300 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu'nun adil yönetimi altında güvenli bir dönem yaşayan Abhazlar, yaklaşık 100 yıldır yaşamlarını komünist zulüm altında sürdürmekteler. Günümüzde bağımsızlık mücadelesi veren Abhazlar, Rus ve Gürcü ordularının kuşatması altında...
13. yüzyılda Moğollar, önce Selçuklu Devleti'ni yıkmış, daha sonra Gürcistan'ı yağmalamışlardı. Bu olaylar sonucunda Gürcistan'daki yönetim çökmüş, devlet Abhaz ve Gürcü prenslikleri olarak ikiye bölünmüştü.
16. yüzyılda Kafkaslar'a gelen Osmanlı Ordusu'ndan etkilenen Abhazlar, İslamiyet ile tanışmışlar ve yaklaşık 300 yıl Osmanlı İmparatorluğu'nun adil idaresi altında güvenli bir yaşam sürmüşlerdi. Ancak Abhazya topraklarındaki Osmanlı egemenliği, 1810 yılında Rus saldırıları nedeniyle sona erdi. 1864 yılına kadar süren Kafkas-Rus Savaşları, bütün Kafkaslar'a olduğu gibi, Abhazya'ya da felaket getirdi. 1877 yılında başlayan Osmanlı-Rus Savaşı'nın etkisi Kafkaslar'da da görüldü ve Abhazya toprakları dünya tarihinin en büyük kıyımlarından birine sahne oldu. Bu savaş sırasında, binlerce Abhazyalı Müslüman Osmanlı topraklarına sığındı.
Abhazya Topraklarında Komünist Zulüm
1917 Bolşevik Devrimi'nden sonra komünist bir yönetim altına giren Abhazlar, 31 Mart 1921'de "Bağımsız Abhazya Cumhuriyeti"ni ilan ettiler. Stalin başkanlığındaki Komünist Parti Merkez Bürosu, Bağımsız Abhazya Cumhuriyeti'ni tanımadıklarını ve Abhazlar'ın Gürcistan Sosyalist Cumhuriyeti'nin sınırları içinde kalması gerektiğini bildirdi. Abhaz halkının tüm direnişine rağmen Abhazya, başlangıçta bir federasyon statüsündeyken, 1922 yılında Gürcistan'a bağlandı.
Stalin yönetiminin baskı ve soykırım uygulamaları karşısında, Abhazya toprakları bölge Müslümanları açısından yaşanamaz hale getirildi. Bir gece içinde, binlerce Abhaz köylerinden çıkarılarak götürüldü. Başta aydınlar olmak üzere, Müslümanlar kurşuna dizildi. Yine aynı yıllarda, Abhaz dili yasaklandı, tarihi, İslami ve kültürel bilinci tamamen yok edildi. Yeni doğan çocuklara Rus ve Gürcü isimleri verildi ve her türlü İslami eğitim yasaklandı.
1937-1955 yılları arasında, yüzlerce Gürcü aile zorunlu olarak Abhazya topraklarına yerleştirildi. 2. Dünya Savaşı sonrasında Abhaz okulları tamamen kapatılarak, Gürcüce ve Rusça eğitim yapan okullar açıldı. Kendisi de Gürcü olan Stalin 1948 yılında bölgeye geldikten sonra Abhazlar'a karşı sistemli bir soykırım uygulayan Gürcülere destek verdiğini açıkladı.
1951 yılına gelindiğinde Abhazya'daki tüm yerleşim birimlerinin adı değiştirilmişti. Abhazlar'a milli ve İslami kimliklerini hatırlatacak her türlü hakları elinden alınırken, Abhazlar'da tepki ve huzursuzluk halk hareketlerine dönüşmüştü. Ancak tüm ayrılık hareketi, Gürcistan Komünist yönetimi tarafından şiddet ve baskıyla susturuldu.
SSCB'nin Dağılmasının Ardından...
25 Ağustos 1991'de Abhazya Özerk Cumhuriyet Parlamentosu'nda yapılan oylamada, 72 milletvekilinden 70'inin verdiği oylarla Abhazlar tüm dünyaya bağımsızlıklarını duyurdular. 23 Temmuz 1992'de Abhazya Özerk Cumhuriyeti'nin almış olduğu tarihi karar dünyaya şu şekilde duyuruldu:
"Abhazya Özerk Cumhuriyeti'nin 1978 anayasası geçersizdir. Yeni anayasa kabul edilinceye kadar, 1921 anayasası yürürlükte olacak ve şu an yürürlükte olan yasama, yürütme ve yargı sistemi aynen muhafaza edilecektir."
SSCB'nin dağılmasının ardından, Gürcistan'da iktidarı ele geçiren askeri yönetim de, 1978 anayasasını yürürlükten kaldırarak 1921 anayasasına dönme kararı almıştı. Bu anayasada ise, Abhazya'nın Gürcistan'a bağlı olduğuna dair hiçbir hüküm bulunmamaktaydı. Böylece Abhazya'nın Gürcistan'daki fiili varlığı kendiliğinden sona ermiş oluyordu.
Ancak bu bağımsızlık ilanı, Gürcistan yönetimi tarafından hiçbir gerekçe gösterilmeden reddedildi. 14 Ağustos 1992'de, Gürcü ordusu bağımsızlığını ilan eden Abhazya topraklarını işgal etti. 1,5 yıl süren savaşın sonunda, 30 Eylül 1993 yılında, Abhazlar Gürcüleri topraklarından attılar ve fiili olarak bağımsızlıklarını ilan ettiler. Gürcülerin yenilgiye uğraması üzerine, Rus askerlerine Gürcistan'da üs kurma izni verildi. 1996 yılından bu yana Müslüman Abhazlar karadan ve denizden ambargoya tabi tutuluyor.
Yaklaşık 200 yıldır yapılan tüm baskı ve soykırım uygulamalarına rağmen milli ve manevi değerlerinden taviz vermeyen Abhazya Müslümanları, yaklaşık 300 yıl bölgede hüküm süren Osmanlı adaletini hiçbir zaman unutmadılar. Osmanlı İmparatorluğu'nun Kafkaslar'a ayak basmasıyla İslamiyet ile tanışan Abhazlar, İslamiyet'ten aldıkları güçle bağımsızlık mücadelesine devam ediyorlar.
Abhazya'nın Türkiye İçin Önemi
Gürcü ve Rus yönetiminin, Abhazya topraklarında uygulamakta olduğu acımasız ambargo, Türkiye'yi yakından ilgilendirmektedir. Kafkaslar ve Abhazya'daki halklarla Türkiye arasında vazgeçilemeyecek kadar önemli tarihi, dini ve kültürel bağlar söz konusudur.
1877 yılındaki Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Abhaz Müslümanların büyük çoğunluğu yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan sınır dışı edildiler. O tarihte 128 bin olan Abhazya nüfusunun büyük kısmı Osmanlı topraklarına göç etti ve Abhazya topraklarında sadece 20 bin civarında Abhaz kaldı. Rus ve Gürcü işgalleri ile komünist zulüm döneminde, Abhaz Müslümanlara sadece Türkiye kucak açmış ve Abhazlar Türkiye'yi adeta ikinci vatan olarak görmüşlerdi.
Bugün Türkiye'de, yaklaşık 5 milyon civarında Abhazya kökenli Müslüman yaşamaktadır. Ülkemizdeki Abhazya kökenli vatandaşlarımızın büyük çoğunluğu, kendilerini Türk olarak hissetmekte, çocuklarına Türk isimleri koymakta, ve Türk örf ve geleneklerine göre yetiştirmektedirler. Bu gerçekler gözönünde bulundurulduğunda, Abhazya'nın ve Kafkas topraklarının Türkiye için önemi bir kat daha artmaktadır. Abhazya kökenli vatandaşlarımız, son yıllarda uluslararası alanda başlatmış oldukları Kafkaslar'ın bağımsızlığı mücadelesini, Türkiye'den yürütmekte ve bu mücadelelerinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nden büyük destek görmektedirler. Türkiye, geçmişte olduğu gibi, bugün de, ortak tarihi ve dini değerleri paylaştığı, kendilerine anavatan olarak Türkiye'yi benimseyen Kafkas Müslümanları'na destek vermeye devam edecektir.
Gürcistan'ın Abhazya topraklarını işgalinin başarısızlığa uğramasının ardından, Gürcü ve Rus birliklerinin karadan ve denizden en temel ihtiyaçlar da dahil olmak üzere ambargo uyguladığı Abhazya, BM'e başvurarak konuya kalıcı bir çözüm getirilmesini istedi. Ancak bu konuda BM tarafından herhangi bir adım atılmadığı gibi, BM tarafından Abhazya yönetimine gönderilen uyarı mektubunda, Abhazya Cumhuriyeti'nde özgür şekilde bir parlamento seçiminin yapılmasının bölge barışına büyük zararlar getireceği belirtiliyor.
Acımasız Ambargo
Çeçenistan sorununu bahane eden Ruslar, Kafkas Cumhuriyetleri'nin sınırlarına ambargo koymuştur. Gerekçe ise, diğer Kafkas Cumhuriyetleri'nin Çeçenler'e yardım etmesini önlemek... Bugün Abhazya'ya sadece ekonomik alanda değil, ulaşım, haberleşme, seyahat özgürlüğü, insani yardım, diplomatik ve hukuk alanlarında şiddetli bir ambargo uygulanıyor. Dolayısıyla Abhazlar, sadece ürettikleri mallarla yetinmek zorunda bırakılmak istenirken, yurt dışına mal ihraç etmesine ve yurt dışından ilaç da dahil olmak üzere, en temel ihtiyaç malzemelerini dahi ithal etmesine izin verilmiyor.
Gürcü ve Rus yönetiminin Abhazya topraklarında uygulamakta olduğu acımasız ambargo, Türkiye tarafından da tepki ile karşılanıyor. Kafkaslar ve Abhazya'daki halklarla Türkiye arasında vazgeçilemeyecek kadar önemli tarihi, dini ve kültürel bağlar söz konusudur. Bunun yanında, Kafkas kökenli vatandaşlarımız bu haksız uygulamalar ve ambargolar karşısında büyük rahatsızlık duyuyor. Türkiye'nin ve ülkemizde yaşayan Kafkas kökenli vatandaşlarımızın, bölgeye gönderdiği yardımların tümü, Gürcistan'ın bölgede uygulamakta olduğu acımasız ambargolara takılıyor. Türkiye, bu sorunun çözümü için, 7-9 Haziran 1999 tarihleri arasında, Gürcistan ve Abhazya temsilcilerinin de katıldığı bir konferans düzenledi ve barış sürecine katkıda bulunmak amacıyla tarafları bir araya getirdi. Ancak Türkiye'nin girişimleri, Gürcistan Hükümeti'nin uzlaşmaz tutumu yüzünden sonuçsuz kaldı.
Abhazya Parlementosu'nun 15.10.1997 Tarihli Kararı:
Sovyet Rusya'nın dağılmasının ardından, vatanlarından sürgün edilen Abhazlar, topraklarına geri dönebilmek için uluslararası alanda bir mücadele başlattılar. Bu çerçevede Abhazya Parlamentosu, 1997 yılında bir karar aldı. Bu tarihi kararda şu ifadelere yer verildi:
1. 20. yüzyılda Abhaz halkının sürgünü, ağır bir insan hakları ihlali ve soykırım olarak kabul edilmelidir.
2. 28 Haziran 1951, BM. Genel Kurul Konvansiyonu uyarınca 20. yüzyılda sürgün edilen Abhaz (Abaza) halkı mülteci statüsüne sahip olmalıdır.
3. Sürgün edilen Abhaz (Abaza) halkının torunlarının anavatanlarına geri dönüş istekleri koşulsuz kabul edilmelidir.
4. Geriye dönmek isteyen Abhaz (Abaza)'lara her türlü insani, hukuki ve politik desteğin BM, AGİT, BDT ve Çarlık Rusya'sı ile SSCB'nin yasal varisi Rusya Federasyonu'nca sağlanması ve bu tarihi hatanın düzeltilmesi için gerekli çabanın gösterilmesi.
5. Abhazya Parlamentosu Hukuk Komitesi ile Parlamentolar ve Yurt dışındaki Soydaşlarla İlişkiler Komitesi, geriye dönüşle ilgili konularda her türlü yasal düzenlemeyi yapmalıdır.
6. Devlet başkanına ve bakanlar kuruluna, ülkenin iç ve dış politikalarını belirleyici çalışmalarında, 20. yüzyılda sürülen insanların, geriye dönüşlerini kolaylaştırıcı çözümleri göz ardı etmemelerini ve yurt dışında yaşayan soydaşlarımızın geriye dönüşleri için geniş kapsamlı bir program kabul etmelerini öneririz.
7. Parlamentomuz, bunun dışında, yerel yönetimlere, siyasi partilere, sivil toplum örgütlerine ve özel kuruluşlara, bu geriye dönüş projesine, politik, ekonomik, psikolojik ve moral desteği vermeleri için çağrıda bulunur.
8. Karar yayımlandığı andan itibaren radyo ve TV aracılığıyla da halka duyurulur.
Bizim hepimizin neden kardeş olduğumuzu ve bize neden Türk denildiğini herkese öğretmek, herkese açık, berrak ve sağlam bir millet ve milliyet bilincini inşa etmek ihtiyacındayız. Bilmeyenleri kınayamayız, bildirmek borcumuzdur, vazifemizdir. Mustafa Kemal Atatürk Orta Asya'da lider ülke olma hedefindeki Türkiye'nin Kafkaslar'daki karmaşaya dur demesi başta Kafkas Müslümanları olmak üzere, tüm Türk Dünyası'nda büyük etki yapacaktır. Bölge halkıyla tarihsel, kültürel ve dini bağları bulunan Türkiye, Türk Birliği yolunda eline geçen bu tarihi fırsatı en iyi şekilde değerlendirecektir.
PERSPEKTİF
Sorunun Kaynağına İnebilmek
İnsanlar, kimi zaman, yaşadıkları sorunlara çözüm ararken, sorunun asıl kaynağına değil de, sadece görünürdeki sebeplerine yönelmekle yetinirler. Yüzeysel tedbir ve yöntemlerle bu sorunu ortadan kaldırmaya çalışırlar. Ancak böyle bir yaklaşımla kökü derinde olan sorunlardan kurtulmak pek mümkün olmaz. Bu bakımdan hastalığın çapını teşhis edebilmek, tedavi için uygulanacak yöntem ve alınacak tedbirlerin keskinliği açısından büyük önem taşır.
Dünya genelinde, yıllardır azalmayan terör olaylarının, anarşist faaliyetlerin ve kanlı eylemlerin birçoğunun ortadan kaldırılamamasının nedeni de, çözüm için yanlış teşhis ve tedavi yöntemleri uygulanmasıdır. Bu olaylar şimdiye kadar geçici yöntemlerle bastırılmış olsa da, tarih boyunca sık sık tekerrür etmesiyle milyonlarca insanın kabusu haline gelmiştir. Dolayısıyla bu kabusa son vermek ve kesin bir çözüm elde edebilmek için öncelikle bu sıkıntılara sebep olan ideolojilerin fikri temellerinin yıkılması gerekmektedir.
Senelerdir sayısız yalanla ve sahtekarlıklarla ayakta tutulmaya çalışılan ve halka sürekli yeni propaganda yöntemleriyle aşılanan Darwinizm, insanlığa kan, acı ve gözyaşından başka bir şey getirmemiş olan komünizm, anarşizm, faşizm gibi ideolojilerin fikri dayanağı olmuştur. Günümüzde de bir takım materyalist çevreler, kendi çıkarlarını korumak uğruna, bu sahtekarlığa çanak tutarak, bu yalanın propagandasını son derece organize bir şekilde sürdürmektedirler.
Darwinizm, öne sürdüğü iddialar tamamen bilimdışı olmasına rağmen, sürekli gündemde tutulmaya çalışılmaktadır. Bunun asıl nedeni, din düşmanı ideolojilerin, felsefelerinin temelini bu teori üzerine kurmuş olmalarıdır. Başta komünizm olmak üzere, dine karşı olan pek çok ideolojinin kurucusunun, evrim teorisinin ateşli savunucuları olması, aslında bu önemli gerçeği bir kez daha ispatlamaktadır.
Örneğin dine ve manevi değerlere karşı olan tutumuyla tanınan Marx için cevaplanması en zor soru, "canlılığın nasıl meydana geldiği" olmuştur. İşte bu noktada Darwin'in evrim teorisi, Marx için adeta bir kurtarıcı görevini üstlenmiştir. Charles Darwin evrim teorisiyle, doğada ancak güçlü olanın ayakta kalabildiği bir sistemin hüküm sürdüğünü iddia ederken, Marx da sınıflar arası mücadele savını kendince bilimsel bir zemine oturttuğunu düşünmüştür. Böylece bu gerçek dışı teori, diyalektik materyalist felsefenin ve ateizmin en temel dayanak noktası haline gelmiştir.
Bunun yanı sıra, evrim teorisi, birçok zalim yöntemin, çok insafsızca uygulamaların dünya üzerinde sahne bulmasında da etkin olmuştur. İnsanları "evrim geçirmiş bir hayvan" olarak değerlendiren bu zihniyetin doğal bir sonucu olarak, vahşi ve insanlık dışı zulümler de sahte bir dayanak bulabilmiştir. Kısacası, bazı çevrelerin, zaman içerisinde sayısız bilimsel bulguyla geçersizliği defalarca ortaya konmuş bu köhne teorinin arkasında durmakta bu denli ısrarlı olmaları tamamen ideolojik nedenlerdir.
Bilindiği gibi Darwinizm tüm kainatın başıboş, kör tesadüflerle bir takım rastlantılar sonucunda meydana geldiğini iddia eder. Bu saçma iddiaya göre, yeryüzünde canlılık, ilkel dünya koşullarında bir gün rastgele bir hücrenin oluşmasıyla ortaya çıkmıştır. Yine evrim teorisinin yalanlarına göre daha sonra bu hücrenin gittikçe çoğalıp, tesadüfen kusursuz kombinasyonlarla birleşmesiyle çiçekler, ağaçlar, birbirinden değişik yüz binlerce tür hayvan ve en son olarak da insan meydana gelmiştir. Kısacası bu teori dünyada yaşayan tüm canlıların, kusursuzca işleyen son derece intizamlı ve bir o kadar da karmaşık düzenlerin tesadüfen meydana geldiklerini öne sürer. Kuşkusuz bu, hem akıl ve mantık dışı, hem de son derece bilimdışı bir açıklamadır.
Darwinist propaganda ile beslenen materyalizm ve komünizmin bedeli, tüm dünya ulusları tarafından çok ağır ödenmektedir. Var olan bu tehlikeyi görmezlikten gelmek, mağdur edilen, zulme uğrayan ve halen de bu acıların kalıntılarını yaşayanları, bu mücadelede yalnız bırakmanın, vicdana sığacak bir yaklaşım olmayacağı açıktır. Bu konuya gösterilecek hassasiyet, herkesin vicdani sorumluluğudur ve çok büyük bir aciliyet arz etmektedir.