Bugün burada olmaktan onur duyuyorum. Bu konferansın bir parçası olmak bir ayrıcalık. Her yeri çatışmalarla dolu dünyamızda Hristiyanlarla, Müslümanların bir araya gelerek ortak bir amaç için çalıştığı böyle bir projede yer aldığım için mutluyum. Bu çalışmanın amacı Allah’ın varlığının bilimsel delillerini göstermek ve evrimci paradigmanın karşısındaki bilimsel gerçekleri ortaya koymak. Şu çok önemli ki: Müslümanlar ve Hristiyanlar her iki hedef üzerinde anlaşabilirler. İkinci olarak ise evrim teorisine karşı ortaya konan bilimsel deliller son derece önemli.
Çünkü evrimci iddialara göre eğer evrimsel mekanizmalar hayatın kökenini, tarihini ve yaşamın tasarımını açıklayabiliyor ise, bu durumda inananlar ve inanmayanlar bu soruya cevap vermeli: “Peki Yaratıcı’nın rolü nedir?” Aslında, evrimci biyolog ve ateist Richard Dawkins, Kör Saatçi adlı kitabında şöyle yazıyor: “Darwin’den önce ateizm mantıksal açıdan kabul edilebilir olsa da; Darwin sayesinde entelektüel anlamda tam anlamıyla bir ateist olmak mümkün oldu.”
Bu gibi açıklamalar dünyada pek çok kişinin “bilim ve din arasında çatışma olduğu ve bilimin bu savaşı kazandığı” gibi bir yanılgıya inanmasına neden olmuştur. Pew Araştırma Vakfı’nın 2015 yılının Ağustos ayında yayınladığı anket sonuçlarına göre Amerika Birleşik Devletleri’nde kiliseye hiç gitmeyen veya çok nadir giden nüfusun neredeyse yüzde 75’i bilim ile din arasında çatışma olduğuna inanıyor.
İşte bu çatışma algısından dolayı insanlar Allah’ın varlığının delillerini kabul etmeyi reddediyorlar. Aynı anket sonuçlarına göre her hafta düzenli olarak kiliseye giden kişilerin yüzde 50’si ise yine bilim ile Hristiyanlık arasında çatışma olduğuna inanıyor. Aslında benim bir Yaratıcı’nın var olması gerektiğine inancım bilim sayesinde oldu.
Üniversiteye başladığımda tam bir agnostiktim. Allah’ın var olup olmadığı konusunda bir fikrim yoktu ve açıkçası din konusu beni pek de ilgilendirmiyordu. İlgilendiğim asıl konu biyokimyaydı. Tüm dikkatimi bu dalda doktora yapmaya vermiştim.
Üniversitedeyken biyolojik sistemlerin kökeni, tarihi ve tasarımında evrim mekanizmalarının etkili olduğuna inanıyordum. Ne var ki bu inancım dikkatli bir araştırmaya değil sadece biyoloji profesörlerimden öğrendiklerime dayanıyordu. Profesörlerime saygımdan dolayı evrim hakkındaki iddialarını tereddütsüz kabul ediyordum. Bir çok yönden evrimsel açıklamalara karşı beslediğim yersiz güvenim agnostisizmi de besliyordu. Amerika’daki üniversitelerde yaptığım konuşmalarda öğrencilerin aynı benim gibi herhangi bir eleştiri getirmeden evrimsel yaklaşımları hemen benimsediğini görüyorum. Bunun sebebi benim gibi profesörlerin onlara doğruları öğrettiklerine inanmaları. Üniversiteden mezun olduktan sonra, görüşlerim değişti. Biyokimya üzerinde yaptığım derinlemesine incelemeler bende Allah’ın var olması gerektiği kanaatini doğurdu. İhtisas eğitiminin başlıca hedeflerinden biri öğrenciye bilimsel deliller aracılığıyla bağımsız düşünmeyi ve uzmanlar ne derse desin, sadece delillere dayanarak sonuçlara varmayı öğretmesidir. Ben de bağımsız düşünmeyi öğrenmeye başlamışken lisans eğitimim esnasında sormadığım bazı soruları sormaya başlamıştım. Bu sorulardan biri hayatın kökenine dairdi.
Biyokimyasal sistemlerdeki mükemmel tasarım, karmaşıklık ve ustalık beni bu soruyu sormaya itmişti. Öğrenmek istediğim şuydu: Bilim camiası böylesine olağanüstü biyokimyasal sistemleri nasıl olup da mekanik süreçlerle açıklayabiliyordu? 30 sene önce bilim camiasının öne sürdüğü tezler acınacak derecede yetersizdi ve bu beni oldukça şaşırtmıştı.
Bunları görünce sadece kimyasal ve fiziksel süreçlerin hayatın kökenini açıklayamayacağına inandım. Bu farkındalığım, tasarım ve biyokimyasal sistemlerdeki olağanüstülük ile bir araya gelince, sadece entelektüel sebeplerden dolayı bir Yaratıcı olması gerektiği ve bu Yaratıcı’nın evreni yoktan yarattığı sonucuna vardım. Bu kanaate 30 yıl önce vardım. Sonra ortaya çıkan yeni bilimsel deliller de Allah’ın varlığına dair inancımı teyit eder nitelikte oldu.
Biyokimyanın sunduğu deliller ile Allah’ın varlığı çok açıkça görülüyor, dahası hayatın kökenine dair evrimsel sorunlar özellikle son 30 yıl öncesine kıyasla Yaratıcı’nın varlığının delillerini güçlendiriyor. Şimdi bir biyokimyager olarak Yaratıcı’nın neden var olması gerektiğini anlatmak istiyorum. Bu görüşümü üç anahtar kelimeyle özetleyeceğim: Parmak İzleri, Başarısızlıkve Meydana Getirme.
Kimyasal evrim ile hayatın kökenini ve dolayısıyla da biyokimyasal sistemlerin kökenini açıklama girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı. Ve son olarak da hayatı veya hayatın benzerini laboratuarda oluşturma girişimleri hayatın kökeninin bir Yaratıcı’ya ait olduğunu güçlü bir şekilde gösterdi.
PARMAK İZLERİ:
Şimdi ilk maddeye bir bakalım.
Biyokimyasal sistemlerde Yaratıcı’nın eseri, parmak izleri görülmektedir. Bir biyokimyager olarak dikkate değer bulduğum konulardan biri hücredeki kimyasal sistemlerin ayırıcı özelliklerinin insan elinden çıkmış bir eserdeki özelliklerle birebir aynı olması. Diğer bir deyişle insanlar herhangi bir objeyi ya da aleti tasarladığı, yaptığı ya da keşfettiği zaman, o tasarımda bir aklın belirleyici özelliklerini bırakır. Aynı özelliklerin biyokimyasal sistemlerin temelinde var olması beni çok etkiliyor.
Eğer belirli yapılar insan aklının varlığına işaret ediyorsa ve bu özellikleri hücredeki biyokimyasal sistemlerde de görebiliyorsak, canlılık söz konusu olduğunda tüm bunları bir “Aklın” eseri olarak düşünmemiz gerekmez mi? Zamanımız kısıtlı olduğu için bugün bu özelliklerden yalnız bir tanesi olan, hücrenin içindeki bilişim sistemleri üzerinde durmak istiyorum. Biyokimyasal sistemler özünde bilişim sistemleridir. İçinde bilgi barındıran başlıca iki sınıf biyo-molekül vardır: 1) DNA ve RNA gibi nükleik asitler; 2) Proteinler. Her iki molekül çeşidi zincire benzer bir yapıya sahiptir. Bu moleküller hücre mekanizmasının daha küçük, alt birim moleküllerinin baş-kuyruk şeklinde bir araya gelip moleküler zincirler oluşturmasıyla meydana gelirler. DNA ve RNA söz konusu olduğunda, bu alt birim moleküllere “nükleotid” veya bazen “genetik harf” denir. Bunlar A,G,C ve T harfleriyle gösterilirler. Proteinlerin alt birim molekülleri ise amino asitlerdir. Genetik kod içerisinde yirmi farklı amino asit kodlanmıştır. Hücredeki mekanizmalar yalnız bu 20 çeşit amino asidi kullanarak proteinleri inşa ederler. Biyokimyagerler çoğu zaman proteinlerin inşa edilmesinde kullanılan RNA, DNA ve amino asitleri moleküler alfabeler olarak değerlendirirler. Alfabenin harfleri nasıl İngilizce veya Türkçe dilinde kelimeler oluşturmak için kullanılıyorsa, amino asit dizilimleri de hücre içinde belirli işlevleri gerçekleştiren biyokimyasal kelimeleri daha doğrusu –proteinleri– oluşturmak için kullanılır. Nükleotid dizilimleri de DNA üzerinde bilginin saklanması için kullanılır. Aslında DNA ’nın işlevi hücre mekanizmasının protein inşa etmek için kullandığı bilgiyi saklamaktır. DNA molekülü üzerinde tek bir proteini oluşturmak için ihtiyaç duyulan bilgiyi içeren bölgelere gen adı verilir. Biyokimyasal sistemlerin bilişim sistemleri olduğunun anlaşılması hayatın bir Aklın eseri olduğunu gösterir. Neden mi? Çünkü bilgi ile karşılaştığımızda, bu bilginin ardında bir akıl olduğunu fark ederiz. Size bir mesaj ulaştığında, veya bir elektronik posta geldiğinde, posta kutusunda bir mektup gördüğünüzde ya da yol üzerine yerleştirilmiş bir işaret ile karşılaştığınızda hiç şüphesiz bunları bir aklın ortaya koyduğunu düşünürsünüz. Size birisi bir bilgi aktarmaya çalışılıyordur. İşte aynı şekilde biyokimyasal sistemlerin içerdiği bilgiyi gördüğümüzde, ilk olarak bunların bir akıl tarafından üretildiğini anlarız.
Ancak Yaratıcı’nın varlığının delilleri yalnız hücrenin içindeki bilgi ile sınırlı değil. Bu argüman çok daha ileri seviyede detaylar içeriyor. Moleküler biyolojinin sorunlarını inceleyen bilişim teorisyenleri hücre içindeki bilgi sistemlerinin yapısının insan dilbilgisindeki düzen ile neredeyse aynı olduğunu keşfettiler. Bu şunu gösteriyor, hücrenin içinde sadece bilgi var olmakla kalmıyor fakat bu bilginin bizim düzenlediğimiz şekilde organize edildiğini görüyoruz. Hücrenin içinde bir dil kullanılıyor. Bilimin bana öğrettiği en etkileyici şeylerden bir tanesi de biyokimyasal bilginin yapısı ve fonksiyonu ile ilgili. Aslında bu konu o kadar derin ki geceleri bu keşfin ne anlama geldiğini düşünürken çoğu zaman gözüme uyku girmiyor. Bilgisayar uzmanları ve moleküler biyologlar DNA ’yı idare eden hücre düzeneğinin en temel seviyede tam bir bilgisayar sistemi gibi çalıştığını buldular. Allah’ın varlığının delillerini açıklamak açısından önemli olduğunu düşündüğüm için bu konuyu biraz açmak istiyorum. Bu konunun anlaşılması için öncelikle bilgisayar sisteminin nasıl yapılandırıldığını düşünmemiz gerekir. Bilgisayar sistemleri için teorik zemin Turing makinesi diye adlandırılan soyut yapılardır. Bunlar gerçek makineler değildir, fakat bilgisayar uzmanlarının zihninde var olan soyut oluşumlardır. Turing makineleri basittir ve üç bölümden oluşur: 1) Girdi: sonlu kontrol diye tanımlanan bir yapıya giren şerit halinde bilgi. 2) Ölçülebilir kontrol: önceden belirlenmiş bir tarzda veri üzerinde işlem yaparak bunları değiştirir ve bir çıktı oluşturur. Ölçülebilir kontrol veri üzerinde sadece sınırlı operasyonlar gerçekleştirebilir. 3) Çıktı:Bu şekilde bir Turing makinesinin çıktısını, diğer bir Turing makinesinin girdisine bağlayabilirsiniz. Dolayısıyla oldukça basit makineleri alıp birleştirdiğinizde onlara kompleks işlemler yaptırabilirsiniz. Anladığımız kadarıyla hücrenin içindeki mekanizmaların DNA üzerindeki işlemleri buna benzerdir. Örneğin DNA ’nın replikasyon veya ikileşme süreci sırasında bunu görebiliriz. Dijital bilgi içeren DNA molekülü bir girdi olarak kabul edildiğinde, DNA üzerindeki bilgiyi yöneten proteinler ve enzimler sonlu kontroller olarak düşünülebilir. Buradaki çizimde DNA replikasyonu görülüyor, DNA girdi ve çıktıyı temsil ederken, DNA üzerindeki işlemleri yapan enzimleri ise sonlu kontroller şeklinde tarif edebiliriz. Bir başka deyişle hücrenin mekanizması DNA ’yı kopyalarken, hücrenin içinde bir bilgisayar işletim sistemi çalışmaktadır. Bilgisayar sistemlerinin işleyişi ve DNA replikasyonu gibi süreçler arasındaki benzerlik nedeniyle, bilim adamları DNA hesaplaması gibi yepyeni bir teknoloji geliştirdiler. DNA hesaplaması aslında temel olarak DNA ve hücrenin içinde bulunan ve DNA ’yı yöneten proteinler üzerine kuruludur. Söz konusu DNA bilgisayarları son derece küçük test tüpleri içinde bulunur. Bu bilgisayarlar şimdiye kadar sahip olduğumuz en güçlü silikon temelli bilgisayar sisteminden daha güçlüdür. Hatta süper bilgisayar sistemlerinden bile daha etkilidirler. Bunun nedeni çok sayıda ve kapsamlı paralel işlemleri aynı anda gerçekleştirebilmeniz nedeniyledir. DNA hesaplaması, Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde çalışmalarını yürüten Leonard Adelman adlı bilgisayar uzmanı bilim adamının bir keşfidir. Adelman, kendisiyle yapılan bir röportajda DNA bilgisayarları hakkında şunları söyler: “DNA hesaplamasının en önemli yanı sadece bilgisayarların yapabileceğini düşündüğümüz şeyleri aslında DNA moleküllerinin de yapabildiğini göstermesidir. Bu Bilgisayar Bilimi ve Biyoloji arasında çok yakın bir ilişki olduğunu göstermektedir. Her canlının bir hesaplama yaptığını düşünebiliriz, bazen de canlılara bilgisayarlar gibi baktığımızda onları daha iyi anlayabiliriz.” Yine DNA programlaması insanların oluşturduğu tasarımlarla hücre içerisindeki biyokimyasal tasarımlar arasında önemli benzerlikleri ortaya koymaktadır. Bu hayret verici benzerlikleri, İngiliz Doğa Bilimcisi ve İlahiyatçı William Paley’in izinden giderek Allah’ın varlığını ispatlamada resmi savlar ortaya koymak için kullanabiliriz. 1700’lü yıllarda Paley, Doğal Teoloji adında bir kitap yazdı. Paley bu kitapta Allah’ın varlığı ile ilgili Batı’da en çok bilinen argümanlardan biri olan Saatçi Argümanını geliştirdi. Paley’in mantığı şuydu: Nasıl ki bir saat için bir saatçinin var olması gerekiyorsa, hayatın var olması için de bir İlahi Saatçi’nin varlığı kaçınılmazdır. Paley’in yaşadığı dönemde saat mühendisliğin en uç noktasını temsil ediyordu. Paley saatin bir düzenekten oluştuğunu, yani belirli bir amaç için birbiriyle etkileşimde olan pek çok düzeneğe sahip bir makine olduğunu açıkladı. Paley bu saatin işleyişini, bir kaya ile karşılaştırdı ve kayanın doğadaki süreçler sonucunda meydana geldiğini söyledi. Ancak bir saatin meydana gelmesi için bir Aklın var olması şarttır. Paley canlıların biyolojik sistemlerini incelediğinde canlıların vücutlarındaki sistemlerin bir kayadan daha çok, bir saat ile ortak özellikleri bulunduğu sonucuna vardı. Bu durumda eğer bir saatin var olması için bir saatçiye gerek duyuluyorsa, bu benzerlik gereği canlıların da var olması için bir Akla ihtiyaç vardır. Biyokimya alanındaki gelişmeler, Saatçi Argümanını günümüze uyarlamamıza imkan sağlar. Günümüz mühendisliğinin zirvesini oluşturan bilgisayar sistemlerinin ortaya çıkışını açıklamak için bir aklın –daha doğrusu birçok aklın– varlığı bir zorunluluktur. Hücre içerisinde çalışan bilgisayar sistemlerinin var olduğunu gördüğümüzde, elbette canlılığın var olması için İlahi Akla ihtiyaç olduğu sonucuna varabiliriz. Saatçi Argümanını oldukça güçlü buluyorum. Ne var ki, ne zaman şüphe içinde olan kişilere bu anlatımdan söz etsem, evrimsel süreçlerin de bir saatçi gibi davranabileceği karşılığını alıyorum. Onlar aslında bu evrimsel süreçleri Kör Saatçi olarak yorumluyorlar. Bu düşünce Richard Dawkins tarafından Kör Saatçikitabında şöyle dile getirilmiş: “[Paley] canlılar dünyasındaki kompleks düzene karşı derin bir saygı duyuyordu ve bunun çok özel bir açıklama gerektirdiğini düşünüyordu. Yaptığı tek yanlış buna getirdiği açıklamaydı… Doğru açıklama... Charles Darwin ortaya çıkıncaya kadar beklemek zorunda kaldı.” Dawkins sözlerine şunu da ekliyor: “Kör, şuursuz, otomatik bir süreç olan ve tüm hayatın varlığı ve açıkça amaca sahip olduğu gözlenen tüm canlıların açıklamasını yapan doğal seleksiyonun aklında hiçbir amaç yoktur. Bir akla sahip değildir, akla ait bir gözü de yoktur. Gelecek için planlama yapamaz. Bir vizyonu, öngörüsü veya görüşü yoktur. Doğada bir saatçinin rolünü üstleniyor mu diye sorulduğunda, kör saatçi olduğu söylenebilir.” Bu açıklama bizi Allah’ın varlığına dair argümanımın ikinci noktasına getiriyor.
BAŞARISIZLIK: Hayatın başlangıcı ve biyokimyasal sistemlerin kökenine dair kimyasal evrim iddialarıyla yapılan tüm açıklamalar başarısız olmuştur. Bu hususu daha iyi kavrayabilmek için, bir biyokimyagerin biyo-molekülleri nasıl sınıflandırdığını gözden geçirmemiz gerekir. DNA ve proteinler gibi bilgi içeren moleküllerden söz ettik. Fakat hücre içinde bir başka sınıf molekül daha bulunur. Bu küçük moleküller birbirleriyle tepkimeye girerek lineer yollar, şubelere ayrılmış ve dairesel yollar oluştururlar. Birbirleriyle bağlantı halindeki tüm bu yollar hücre içinde bir kimyasal tepkime ağı oluşturur. Bu tepkimeler hücrenin yapı taşı olarak kullanacağı birimleri üretmesi için gereken enerjiyi temin ederler. Bunlara ara metabolik yollar denilir. Son olarak üçüncü kategori ise hücre zarlarıdır. Bu sınırlar hücrenin içini, dış ortamdan veya hücre içindeki bölümleri birbirinden ayırırlar. Söz konusu biyo-molekül sınıflarından her biri hayatın kökeni konusunda farklı evrim iddiaları içeren senaryoların ortaya atılmasına neden olmuştur. Bunlar önce-replikatör senaryoları, önce-metabolizma senaryoları ve önce-hücre zarı senaryoları olarak bilinir. Önce-replikatör senaryosuna göre ilk ortaya çıkan bilgi zengini DNA, RNA benzeri moleküller ve proteinlerdir. Metabolizma ve hücre zarı ise ikincil olarak ortaya çıkmıştır. Önce-metabolizma senaryolarına göre ise ilk ortaya çıkan metabolizmadır. Ardından bilgi içerikli moleküller ve hücre zarları ikincil özellik olarak belirmiştir. Son olarak önce-hücre zarı senaryolarına göre ise ilk ortaya çıkan hücre zarı olmuştur. Hayatın kökenini araştıran evrimci senaryoların her birinin aşılmaz sorunlar içerdiği açıktır. Zamanımız kısıtlı olduğu için evrimin bu problemlerine değinmeyeceğim. Dr. Anjeanette Roberts sunumunda önce-replikatör iddialarının sorunlarının bir kısmına değinecek. Fakat size bu problemin ne derece büyük olduğunu göstermek için bir hikaye anlatmak istiyorum.
Birkaç yıl önce Meksika Oaxaca’da hayatın kökenine dair bir konferansa katılmıştım. ISSOL 2002 adındaki bu toplantıya dünyanın çeşitli yerlerinden hayatın kökenini inceleyen bazı önemli bilim adamları katılmıştı. Konferansın açılış konuşmasını Leslie Orgel adında bir bilim adamı yaptı. Orgel hayattayken bu konuda dünyanın en önde gelen araştırmacısı sayılıyordu. Konumundan dolayı Orgel’e konferansın açılış konuşmasını yapma onuru verilmiş, RNA Dünyası Hipotezi hakkındaki görüşlerini sunması istenmişti. RNA Dünyası Hipotezini ilk ortaya atan kişilerden biri olarak teorinin durumu hakkında bir özet yapması istenmişti. Orgel konuşması boyunca RNA Dünyası senaryosuyla ilgili problemleri birbiri ardınca sıraladı. Konuşmasının sonuna doğru durdu ve şöyle söyledi, “Umarım seyirciler arasında yaratılışçı kimse yoktur fakat doğruyu söylemem gerekirse ilkel dünya şartlarında bir RNA diziliminin herhangi bir şekilde ortaya çıkması ancak bir mucize sonucu olurdu.” İşte bu etkileyici. Çünkü Orgel kendisini gizlemeyen açık bir ateistti. Ne var ki, dürüst konuştuğu bir anda en azından hayatın önce-replikatör senaryosundan ortaya çıkmasının ancak bir mucize olacağını kabul etmişti. Önce-metabolizma senaryoları da bundan daha iyi durumda değildir. Bu senaryolarla ilgili problemler saymakla bitmez, fakat burada hepsini detaylandırmayacağım. Sadece şundan bahsetmek istiyorum, Orgel hayattayken bilimsel dergilerden birinde önce-metabolizma senaryosu hakkında bir eleştirisi yayınlanmıştı. Burada bu senaryoların şunlara ihtiyaç duyduğunu söylüyordu: “Biraz sihir” , “dikkate değer sayıda önemli tesadüfler” ve “neredeyse mucize” gerektirir. Ve son olarak önce-hücre zarı senaryoları da sorunlarla doludur. Bu senaryonun gerçekleşmesi için bir takım şartlar gerekir ki, bu şartlar birbirleriyle uyumsuzdur. Bu problemlerin bir kısmı şöyle sıralanabilir: - Çevre şartları - Amfifilik bileşim - Amfifilik konsantrasyon - Faz davranışı Her bir adım için gereken şartlar birbirleriyle uyumsuzdur. Zaman sınırlaması nedeniyle tekrar çok fazla detaya giremeyeceğim. Fakat birkaç yıl önce Jackie Thomas adlı kimyager bir arkadaşımla Hayatın Kökeni ve Biyosferlerin Evrimi adlı bir dergide makalemiz yayınlandı. Bu dünyanın önde gelen hayatın başlangıcıyla ilgili araştırma dergilerinden biridir. Bunda, önce-hücre zarı senaryolarıyla bağlantılı problemlerin detaylarını inceledik. Bu önemli bir başarıydı, çünkü Jackie Thomas ve ben, her ikimiz de yaratılışa inanıyorduk. Önce-hücre zarı senaryolarıyla bağlantılı tespit ettiğimiz problemler o kadar önemliydi ki, evrimci biyologlar bile eleştirilerimizin haklı olduğunu kabul etmek zorunda kaldılar. Derginin baş editörü önce-hücre zarı senaryolarına getirdiğimiz eleştirel değerlendirmeleri hayatın kökeni alanında tanınmış bu dergide yayınlamayı kabul etti. Diğer bir deyişle hayatın kökenini evrimci iddialarla açıklamaya yönelik her girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Özetle konu hayatın kökeni olduğunda, kör bir saatçiden söz edemezsiniz. Hayatın kökeni konusunda evrimci açıklama yapanlara bu delilleri sunduğum her seferinde, bu dönemde yaşamın başlangıcını açıklayamıyoruz diyerek eleştirilere katılıyorlar. Fakat yine de laboratuvarda prebiyotik kimya çalışmalarında araştırmacıların elde ettiği sözde başarılardan bahsediyorlar. Eğer dürüst bir yaklaşım sergilerlerse yaratılışı reddeden bu şüpheciler hayatın kökenine dair bir açıklama getiremediklerini kabul ederler. Buna rağmen yine de kimyagerlerin laboratuvar ortamında hayatın kökeni fikrine katkıda bulunacak bir takım kimyasal ve fiziksel süreçler tespit ettiğini söylemekten geri kalmazlar. Bunları göstererek kimyasal evrimin olabileceği iddiasında bulunuyorlar, bu aşamada argümanlarımın üçüncü adımına yani, “Meydana Getirme” konusuna değineceğim.
MEYDANA GETİRME:
Laboratuvarda canlılığı yaratma ve tasarlama girişimleri bir Yaratıcının varlığının gerekçesini açıklamaktadır. Laboratuvar ortamında hayatı oluşturma denemeleri Yaratıcı’nın varlığının en güçlü delillerini sunuyor. Kimyagerler laboratuvara girip prebiyotik kimya çalışmaları yaptıklarında ileri derecede kontrollü şartlar altında çalışırlar. Deney tüplerini dikkatli bir şekilde birleştirirler, bunlara ancak uygun olan çözücüleri koyarlar. Doğru kimyasal maddeleri tam zamanında ve tam olması gereken yoğunlukta eklerler. Reaksiyonun ısısını kontrol altında tutarlar. Yine tepkimenin pH değerini kontrol ettikten sonra tam zamanında reaksiyonu durdururlar. Diğer bir deyişle, prebiyotik kimya araştırmalarının başarıya ulaşması için kimyagerlerin payı büyüktür. Bu ileri seviyede kontrollü şartların dünyanın ilk dönemlerinde var olup olmadığı kesinlikle kuşkuludur. Kimyagerler bugün laboratuvar ortamlarında çalışıyorlar, fakat dünyanın ilk zamanlarında prebiyotik kimyasal tepkimeleri yönlendirecek kimyagerler bulunmuyordu. Daha doğrusu buradaki önemli detay, laboratuvarda söz konusu prebiyotik reaksiyonların başarılı olmasını sağlayan bir aklın varlığıdır. Bu konuyu size RNA Dünyası Hipotezi üzerinden biraz daha açarak anlatayım. Bu düşünce temelde dünyadaki ilk biyokimyanın RNA bazlı olduğuna dayanmaktadır. RNA Dünyası teorisi daha sonra şimdiki biyokimyayı tanımlayan DNA-Protein Dünyası tezine dönüşmüştür. Hayatın kökenini inceleyen araştırmacılar sözde RNA Dünyası Hipotezini destekleyen açıklamalar ortaya koyarlar. Size laboratuvarda kil yüzeyler üzerinde RNA oluşturabilme tekniği hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. 1990’ların ortalarında bilim insanları RNA moleküllerinin kil yüzeylerde toplandığını gözlemlediler. Bu RNA Dünyası Hipotezi açısından büyük bir buluş olarak tanıtıldı. Ne var ki yapılan deneyler detaylı olarak incelendiğinde bu kimyasal sürecin gerçekleşmesi için bir aklın müdahalesinin zorunlu olduğu hemen anlaşıldı. Örneğin çalışmaları yapan araştırmacıların ileri düzeyde kimyasal açıdan el değmemiş koşullarda çalışmaları gerekiyordu. RNA zincirlerinin kil üzerinde toplanmasını engelleyecek herhangi bir maddeyi düzeneğe koymama konusunda çok dikkatliydiler. Aynı zamanda RNA moleküllerinin oluştuktan sonra parçalanmalarına neden olabilecek malzemeleri de dışarıda bırakmalıydılar. Fakat söz konusu maddeler dünyanın başlangıç aşamasında çok fazla miktarda bulunuyor olmalıydı. Fakat yine de özenle deneyin dışında bırakıldılar. Bunun yanı sıra araştırmacıların, RNA molekülleri çok uzun zincirler oluşturmadan tepkimeyi durdurmaları gerekiyordu. Çünkü eğer moleküller çok uzun olurlarsa, kil yüzeye geri dönülemez bir şekilde yapışıp kalacaktı. Ayrıca, kimyasal olarak aktive edilmiş nükleotidler kullanmaları gerekiyordu. Ne var ki bu yapıların dünyanın ilk dönemlerinde var olması imkansızdır, aksi takdirde kimyasal açıdan son derece reaktif oldukları için görünürdeki her şeyle tepkimeye girecek ve RNA moleküllerinin oluşması için bulunmayacaklardı. Ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri’nde belirli bir tedarikçiden gelen kil kullanıyorlardı. Laboratuvarda kullanılmadan önce bu kilin tam doğru şekilde işlemden geçirilmesi gerekiyordu. Aksi takdirde, söz konusu tepkimede katalizör olarak kullanılamazdı. RNA Dünyası Hipotezi ile ilgili bu problemler hakkında astrobiyolog Paul Davies şunları söylüyor: “Biyokimyagerlerin de gördüğü gibi, sıfırdan verimli RNA replikatörlerinin üretilmesi uzun ve zorlu bir yoldur. Bu nedenle şu sonuca varmak zorundayız, eğitimli bir organik kimyagerin denetimi olmaksızın, doğa herhangi olası bir prebiyotik ortamda bir çorbadan RNA üretmek için çırpınıp duracaktır.” Evrimci biyolog Simon Conway Morris ise bir adım daha ileri gider ve şöyle açıklar: “Hayatın kökenini şu ya da bu şekilde açıklamak için tasarlanan deneylerin çoğunluğunda prebiyotik ortama herhangi inanılır bir benzerlik bulunmuyor, ya da deney teçhizatını belirli amaçlar ve niyetler doğrultusunda yönlendiren araştırmacının eli -haşa- Allah’ın Eli gibi dahil ediliyor.” Bu son derece manidar, kimyasal evrimin geçerliliğini ispatlamak için yapılan deneylerin tamamı ve hayatın kökeniyle ilgili kör saatçi yaklaşımı farkında olmadan cansız moleküllerin hayat sahibi olması için akıllı bir varlığın müdahalesinin temel gereklilik olduğunu göstermiştir. Bu sonuç sentetik biyoloji alanındaki çalışmalarda daha kapsamlı biçimde gösterilir. Sentetik biyoloji, biyolojide oldukça yeni sayılan bir daldır ve amaçlarından biri de laboratuvar ortamında proto-hücre üretilmesidir. Sentetik biyolojide basit kimyasal maddeler kullanılır ve bunlar hücreye ait yapılara dönüştürülmeye çalışılır. Bu çalışmalar incelendiğinde bir kez daha akıllı bir varlığın yönetiminin ne kadar önemli olduğu hemen anında anlaşılır. Bu noktayı daha iyi açıklamak için birkaç yıl önce araştırmacıların bir enzimi hiç yoktan üretmek için yapmaya çalıştıklarından bahsetmek istiyorum. Hücre mekanizmasında ufak bir bileşen görevi gören tek bir enzim yapmak için neler gerektiğine bir göz atalım. Bir enzim, hücrenin genel mekanizması içinde sadece küçük bir bileşen olarak düşünülebilir. Bu çalışmaya kuantum kimyagerler, bilgisayar uzmanı kimyagerler, protein mühendisleri, biyokimyagerler ve moleküler biyologlar dahil oldular ve süper bilgisayarlar ile yüzlerce çalışma saati harcayarak bunun kimyasal modelini oluşturmaya çalıştılar. Proteinleri inşa etmek için biyolojiden aldıkları yapısal motifleri kullanmak zorunda kaldılar. Laboratuvar içerisinde ileri düzeyde kontrollü ortamlarda, son derece kalifiye ve eğitimli bilim adamlarının gelişmiş kimyasal araçlar kullanması gerekti. Bu projenin gerçekleşmesi için bile yapılan çalışmalar aklın varlığı ile tasarlanmıştı. Ortaya çıkan ise doğada gördüğünüzle karşılaştırıldığında gülünç denilebilecek nitelikteydi. Şöyle açıklıyorlardı, “Elde ettiğimiz sonuçlar yeni enzim faaliyetlerinin sıfırdan tasarlanabileceğini ve katalitik stratejilerin yeni enzimlere erişilebilir olduğunu gösterse de, bizlerin tasarladığı katalizörler ile doğada var olan enzimler arasında çok büyük bir uçurum vardır.” Evrendeki düzende “kör saatçi”den asla söz edilemez. Bu üç konuyu incelediğinizde ve biyokimyasal sistemleri araştırdığımızda tüm bunların bir Aklın eseri olduğunun delillerini görüyoruz. Yaratıcı’nın parmak izine şahit oluyoruz. Kimyasal evrim yoluyla hayatın kökenini açıklamak için atılan tüm adımlar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Laboratuvar ortamında hayatı oluşturmak için yapılan denemelerin de tartışmasız bir biçimde akıl sahibi bir yöneticinin varlığı ile gerçekleşebileceğini burada kısaca gösterdik. Bu bizleri yalnız tek bir sonuca yönlendiriyor: Hayat ancak bir Aklın eseri olmalı. 30 yıl önce genç bir üniversite öğrencisiyken bir Yaratıcı’nın var olması gerektiğine beni inandıran nedenlerin bugün de geçerli olduğunu görmek sevindirici. Bana göre eğer bir insan herhangi bir önyargıya kapılmadan, elindeki delilleri tüm samimiyetiyle görmek isterse varacağı tek bir sonuç vardır: Bir Yaratıcı vardır ve varlığı tartışılmazdır. Hayatın var olması için Yaratıcı’nın varlığı tek açıklamadır. Bu durumda hepimizin sorması gereken sorular, “Her şeyin Yaratıcısı ile nasıl bağlantı kurabiliriz, O’nu nasıl tanıyabiliriz?” olmalıdır. Benim görüşüme göre bunlar çok önemli sorular.
Çok teşekkür ederim.