayan bu hadisin en yaygın kullanılan şekli şöyledir:

“... Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak; onlardan biri hariç, hepsi cehennemliktir ve o biri de benim ve ashabımın yolu üzere olanlardır (Benim ve ashabımın yolunu takip edenlerdir)...”

Günümüzde bazı Şiiler Sünnileri, Sünniler de Şiileri kendilerince “kafir” ilan etmektediler. Oysa Kuran’da böyle bir tekfirin hiçbir gerekçesi bulunmamaktadır. Peygamberimiz (sav) de Müslümanları, birbirlerini küfürle suçlamaktan sakındırmıştır.

Bu mantık farklı rivayetlerde çeşitli ekleme ve çıkarmalarla yer almaktadır. Örneğin Tirmizî’de, “Biri hariç diğerlerinin hepsi cehenneme girer.” ifadesi yoktur. Hakim’de ise bu hadis, “Ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacak, en büyüğü kendi keyiflerine göre işler yapar, helali haram, haramı helal kılarlar.” şeklinde çok kısa olarak rivayet edilmiştir. (Müstedrek, 4/430)

İslam dünyasının içinde bulunduğu, bölünmüşlük ve parçalanmışlık, Kuran’ı yeterli görmeyen, hurafelerle, bidatlarla, uydurma hadis ve rivayetlerle, İslam’a farklı bir şekil vermeye çalışan zihniyetin ürünüdür. Peygamberimiz dönemindeki gibi Kuran Müslümanı olmak yerine, kendilerine göre helal-haramlar çıkaran ve sadece kendi yorumunun en doğru olduğuna inanan, katı, bağnaz gruplar, İslam’ı kendilerinden farklı yaşayan Müslümanların imanının geçersiz olduğuna hüküm verirler. Halbuki Allah bu tür bir bakış açısının zeminini Kuran’da engellemiştir:

“Ey iman edenler, Allah yolunda adım attığınız zaman gerekli araştırmayı yapın ve size (İslam geleneğine göre) selam verene, dünya hayatının geçiciliğine istekli çıkarak: “Sen mü’min değilsin” demeyin. Asıl çok ganimet, Allah Katındadır, bundan önce siz de böyle idiniz; Allah size lütufta bulundu. ... (Nisa Suresi, 94)

Güvenilir hadislere baktığımızda da Peygamberimiz (sav)’in Müslümanları birbirlerini küfürle suçlamaktan yani tekfirden sakındırdığı görülmektedir:

“Kim bir insanı kafir diye çağırırsa, yahut öyle olmadığı halde, “Ey Allah düşmanı” derse, söylediği söz kendisine döner.” (Sahih-i Muslim)

“Mü’mine lanet etmek onu öldürmek gibidir. Bir mü’mini küfr ile itham eden onu öldürmüş gibi olur.” (Sahih-i Buhari)

“Bizim gibi namaz kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen kimse, Allah’ın ve Resulünün teminatını elde etmiş kabul edilir. O halde (böylelerini öldürmek suretiyle) Allah’ın verdiği teminat ve ahdi bozmayın.” (Sahih-i Buhari)

“Bir insan (müslüman) kardeşine: “Ey kafir” diye hitab ettiği zaman, ikisinden biri bu sözü üzerine almış olur. Şayet söylediği gibi ise küfür onda kalır, değilse söyleyene döner.” (Sahih-i Buhari)

“Bir kimse müslüman kardeşini tekfir ederse küfür (tekfir edilen veya edenden) biri üzerine döner.” (El Müsned)

Peygamberimiz döneminde, mümin topluluğun arasında münafıklar, imanı kalbine yerleşmeyenler, fasıklar da olmuştur. Allah Kuran’da Peygamberimiz (sav)’in hükmüne razı olmayan, tavır ve ahlak olarak anormallik gösteren, hatta gizlice dinsiz olan kişilerin varlığını pek çok ayette bildirmiştir. Ancak Efendimiz tebliğine devam etmiş, ayırt etmeden herkesin imanını güçlendirmek için gayret sarf etmiştir; onları küfürle itham etmemiştir. Kulun bir başka kişinin imanı ile ilgili hüküm vermesi ve buna dayanarak ceza vermesi mümkün değildir.

Allah Müslümanların kendi içlerinde ayrılığa düşmelerinin ya da çekişmelerinin de ahirette karşılığı olduğunu bildirmektedir:

“Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç bir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir.” (Enam Suresi, 159)

Kuran’da Müslümanların birlik olmaları, kardeşler olarak yaşamaları, dağılıp ayrılmamaları, dost olmaları, bir bina gibi saf bağlamaları, çekişip birbirlerine düşmemeleri gerektiği bildirilmektedir:

Allah’a ve Resul’üne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46)

Kendilerine açık deliller ve ayetler geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için çok büyük bir azap vardır. (Al-i İmran Suresi, 105)

Müslümanların birlik beraberlik içinde olmasına katkı sağlayabilecekken, ayrılıkçı ifadeleri ve nefret söylemlerini kullananlar veya birilerini din dışı ilan eden fetvalar verenler bir kısım Müslümanları şiddete, kana teşvik etmektedirler. Mezhep imamlarına dayanarak Müslümanlara karşı kendilerince cihat ilan edenler ahirette hesabını veremeyecekleri büyük bir hataya düşmektedirler. Allah Kuran’da, Müslümanların arasını bulmayı şöyle emretmektedir:

Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz. (Hucurat Suresi, 10)

“Kısas” Hükmünün Yanlış Uygulanması

Kuran’daki hükümler, özellikle Hz. Muhammed (sav) döneminde Arap toplumlarında yaygın olan, keyfi, kin ve kişisel intikam duygularına dayalı cezalandırmayı ortadan kaldırmayı amaçlar. Kuran’ın genelindeki caydırıcılık esası bu hükümde de görülmekte, suçun önlenmesi ve ortadan kaldırılmasını sağlayarak yaşamı korumaktadır. Kısas da bu hükümlerden biridir:

“Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi katilin) lehine, onun (maktulün) kardeşi (varisi veya velisi) tarafından bağışlanırsa, artık (yapılması gereken) örfe uymak (ve) ona (maktulün varis veya velisine) güzellikle (diyet) ödemektir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunursa, onun için elem verici bir azap vardır. (Bakara Suresi, 178)

Kısası anlatan bu ayette dikkat çeken konu, bağışlama ve affetmenin teşvik edilmesi ve bunun daha güzel olduğunun bildirilmesidir. İşte bu bakımdan, kısasta bizim için hayat vardır.

Kısasın, kimlere uygulanacağı ve kimin uygulayacağı bazı şartlara bağlanmıştır. Örneğin kısas uygulamaya hak sahibi kişinin kim olacağı ayette, “ölenin velisi olan yakınları” şeklinde açıklanmıştır:

Haklı bir neden olmaksızın Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse onun velisine yetki vermişizdir; o da öldürmede ölçüyü aşmasın... (İsra Suresi, 33)


Diğer taraftan Bakara Suresi’nin 178. ayetinde bildirildiği gibi, ölen kişinin velisi isterse, kısastan vazgeçip diyet isteyebilir ki, bu da bağışlamaya bir teşviktir. Bir diğer ayette, Allah affetmenin makbul olması ile ilgili şöyle bildirmiştir:

Kötülüğün karşılığı, onun benzeri olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir. Gerçekten O, zalimleri sevmez. (Şura Suresi, 40)

Kuran ayetlerinde görüldüğü gibi asıl olan affetmek ve ıslah etmektir. Bunun İslamiyet’ten önce de, Allah’ın beğendiği bir ahlak olduğu bildirilmektedir:

Biz onda (Tevrat’ta), onların üzerine yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir kefarettir. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır. (Maide Suresi, 45)

Kuran’a göre, zulmün karşılığı zulüm değildir

İslam dinini kullanan terör örgütü liderlerine ya da bunları meşru göstermeye çalışan bazı din adamlarına, “neden bu gibi toplu katliamlara, intihar saldırılarına fetva veriyorsunuz” diye sorulduğunda, “Müslümanlara uygulanan zulme karşı kısas uyguladıklarını” söylemektedirler. Elbette dünyanın çeşitli yerlerinde Müslümanlar toplu katliama maruz kalmış, eziyete ya da haksızlığa uğramış olabilirler, ancak bu zulmün karşılığı zulüm değildir ve bunu Allah yasaklamıştır. Kısas hükümlerinde bildirilen affedicilik tavsiyesi de bu gerçeğin bir yansımasıdır.

İslam’a göre suç şahsidir, keyfi intikam duygusuyla kısas uygulanamaz

Allah zulmü Kuran ile yasaklamıştır ayrıca İslam’da suçun şahsiliği prensibi vardır. Nasıl bir bölgeye havadan bomba yağdırmak katliamsa; nasıl çocuk, kadın, yaşlı, suçlu suçsuz demeden yapılan saldırılar bir cinayetse; insanları sadece milliyetlerine, dinlerine, mezheplerine dayanarak öldürmek, intikam almak da İslam’a aykırıdır. Bir ülkenin yöneticilerinin zulmüne kızıp o ülkenin masum insanlarına terör saldırısı uygulamak Kuran’a uygun değildir.

İslam’daki savaş hukukunun temelinde adaletli olmak vardır; barışı, anlaşma yoluna gitmeyi, bağışlamayı hedef almak vardır; yaşamak ve yaşatmak esastır. Dolayısıyla Allah’ın belli sınırlandırmalarla, “kasti can almaya karşı” caydırıcılık olarak hükmettiği ve ardından da bağışlamayı teşvik ettiği ‘kısas’ hükmü, keyfi intikam duygularıyla toplumlara ve söz konusu toplumların bireylerine uygulanamaz.

Kuran’daki hükümler bu kadar açıktır ancak yine de din adına terör uygulamaya kalkanların olması terörün psikolojisini de incelemeyi gerektirir:

Terörün Hastalıklı Psikolojisi ve Yöntemleri

Saldırgan olmayı, öldürmeyi, savaşmayı, acı çektirmeyi, zulmetmeyi yol olarak benimsemiş olan teröristler Allah korkusundan ve sevgisinden tamamen uzak, kalpleri katılaşmış, hastalıklı bir ruh haline sahiptirler.

“Terör” kavramının günlük lisanda kullanılan anlamından daha geniş bir kapsamı vardır.

Günümüzde terör kavramı, genellikle radikal ideolojik gruplar tarafından yürütülen silahlı mücadeleyi ifade etmektedir. Terör, Türkçedeki karşılığı ile “korkutma, yıldırma” anlamına gelmektedir. Ancak bu korkutma ve yıldırma oldukça büyük çaplıdır ve insanların tüm hayatlarını kaplayacak kadar yoğun bir korku durumunu ve şiddet halini ifade etmektedir. Terör, insanları yıldırmak, sindirmek yoluyla onlara belli düşünce ve davranışları benimsetmek için yoğun ve sistematik bir korkuyu ve bu korkuya neden olabilecek her türlü şiddet eylemini içerir. Ancak her durumda terörün yöneldiği hedef, dolaylı ya da doğrudan halkın kendisi olmaktadır.

Bir terör örgütü, halkı kendi yanına çekebilmek için terör uygular: Elde edeceği korkunun kendisine güç vereceğini, bu güç sayesinde de halkı, ya da çoğu kez halkın bir bölümünü kendisine destekçi kılabileceğini hesaplar. Bu sözünü ettiğimiz, “terör” dendiğinde ilk akla gelendir. Ancak bir de Üçüncü Dünya ülkelerinde rastlanan ve dikta rejimleri tarafından uygulanan terör vardır.

İktidarın sahibi olan kadro ya da diktatör, baskıcıdır; iktidarını sadece kendi şahsi çıkarına kullanmaktadır. Ve bu yüzden çeşitli toplumsal tepkilerle karşı karşıyadır. Bu durumda, söz konusu dikta rejimi, muhalefetten daha güçlü olduğunu kanıtlamak için yine aynı formülü kullanır: Terör uygular ki, halk kendisinden korksun. Ve bu korku ona güç sağlasın.

Terör örgütleri, savundukları ideolojiye bağlı olarak, haksızlık ve zulüm yaptığını düşündükleri yönetim ve yöneticileri bertaraf etmeyi, böylece daha mutlu ve adaletli bir hayat tarzını amaç edindiklerini ileri sürmektedirler. Oysa bu hiç de gerçekçi bir yaklaşım değildir. Allah Bakara Suresi’nin ilk ayetlerinde, bu tür bir anlayışa sahip olanlar için şöyle buyurmaktadır:

“Kendilerine: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde: “Biz sadece ıslah edicileriz” derler. Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler.” (Bakara Suresi, 11-12)

Dikkat edilecek olursa, terörü bir yöntem olarak benimseyenler, kimi zaman birbirlerine karşılıklı yarar sağlayacak bir ittifak içine girmektedirler. Çünkü terörü uygulayanlar, ellerindeki silahın kendilerine sağladığı birtakım “rant”ları elde etmektedirler. İşte bu noktada, artık idealler kaybolur.

Teröristler için, insan öldürmek adeta bir “yaşam biçimi” gibidir. Masum insanlara hiç acımaksızın kurşun sıkabilir, küçük çocukların üzerine bomba atabilirler. Kan dökmek onlar için bir zevk ve amaç haline gelir. İnsanlıktan çıkıp, gözü dönmüş birer vahşi hayvana dönüşürler. Aralarında en ufak bir merhamet hissi gösteren olsa, onu hemen kendilerince korkak veya hain ilan edip saf dışı bırakırlar. Zaten çoğu zaman birbirlerine karşı da silaha sarılır, kendi içlerindeki fraksiyonlara karşı kanlı tasfiyeler gerçekleştirirler.

Terörizm, tamamen şeytani bir “kan dökme kuyusu”ndan başka bir şey değildir. Her kim bu vahşet çarkına destek olursa, şeytani bir sisteme destek olmuş olur. Bir teröristin dini kavramları kullanması, dini sembollerle hareket etmesi kimseyi yanıltmamalıdır. Bu şekilde sahte bir dini kisveye bürünen teröristler, hem kan döktükleri hem de bunu din adına gibi göstererek din aleyhinde propaganda yaptıkları için, iki kere suçludurlar.

Terör ile din, taban tabana zıttır. Terörizm saldırgan olmayı, öldürmeyi, savaşmayı, acı çektirmeyi, zulmetmeyi yol olarak benimsemiştir. Ancak tüm bunlar Kuran’a göre zalimliktir.

Allah barışı, uzlaşmayı, iyilikte bulunmayı ve insanların arasını düzeltmeyi emreder. Terörü ve her türlü bozgunculuk hareketini kesin olarak yasaklar. Allah Kuran’da bu tür bir eylem içinde olanları lanetlediğini bildirir:

“Allah’a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi kesip-koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte onlar, lanet onlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir.” (Rad Suresi, 25)

Terörün içinde olan, bir şekilde bu zulme bulaşmış insanların temel özellikleri, Allah korkusundan ve sevgisinden tamamen uzak, kalpleri katılaşmış, hastalıklı bir ruh haline sahip olmalarıdır.

Terörist Acımasızdır, Tek Amacı Yok Etmektir

Rus anarşizminin kurucusu olan Michael Bakunin ve öğrencisi Nechayev kendince “ideal” bir teröristi şöyle tanımlamaktadır:

Onun varlığının tek amacı sadece sözleriyle değil, hareketleriyle de, toplumun mevcut düzenine savaş açmış olmasıdır. Medeni dünyaya ait yasalara, ahlak değerlere ve uygulamalara geri dönülmez biçimde karşı çıkar... Yalnızca bir tek bilimi tanır: Yok etmek.19

Terörizm şiddetin, korkunun, endişenin, hüznün, kargaşanın hakim olduğu bir toplum özlemindedir.

Bakunin’in ve Nechayev’in bu sözlerinden de anlaşılacağı gibi teröristler maddi ve manevi tüm kurumlarla bağlantılarını kesen, dolayısıyla bütün ahlaki değerleri reddeden ve bu kurumları kendilerine bir engel ve düşman olarak gören kişilerdir. Bakunin bir başka sözünde ise “Gece gündüz bir [teröristin] tek bir düşüncesi, tek bir gayesi vardır: acımasız biçimde yok etmek. Bu sırada büyük bir soğukkanlılıkla ve dinlenmeden bu amacını gerçekleştirmek için çalışır. Her zaman ölmeye ve amacına mani olan herkesi kendi elleriyle öldürmeye hazır olmalıdır.” demiştir. Terörizmin el kitabı olarak tanımlanan Devrimci El Kitabı’nda bir teröristin nasıl olması gerektiği şu cümlelerle açıklanır:

... Kendisine karşı sert davrandığı gibi, başkalarına da öyle davranmalıdır. Her türlü insan ilişkilerine, sevgiye, dostluğa, minnettarlığa karşı duyulan tüm zaaflar devrimci davanın soğuk hırsı ile baskı altında tutulmalıdır.20

Bu sözler terörün karanlık yüzünü de tüm açıklığıyla ortaya koymakta ve terörün barış, hoşgörü ve sevgi üzerine kurulu İslam diniyle tam anlamıyla zıt olduğunu göstermektedir.

İslam Boston Saldırısı Gibi Tüm Terör ve Şiddet Eylemlerini Lanetler

2013 yılında ABD’de düzenlenen Boston Maratonunda gerçekleştirilen terörist eylem tüm samimi Müslümanlar tarafından aynı 11 Eylül terör saldırısında ve diğerlerinde olduğu gibi şiddetle telin edildi.

Üç kişinin hayatını kaybettiği yüzlercesinin ise yaralandığı bu eylem, İslam dünyası ile Batı dünyasının arasını açmak için planlanmış hunharca bir provokasyondu. Batı’ya, İslam’ın güya şiddeti ve terörü meşru gören bir din olduğu izlenimi vermek isteyen bu tür kışkırtma hareketleri farklı ülkelerde pek çok kez denendi ve büyük ölçüde de başarılı oldu. Boston saldırısının ardından da ABD’de belli medya kuruluşları duyanları hayret içinde bırakacak, insanları açıkça Müslümanlara karşı şiddete ve toplumdan izole etmeye teşvik eden açıklamalar yaptılar. Bu provokasyonlar her zaman oldu olacak. Ancak bu yapılanlar karşısında Müslümanların da üzerine düşen çok önemli bir görev var: Sadece terör olaylarını kınamakla yetinmemek, gerçek İslam ahlakını tüm insanlara anlatmak.

Her kim ki ben Müslümanım deyip de bir terör ya da şiddet eylemini dini gereği savunduğunu söylüyorsa, o kişi ya Müslüman görünümlü bir provokasyoncudur yahut da dinini doğru bilmeyen, yani cahilliğinden ötürü bunu söyleyen birisidir. Bilgisizliğinden ötürü bunu söyleyen insana, Kuran’ın doğru yorumuyla anlatımlar yapılırsa bu yanlışlığından dönecektir. Bir provokasyona mahal vermemek ise tüm insanların İslam dini hakkında bilinçlendirilmesi ile mümkün olabilir. İslam’ın şiddeti ve nefreti asla kabul etmeyen bir bakış açısına sahip olduğu herkes tarafından bilinirse, ortada provokasyona konu olacak bir durum da kalmayacaktır.

Hıristiyan ve Musevi dünyasında bir İslam düşmanlığı oluşturmaya yönelik kışkırtmalar varken, öteki tarafta yani İslam dünyasında da bir Musevi ve Hıristiyan düşmanlığı meydana getirmek için çabalayan bazı insanlar mevcuttur. Bu insanlar, Kuran’daki izahları temel almayıp bazı uydurma hadislere dayanarak provokatif izahlar yapan ve şiddet eylemlerini destekleyen bağnaz kesimdendir. İslam dünyasında bu durum gerçekten de çok ciddi bir problemdir. Tüm samimi Müslümanlar, bu gibi kişilerin İslam dünyasının birer ferdi, İslam aleminin birer temsilcisi gibi algılanmasından çok rahatsızdırlar. Çünkü bu kişilerin İslam’ın savunduğu değerlerle hiç alakaları yoktur. Sevgi, şefkat, merhamet gibi güzel duygulardan kendilerini mahrum bırakmışlardır. Sadece başka dinden olan insanlara değil, diğer Müslümanların pek çoğuna karşı da kin ve nefret doludurlar. Hiç tanımadıkları bir insana sadece başka bir zümreye ait olduğu için husumet duyabilirler. Bu gerçekten de çok hastalıklı ve kabullenilemez bir bakış açısıdır.

Farklı dinlere mensup insanları, farklı etnik kökenlere sahip bireyleri birbirlerine düşürmek, aralarında çatışma çıkarmak savaştan nemalanan insanların tarih boyunca vazgeçmediği bir yöntemdir. Halbuki dünyamız herkesin mutlu, huzurlu ve refah dolu bir hayat yaşaması için yeterince geniştir, yeterince bol imkanlara sahiptir. Kavga edecek, kuvvete başvurmayı gerektirecek gerçek manada hiçbir sebep yoktur. Savaş ve çatışma için gösterilen tüm sebepler sadece içi boş birer oyundur.

Bu dünyada sevgi ve barış içinde yaşamak, kavga ve savaş halinde yaşamaktan çok daha kolaydır. Örneğin ne İsraillilerin ne Filistinlilerin dört bir yandan sıkıştırılmış duvarlar arasında, bombaların, roketlerin ve silahların korkusu içinde yaşamak zorunda bırakılması kabullenilebilir. Biri Hz. İsmail’in oğulları, diğeri de Hz. Yakup’un oğulları olan iki milletin bu durumu insanlık için büyük bir ayıptır.

Temennimiz radikal bakış açısına sahip kişilerin, sağduyulu insanların, ılımlı, sevgi ve saygı dolu bakış açısı içinde kaybolup gitmeleridir. Ancak bunun için de hem İslam dünyasındaki hem Hıristiyan dünyasındaki hem de Musevi dünyasındaki aklıselim sahibi insanların beraber hareket etmeleri ve dayanışma içinde olmaları şarttır. İyilerin ittifakı şarttır. Bu ittifak sadece Müslümanlar arasında değil Ehl-i Kitap ile de sağlanmalıdır. Aksi takdirde ne terörün ne de şiddet eylemlerinin önüne tam geçilemez.

Teröristler için, insan öldürmek ve çevreyi tahrip etmek bir "yaşam biçimi"dir. Kan dökmek ise onlar için bir zevk ve amaçtır. Bu nedenle de masum insanlara hiç acımaksızın kurşun sıkabilir, küçük çocukların üzerine bomba atabilir, evleri havaya uçurabilirler.

Dipnotlar

15 Gesta Francorum, or the Deeds of the Franks and the Other Pilgrims to Jerusalem," trans. Rosalind Hill, (London: 1962), p. 91.

16 August C. Krey, The First Crusade: The Accounts of Eye-Witnesses and Participants (Princeton & London: 1921), p. 261

17 August C. Krey, The First Crusade: The Accounts of Eye-Witnesses and Participants (Princeton & London: 1921), p. 262

18 Alan Ereira, David Wallace, Crusades: Terry Jones Tells the Dramatic Story of Battle for Holy Land, BBC World Wide Ltd., 1995

19 The Alarm Newspaper Article, "Bakunin's Ground-Work for the Social Revolution," 1885 Dec. 26, p. 8

20 The Alarm Newspaper Article, "Bakunin's Ground-Work for the Social Revolution," 1885 Dec. 26, p. 2