Osmanlı hükümdarlarının kullandığı ''Hádimu'l-Haremeyn-i Şerifeyn", "Mekke ile Medine'nin hizmetkárı'' unvanı yakın zamana kadar kullanılmamıştır. Oysa ecdadımız yüzyıllarca bu kutsal yerlerin hizmetkarlığını yapmıştır. Ülkemiz bugün de böyle bir hizmete talip olmaya hazırdır. Böyle büyük bir sorumluluğu tekrar üstlenebilecek toplumsal alt yapı ve devlet geleneğine de sahiptir.
Mekke şehri içinde yer alan Mescid-i Haram ve onun içinde bulunan Kâbe, bütün Müslümanların ortak kıblesi ve İslam dininin en önemli mekânlarından biridir. Müslümanların yapması gereken ibadetlerden olan Hac ibadeti Kâbe'nin etrafında yapılmaktadır. Bu sebeplerle Kâbe ve Kuran’da “Şehirlerin Anası-Ümmü'l-kurâ” (Şura Suresi, 7) olarak yer alan Mekke şehri İslam dininin merkezidir ve tüm Müslümanlara ait mukaddes bir mekândır. Bakımı, savunulması, inananların ziyareti için sürekli hazır tutulması tüm Müslümanların üzerine düşen bir sorumluluktur.
Yüce Allah'ın, ayetlerde "Kendi Evi" olarak buyurduğu Kâbe-i Muazzama ve etrafında yer alan Mescid-i Haram, dünyanın pekçok ülkesinden, dilleri ve renkleri farklı olan milyonlarca Müslüman'ın bir araya geldiği kutlu bir mekândır. Kuran-ı Kerim'de şöyle buyrulmuştur:
“Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke’de (Mekke’de), o, kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olandır.” (Al-i İmran Suresi, 96)
İslamiyet'in insanlığa tebliğinden önce Mekke, çöllerle kaplı olmasına rağmen, bulunduğu konum itibarıyla her devirde ticari ve stratejik öneme sahip olmuştu. Bu nedenle bu kutsal şehri, Roma ve Bizans İmparatorları, Acem ve Habeş Kralları topraklarına katma girişimlerinde bulunmuşlardı.
Ne var ki dışarıdan yapılan hiçbir saldırı veya işgalle Mekke şehri ele geçirilemedi. Yüce Allah, her dönemde bu kutsal beldeyi korudu, Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından inşa edilmesinden bu yana Kabe'yi bir güvenlik yeri kıldı:
“Hani Evi insanlar için bir toplanma ve güvenlik yeri kılmıştık. “İbrahim’in makamını namaz yeri edinin”, İbrahim ve İsmail’e de, “Evimi, tavaf edenler, itikâfa çekilenler ve rüku ve secde edenler için temizleyin” diye ahid verdik.“ (Bakara Suresi, 125)
Peygamberimiz Döneminde Mekke ve Müslümanların Mücadelesi
Peygamberimiz (sav) döneminde Arap Yarımadası'nda din ahlakından uzak olan bir yaşam hüküm sürmekteydi. Arabistan'ın büyük bir bölümü, çeşitli putlara tapmakta olan kabilelerden oluşmaktaydı.
Bu kabilelerin bazıları çölde göçebe olarak yaşayan Bedeviler, bazıları da şehirlerde yaşayan kabilelerdi. Şehirliler, genelde hayvancılıktan başka pek bir şey bilmeyen Bedevilere göre daha ileri bir kültür ve medeniyet seviyesine sahiptiler. Özellikle de Arabistan Yarımadası'nın en önemli kenti olan Mekke'nin sakinleri, o dönemde dünyanın ileri sayılabilecek medeniyetlerinden birini temsil ediyorlardı. Mekke şehri ise bölgedeki çok önemli bir dini ve ticari merkezdi. Bu nedenle buraya uzak ülkelerden çok sayıda kervanlar geliyor ve devrin ileri kültür ve medeniyet unsurlarını bu şehre taşıyorlardı.
Bununla birlikte, o dönemlerde Mekke başta olmak üzere tüm Arabistan, koyu bir kabilecilik çekişmesine sahne oluyordu. Güçlülerin haklı sayıldığı, kadınların fiziksel özellikleri nedeniyle hor görüldüğü, hatta bu yüzden yeni doğan kız çocuklarının bir utanç vesilesi sayılarak diri diri toprağa gömüldüğü zalim bir toplum düzeni vardı. Hz. İbrahim tarafından Allah'a adanarak inşa edilen Kâbe, o dönemde putperest inanışların merkezi haline getirilmişti. Mekke dışından birçok kişi bu putlara tapmak için geliyordu. Cahilce putlarının önüne birtakım hediyeler takdim ediyorlardı.
Aynı dönemde islam ahlakını insanları anlatmaya başlayan sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) kavminden bu gibi sapkın inanışları bırakmalarını istiyor ve onları Allah'ın yoluna çağırıyordu. Bundan rahatsızlık duyan Mekke'nin önde gelenleri Peygamber Efendimiz (sav)'i ve onun davetine icabet eden Müslümanları hedef aldılar. Müslümanları kendilerince Allah yolundan döndürmeye, korkutmaya ve hatta öldürmeye çalıştılar.
Müslümanların şiddetli baskılara maruz kaldıkları bir dönemde Peygamberimiz (sav) ve ona tabi olan müminler Medine'ye hicret ettiler. Bundan sonraki 5 yıl içinde, Medineli Müslümanlar ile Mekkeli putperestler arasında 3 büyük savaş yaşandı. Mekkeli putperestlerin amacı, inananları yenilgiye uğratmak ve tüm Müslümanları yok ederek islamiyetin ortadan kalkmasını sağlamaktı. Ancak Allah'ın rızası kazanmak için malını ve canını Allah'a adayan müminlerin ordusu karşısında tarihi hezimetler yaşadılar.
Sonunda, karşı konulamaz bir güce ulaşan İslam ordusu, 630 yılında Mekke'ye yürüdü ve savaşmadan bu mübarek şehri fethetti.
Peygamberimiz (sav), Kuran ahlakının bir gereği olarak, hiçbir Mekkeliden intikam alınmayacağını ve kimsenin Müslüman olmaya zorlanmayacağını ilan ettirdi.
Mekke'nin fethi, yüzyıllardır süregelen sapkın putperest sistemi sona erdirirken, hak din olan İslamiyetin mutlak üstünlüğünü ilan ediyordu. Tarihi kayıtlara göre, Şehri alan Müslümanlar doğrudan Kabe'ye yöneldiler. Putların ortadan kaldırılması ile birlikte Arabistan'da, cahiliye döneminin tüm haksızlıkları, sömürüleri, batıl inançları da ortadan kalkıyordu:
Hak geldi, batıl yok oldu. Hiç şüphesiz, batıl yok olucudur. (İsra Suresi, 81)
Bu tarihten sonra Kabe, her yıl milyonlarca Müslüman'ın akın ettiği mukaddes bir mescid olma özelliğini sürdürmüştür. Peygamber Efendimiz (sav)'in vefatından sonra başlayan Dört Halife Devri ve arkasından gelen Emevi ve Abbasi devletlerinin hükümdarlıkları sırasında Kâbe ve çevresi Müslüman Arapların hâkimiyeti altında kaldı.
Osmanlı Hâkimiyeti
16. yüzyılda Yavuz Sultan Selim zamanında, Osmanlı Devletinin bütün Arap yarımadasına ve Ortadoğu'ya hâkim olmasıyla bölgede yeni bir dönem başladı. Mekke ve Medine'yi içine alan bölge "Hicaz Vilayeti" olarak adlandırıldı. Hilafetin de Osmanlı hanedanına geçmesiyle bölgenin Osmanlı devlet idaresi içinde her zaman önemli bir yeri oldu.
Osmanlı Padişahlarının Mekke ve Medine'ye bakış açıları, bu bölgenin hâkimi oldukları yönünde değil, ancak hizmetkârı oldukları şeklindeydi. Bu sebeple, Yavuz Sultan Selim'den itibaren bütün Osmanlı hükümdarları ''Mekke ile Medine'nin Hizmetkârı'' anlamına gelen ''Hádimu'l-Haremeyn-i Şerifeyn'' unvanını kullandılar. Bugün, bölgeye hâkim olan Suudi Arabistan Devleti, bu unvanı 1980'lerden itibaren kullanmaya başlamıştır.
Osmanlı padişahları bölgeye hükmettikleri süre boyunca üzerlerine aldıkları bu sorumluluğun gereklerini en ince ayrıntısına kadar yerine getirerek bu sıfatı hakkıyla temsil ettiler. Hz İbrahim tarafından yapılan Kâbe'nin, Kanuni Sultan Süleyman zamanında tavanı onarılmıştı. Yine 17. yüzyılda I. Ahmet tarafından en ince ayrıntısına kadar tamir edilmiş ve aslına uygun bir şekilde yenilenmiştir. IV. Murat zamanında ise selden zarar gören Kâbe'nin 3 cephesi onarılmıştı. Bugün ayakta duran Kâbe ve çevresinde o dönemin meşhur mimar ve ustalarının emekleri bulunmaktadır.
Bölgede yapılan bayındırlık faaliyetleri bununla da kalmamış, bu dönemden sonra da devam etmiştir. Kabe etrafında yapılan bütün mimari çalışmalarda Kabe'nin boyundan daha yüksek bir yapı inşa etmemeye özen gösterilmiştir. Abdülhamid Han'ın Hicaz demiryolu yapılırken raylara tren sesini azaltan malzemeler döşetmesi de yine bu titiz anlayışın bir sonucudur. Dinine ve mukaddesatına bağlı olan Osmanlı, Kutsal Mekanlara hak ettiği ilgi, alaka ve titizliği fazlasıyla göstermiştir. Mekke, Medine ve çevresinin İslam âlemine yakışır bir yer olması amacıyla her dönem inşa çalışmalarına devam etmiştir. Bugün bile bölgedeki Türk İslam medeniyetinin izleri açıkça görülebilmektedir.
Kaybedilen Emanet
Osmanlı hâkimiyetinin bölgeye getirdiği başka bir hizmet ise, "huzur ve barış"ın tesisidir. Arap Yarımadası yapısı gereği çatışmaların yaşanabildiği bir coğrafyadır. Müslüman olmanın getirdiği adaletli ve hakkaniyetli bakışla, Osmanlı devleti sahip olduğu topraklarda her ne nedenle olursa olsun karmaşaya ve düzensizliğe asla izin vermedi. Yüzyıllar boyunca bölgede ticaret ve yaşam Osmanlı'nın korumasında gelişti. Dünyanın dört bir yanından gelen Müslümanlar, en önemli ibadetlerinden biri olan Hac vazifesini herhangi bir tehlike ve endişeden yoksun bir şekilde gerçekleştirdiler. Bu topraklar Kuran ahlakının emrettiği barış ve huzur ortamının, adaletin ve hoşgörünün yaşatıldığı yer oldu. Osmanlı devlet adamları büyük devlet olmanın sırrını bunda bulmuş ve bu sırrı 600 yıllık ömrünün son anına kadar muhafaza etmişti. Bölge halkları da bu adaletli yapıdan etkilenmişler ve asla sıkıntı duymamışlardı. Bunun en açık örneğini, bölgede bulunan küçük bir Türk garnizonun yüzyıllarca bu topraklarda güvenliği sağlamasından da anlayabiliriz.
Bütün bu barış ortamı 20. yüzyılın başına kadar sürmüş ancak yüzyılın başında bütün dünya da olduğu gibi bu bölgede de bazı değişiklikler kendini göstermeye başlamıştı.
Bu yüzyılın hemen başında eski gücünü ve iktidarını kaybetmeye başlayan Osmanlı Devleti, sömürgeci devletlerin ilgisinin odağıydı. Enerji kaynaklarında meydana gelen değişiklikler tüm gözleri Ortadoğu'ya ve Arap yarımadasına çevirmişti. Bu bölgenin Osmanlı kontrolünde olması yabancı devletler açısından sorun teşkil ediyordu. Bu amaçla birtakım faaliyetlere başladılar. Bu faaliyetlerin başını o dönemin İngiltere yönetimi çekiyordu.
İngiltere'nin bölgeye olan ilgisi 19. yüzyıldan beri bilinen bir gerçekti. Arap yarımadasının dünyanın en zengin petrol yataklarından bir kısmını barındırdığını fark eden İngiltere tüm dikkatlerini bu topraklara vermişti. Amacı, Osmanlı'yı bölgeden uzaklaştırmak ve geride kalan tüm izlerini silmekti. Bu amaçla önce Süveyş kanalını ele geçiren İngiliz güçleri, Kızıldeniz'in hakimiyetini ellerine almışlar, ardından Kıbrıs, Mısır ve Sudan'ı sömürge toprakları içine katmışlardı. Son olarak da Yemen'e ayak basarak Hicaz vilayetini ve Arap yarımadasını kuşatmışlardı. Hala fiilen Osmanlı hakimiyetinde gözüken bu topraklar esasen yalnız başına kalmışlardı. Fakat Osmanlı'nın bölgedeki manevi gücü ve yüzyıllarca bölgede hüküm süren adalet ve hakkaniyetli bakış açısı bölge halkları içinde Osmanlı'ya karşı sevgi ve sadakat duyguları oluşturmuştu.
Nihayetinde Osmanlı hükümdarı tüm Müslümanların Halifesiydi. Bütün bunların farkında olan 2. Abdülhamit gibi Osmanlı padişahları bölgeye önem vermişlerdi. Arap Yarımadası'nın, İstanbul'la bağlantısının kopmaması için Hicaz demiryolunun inşasına başlanmıştı.
Ancak bu bölgeyi Osmanlı'dan koparmak için yapılan siyasi faaliyetler ve propagandalar sonucunda Kasım 1919' da yeni bir Arap Krallığı ilan edildi. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun bir vilayeti olan ve koruyup kollamak için büyük çabalar sarf edilen Arabistan yarımadası kaybedilmiş oldu.
Bu krallığın kurulması ile birlikte bölgedeki barış ve huzur yerini uzun süreli bir karmaşaya bıraktı. Kısa süre içinde bütün bölge fiilen olmasa bile pratikte bir sömürge haline geldi. Bölgenin bütün öz kaynakları 2. Dünya Savaşı'na kadar ülke dışına çıkarıldı ve bu sömürge statüsünden ancak 2. Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra kurtulabildi.
Büyük Sorumluluğun Paylaşılması Gerekir
1. Dünya Savaşı'yla İslam coğrafyasının içine düştüğü sorunlar günümüzde de kendini hissettirmektedir. Müslüman ülkelerde çoğunlukla etnik ve siyasi sorunlar nedeniyle yaşanan iç savaş ve çatışmalar İslam dünyasının, olması gerektiği gibi olmadığını göstermektedir. Müslümanların yaşadığı ayrılık havası bir anlamda güçlerinin azalmasına sebep olmuştur. Oysa İslam ahlakının özünde birlik vardır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in vefatının ardından, İslam dünyası hep Hilafet makamı tarafından yönlendirilmiş, bu makam Müslümanların dini konulardaki yol göstericisi olmuştur.
Günümüzde de İslam dünyasının tümüne yol gösterecek çağdaş bir merkez ve otoritenin eksikliği hissedilmektedir. Bu eksiklik genel yapının tamamında kendini göstermektedir. Ama en aciliyetli ve önemli olan konulardan bir tanesi de Kutsal Beldelerin korunmasıdır. Tüm Müslümanların kıblesi olan Kâbe ve Mekke, yine hem Müslümanlar hem de Kitap Ehli tarafından kutsal kabul edilen Kudüs gibi mekânlar hak ettikleri ilgiyi görememektedir. İnananların en kutsal mekânları bugün adeta turistik bir havaya bürünmüş durumdadır. Mekke eskiden son derece ferah ve huzur verici bir yapıya sahip iken bugün tüm şehir özellikle de Kâbe; otel ve işyerleriyle çevrelenmiş, yüksek beton yığını binaların bulunduğu bir merkez haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak da yüksek dev binaların arasında kalan Kabe, adeta görünmeyecek kadar küçük ve dar bir alana sıkışmıştır.
Bu duruma bir an önce önlem alınmalıdır. Aksi takdirde geçmişte Müslüman kardeşlerimizin ve ecdadımızın korumak ve kollamak amacıyla gerektiğinde canlarını bile verdikleri bu kutsal emanetlerin, her geçen gün daha da zarar göreceği ihtimali gözardı edilmemelidir.
Bu yüzden, titiz olarak yerine getirilmesi gereken önemli bir emanetçiliğin sadece Suudi Arabistan Devleti'nden beklenmesi onlar için de büyük bir sorumluluktur. Böylesine kutsal bir görevi, tek bir ülke yerine birden fazla Müslüman ülkenin üstlenmesi herkes için büyük bir kolaylık olacaktır. Osmanlı Devleti döneminde çeşitli sebeplerle elden çıkan bu topraklar ve bu şerefli görev, doğal olarak Türk Devletinin de sorumluluğundadır. Bu bakımdan öncelikle Türkiye'nin, bu kutsal mekanın korunup kollanmasında Suudi Arabistan Hükümeti ile birlikte söz sahibi olması gerekmektedir. Hatta bu görevin Müslümanlardan oluşan ortak bir konsey benzeri bir kurula verilmesi de daha da faydalı olabilir. Böylesine bir dayanışmayı bir tarafın diğerine üstünlüğü şeklinde algılamak ve bunu gurur konusu edinmek son derece yanlış olur. Söz konusu olan, İslam dininin kutsal sayılan yerleridir. Bu yüzdendir ki, Müslümanların İslam dininin menfaatine olacak böyle bir konuda birlik olup ortak hareket etmeleri son derece doğal ve gerekli bir harekettir. Müslüman toplumlar arasındaki ilişkinin özü, Kuran'da bildirildiği gibi olmalıdır: Müslümanlar, birbirlerinin yardımcısı ve velisidirler. Bu yüzden dayanışma ve yardımlaşma içinde olmaları gerekir.
Türkiye, Osmanlı'dan gelen miras gereği, İslam dünyasının manevi lideri sayılmaktadır. Bu liderliğin gereği ve tarihin getirdiği sorumluluk itibariyle, Türkiye, Kutsal Beldelerin korunması, temizliği ve bakımıyla yakından ilgilenmeye en çok hak sahibi olan ülkedir. Türkiye, bu görevlerin hepsini Suudi Arabistan Devleti ile beraber yürütmeli, Osmanlı'nın yıllarca hakkını vererek taşıdığı "Hadimu-l Haremeyn-i Şerifeyn" sıfatını en güzel şekilde hayata geçirmelidir.
Türkiye Cumhuriyeti, tüm Müslümanları bir çatı altında toplamış ve 5 yüzyıldan uzun bir süre başarıyla idare etmiş olan Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasçısıdır. Böylesine önemli bir görevin yerine getirilmesinde de Müslüman Türk Milleti, üzerine düşeni yapmaya hazırdır.
Hz. İbrahim’in Kabeyi İnşası
Müslümanlar için yeryüzündeki en kutsal mekan olan Kabe, Yüce Allah’ın emriyle, Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından inşa edilmiştir. Allah Kuran’da, Hz. İbrahim’e şöyle vahyettiğini haber vermektedir:
Hani Biz İbrahim’e Ev’in (Kabe’nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik:) “Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sücuda varanlar için Evimi tertemiz tut. (Hac Suresi, 26)
“İnsanlar için ilk kurulan ev” olan ve inşa edildiği ilk günden beri Müslümanlar tarafından ziyaret edilen Kabe’de, Allah “Hz. İbrahim’in makamı”nın bulunduğunu bildirmiştir:
Orada apaçık ayetler (ve) İbrahim’in makamı vardır. Kim oraya girerse, o güvenliktedir. Ona bir yol bulup güç yetirenlerin Ev’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim de inkâr ederse, şüphesiz, Allah âlemlere karşı muhtaç olmayandır. (Al-i İmran Suresi, 97)
Allah Hz. İbrahim’e, insanların Kâbe’ye hacca gelmesi için çağrı yapmasını emretmiştir.
Yüce Allah bu konuyu, Kuran’da şu şekilde bildirmektedir:
İnsanlar içinde haccı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan (derin vadilerden) gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler. (Hac Suresi, 27)
Bu dönemden sonra insanlar akın akın Kabe’yi tavaf etmeye ve hac ibadetlerini yapmaya gelmişlerdir.