Faşizmin II. Dünya Savaşı'nda yaşadığı mağlubiyet ve çöküş, çoğu insanda "faşizm artık ölmüştür" düşüncesini uyandırdı. Ancak durum pek öyle değildi. Faşist ideolojinin önde gelen temsilcilerinin ortadan kalktığı doğruydu, ama faşist ideolojinin dayanakları (paganizm, Darwinizm, şiddet sevgisi ve ırkçılık) hala duruyordu. Bu nedenle Hitler'in veya Mussolini'nin ölmesi faşizmi öldürmedi. Aksine, "faşizm artık ölmüştür" şeklindeki yaygın düşünce, yeni faşist hareketlerin gelişmesi ve kök salmasına zemin hazırladı. Faşizm, kimi zaman bu ismi açıkça kullanarak, kimi zaman da kendini kamufle ederek yaşamaya devam etti. Ve özellikle de 1990'larda yeni bir yükselişe geçti. Faşizm'in yeni kimliklerinden birinin adı neo-Nazizm'di.
Neo-Naziler
Resmi Alman istatistiklerine göre 1999 yılında sadece Almanya'da ırkçılık ve yabancı düşmanlığından kaynaklanan 10.037 olay tespit edilmiştir. 2000 yılında açıklanan ırkçılık olayları da on binin üzerindedir. İngiltere'de ise sadece Nisan ile Eylül ayları arasında tespit edilen ırkçı kaynaklı suçların sayısı 10.982'yi bulmuştur. Bu suçların yarısının korkutma gözdağı verme ve yıldırma şeklinde olduğu belirtilmiştir. Birçoğu ise öldürme, yaralama, yakıp yıkma gibi eylemlerle sonuçlanmıştır. Bunların failleri, neo-Naziler olarak bilinen faşist çetelerdir.
Neo-Nazi hareket, özellikle 1990'lı yıllarda örgütlü bir faaliyet içine girmiştir. Bundan önce de 1970'li yıllarda, İngiltere'de dazlak hareketi başlamıştı. Dazlak hareketinin özelliği sokak çetelerinin göçmenlere, yabancılara ve fakir mahallelerde yaşayanlara karşı saldırgan olmalarıydı. Bunların sadece bir kısmı ırkçıydı. Ancak, 1990'lı yıllarda, dazlakların birçoğu ırkçılığı benimsediler ve Nazi taraftarları olarak ırkçı faşist eylemleri başlattılar.
İçinde bulunduğumuz yıllarda ise neo-Nazi hareket giderek güçlenmekte ve yayılmaktadır. Bugün 33 ülkede ve 6 kıtada aktif durumdadır. Sayıları ise 70 bini bulmaktadır. Üyeleri genellikle 13-25 yaş arasında olan bu sokak çeteleri, birbirleriyle de özellikle internet aracılığı ile bağlantı kurmaktadırlar.
Neo-Naziler her ülkede kendilerine farklı hedefler belirlemişlerdir. Yapılan bir araştırmada belirtildiğine göre, Almanya'da Türklere, Macaristan, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti'nde Çingenelere, İngiltere'de Asyalılara, Fransa'da Kuzey Afrikalılara, Brezilya'da Kuzey Doğululara, Amerika'da tüm azınlıklara ve göçmenlere karşı örgütlenmektedirler. Birçok ülkede evsizler ve fakir mahallede yaşayanlar da hedef seçilebilmektedir.
Nazi özentisi bu gençler, çoğunlukla uyuşturucu müptelalarından, işsiz güçsüz, sokak serserilerinden oluşmaktadır. Giysilerinin üzerine taktıkları Nazi sembolleri, traşlanmış dazlak kafaları ve dövmeleri ile hemen tanınmaktadırlar. Bu dövmelerinde ise genellikle diğer ırklara olan düşmanlıklarını dışa vurmaktadırlar. Sloganlarında, konuşmalarında ve şarkılarında Hitler'i yüceltmekte ve kendilerini onun hayalini gerçekleştirmeye adadıklarını ifade etmektedirler: Aryan ırk tarafından yönetilen bir dünya.
Bu çetelere, genellikle problemli çevrelerde yetişmiş, düşük eğitimli, başıboş, kendine güveni olmayan gençler katılmaktadır. Başkalarını aşağılamak, şiddet uygulamak, korkutmak gibi etkenlerin birarada tuttuğu bu insanlar, böylece kendilerini başka insanlardan üstün görebilecekleri bir ortam bulduklarını düşünmektedirler.
Şiddet, kin, nefret, yıldırma, korkutma, tehdit, yakıp yıkma, zarar verme başlıca özellikleri arasında sayılabilir. Bunları en fazla yerine getiren ise aralarında en kahraman ilan edilmektedir.
Neo-Nazilerin kendilerine ait bir de müzik stilleri vardır. Aslında bu çevreler müziği bir propaganda aracı olarak da görmektedirler. Şarkılarının sözleri ırkçı, paranoyak ve saldırgan yüzlerini anlatmaktadır. Şarkıların ve müzik gruplarının isimleri dahi aynı mesajları vermektedir; "Zaferi Selamla", "Vampir", "Beyaz Gürültü", "Vahşi Saldırı", "Savaş Alanı", "Jilet Kenarı", "Beyaz Savaşçılar" gibi. Bu müzik grupları Almanya, Belçika, İngiltere gibi birçok Avrupa ülkesinde dilediği yerde konser verebilmektedir. Ve binlerce genç bu konserlere katılarak, Nazi selamı vererek bu gruplara eşlik etmektedir.
Neo-Nazilerin bir de yan ekipleri vardır. Bunların başında futbol holiganları gelir. Özellikle maçlarda dazlaklar ve holiganlar birleşerek, zenci oyunculara karşı sloganlar atar, rakip taraftara saldırır, stadyumlarda ölümlerle sonuçlanan kavga ve çatışmalara neden olurlar. Bu ekipler herhangi bir durumda kolaylıkla neo-Nazi eylemler için de kullanılabilirler. Ayrıca neo-Nazi olmadığı halde neo-Nazi müzik gruplarının hayranı olan kesim de daima yönlendirilebilecek bir kitle olarak görülür. Onlar da dinledikleri müziğin ve Nazi propagandasının etkisiyle, istenildiğinde organize edilerek eylemlere çağrılabilmektedirler. İşte bu şekilde ırkçı hareketler, büyük bir hızla gençleri zehirlemeye ve kendi saflarına çekmeye devam etmektedir.
Neo-Nazilerin Avrupa'da bu kadar çok güçlenebilmelerinin altında yatan neden ise aslında gizliden gizliye toplumdan ve siyasilerden aldıkları destektir. Bugün Avrupa'da birçok parti farklı isimler altında görev yapsa da aslında faşist eğilimlidir ve bunların hepsi neo-Nazileri önemli ölçüde desteklemektedirler. Bu siyasileşmenin dışında, neo-Naziler asıl olarak şiddet ve sokak eylemleri ile istediklerini başarabileceklerini düşünmektedirler.
Aslında bu, tipik faşist karakterdir. Çünkü faşistler demokratik ortamlarda fikir ile mücadele edilebileceğine ihtimal vermezler. Onlar daima orman kanunlarının geçerli olduğuna, doğruyu söyleyenin değil, güçlü olanın haklı olduğuna inanırlar. Dolayısıyla kendilerince en büyük güç saldırganlık ve zorbalıktır.
Günümüz Avrupa'sında Irkçı Politikalar
Neo-Naziler, Avrupa'daki ırkçı hareketin radikal temsilcileridir. Deyim yerindeyse faşist baltanın "sivri ucu"durlar. Ama bir de bu baltanın kökleri vardır ve bunlar neo-Nazilerden daha geniş bir toplumsal ve siyasi tabanı temsil etmektedir. Neo-Nazilerin ırkçılığı, aslında Avrupa'da giderek güçlenen ırkçı eğilimlerin bir yansımasıdır.
Avrupa insanının büyük bir bölümünün aslında kendi ırkının üstünlüğüne inanan gizli bir ırkçılık yaşıyor olması, neo-Nazilere gizliden gizliye destek sağlamaktadır. 1997 yılında yapılan araştırmalara göre Avrupa genelinde ırkçı potansiyelin %33 civarında olduğu saptanmıştır. Özellikle Belçika, Fransa ve Avusturya'da bu oranın daha da yüksek olduğu görülmektedir. Kendini "tamamen ırkçı" veya "bayağı ırkçı" olarak tanımlayan insanların oranı Belçika'da %55, Fransa'da %48, Avusturya'da ise %42 civarındadır. Almanya'da ise ırkçıların oranı %34 civarındadır. Dolayısıyla neo-Naziler, molotof kokteylleri ile eylem yaparken veya "Yabancılar Dışarı" sloganları atarken aslında halkın %35'inin de düşüncelerini gerçekleştirmiş oluyorlar. Bunlara bir de alttan alta neo-Nazilerin ırkçı eylemlerini destekleyen siyasiler de eklenince, bu faşist örgütlerin bir türlü önüne geçilemiyor.
Söz konusu ırkçı eğilimler hakkında Fransa dikkat çekici bir örnektir.
Fransa'da 1993 genel seçimlerinden sonra Fransız Demokrasisi için Birlik (UDF) ile Cumhuriyetçi Birlik partileri, Edouard Balladur'un başbakanlığında hükümet kurdular. İçişleri Bakanlığına da Pasqua getirildi.
Bu hükümetin kurulmasıyla, bir anda ülkedeki yabancılara potansiyel suçlu gözüyle bakılmaya başlandı. Ve bu bakışın ağır baskısı da hemen ardından geldi. İlk olarak yabancılara verilen haklar geri alındı. Ağustos 1993 yılında Balladur hükümeti tarafından yürürlüğe konulan ve halk arasında "Pasqua Kanunu" olarak bilinen yasanın polise vermiş olduğu arama yetkisi ile Fransa'da oturan yabancıların huzuru kaçırıldı; Fransa vatandaşı olmuş yabancı kökenlilerin bile evlerine sabaha karşı baskınlar düzenlenerek insanlar çoluk çocuk demeden evlerinden gözaltına alındılar. Bu yabancılar sanki savaş suçlusuymuş gibi muamelelere tabi tutuldular. Günlerce sorguya çekildiler, işkence sırasında kolları bacakları kırılanlar dahi oldu.
17 yaşındaki Zaireli Nikomé, hırsızlık şüphesiyle gözaltına alındığı bir Paris karakolunda kurşuna dizildi. Bu olayın duyulması üzerine ertesi gün (7 Nisan 1993) düzenlenen yürüyüşe katılan iki zenci daha Fransız polisi tarafından vurularak öldürüldü. Fas kökenli bir Fransız vatandaşının üç polis tarafından işkence edilip öldü zannedilerek bir yere atılması ve bu olayın ortaya çıkmasıyla, yasal yollardan Fransa'ya girmiş orada işçi veya öğrenci olanlar, oturma izinleri bulunanlar dahi korku ve panik içinde yaşamaya başladılar.
Fransa'daki bu olaylar kuşkusuz topluma hakim olmuş ırkçı bir anlayışın sonuçlarıdır ve bu durum sadece Fransa için geçerli değildir. Avrupa'nın hemen hemen tamamında ırkçılığın derin izleri vardır. Avrupa Topluluğu üyelerinin Sırp saldırganlığına karşı Müslüman Boşnaklara hiç bir yardım eli uzatmamaları (hatta el altından Sırpları desteklemeleri), Almanya'daki yabancılara neo-Naziler tarafından düzenlenen saldırıların gerekli cezalara çarptırılmaması, Fransa'daki Arap ve zencilerin ırkçı saldırılarla mağdur edilmesi, yine Fransa'daki Bask ve Korsikalı azınlıklara karşı yürütülen devlet terörünün devam etmesi, Bretan ve ülke topraklarının üçte birinde yaşayan Oksitanların devlet tarafından azınlık olarak kabul edilmemeleri, İngiltere ile İrlanda arasındaki sorunlar, İspanya ile Bask ve Katalanya arasındaki çatışmalar, Bulgaristan'daki Türkleri topluca göçe zorlamak amacıyla Belene Kampı'nda Bulgar hükümeti tarafından bu insanlara uygulanan vahşet; işte bütün bunlar Avrupa milletlerine hakim ırkçılığın etkileridir.
Faşizm Sonrası Avrupa kitabının yazarı Ilya Ehrenburg'un faşistler için yaptığı tanım, Avrupa'da halen güçlü olan ırkçı kültürün mantığını şöyle özetlemektedir:
Faşizm her şeyden önce ulusal kin demektir, ulusal gurur anlayışının çarpıtılması demektir. Faşizme bulaşan insanlar başka halkların zengin kültüründen gurur duymaktan uzaktırlar, sadece kendi soy köklerinden gurur duyarlar.
Söz konusu "ulusal kin", Allah'ın Kuran'da "cahiliyenin öfkeli soy koruyuculuğu" (Fetih Suresi, 26) olarak tarif ettiği sapkın eğilimdir. Kuran'da bu "öfkeli soy koruyuculuğu"nun müşriklerin (paganların) bir vasfı olduğu, buna karşılık Müslümanların bundan korunduğu bildirilmektedir. Bu da bizlere bir kez daha gösterir ki, faşist ırkçılık, dinin ortadan kalkmasının, bunun yerine paganizmin güçlenmesinin bir sonucu olarak doğar.
Dolayısıyla Avrupa'da giderek büyüyen ırkçı eğilimlerin, her geçen gün daha fazla kök salan neo-Nazi örgütlenmelerinin de paganizmin güçlenmesiyle bir ilişkisi olmalıdır.Nitekim öyledir.
"Beyaz Irkın Üstünlüğü" ve Yeni Faşizmin İdeolojisi
Günümüzde "faşist örgütlenme" dendiğinde çoğu kimsenin aklına ilk olarak Alman neo-Nazileri gelmektedir. Ancak gerçekte günümüzün faşist örgütlenmeleri içinde daha pek çok organizasyon vardır. ABD'de pek çok aktif faşist grup bulunmaktadır ve bunlar "teorik" düzeyde Alman neo-Nazilerine göre daha önemli bir konumdadırlar. Bu gruplar genellikle "White Supremacy" (Beyaz Üstünlüğü) sloganını kullanmaktadırlar. Ve en önemlisi, bunu, ekonomik sıkıntıların getirdiği bir "yabancı düşmanlığı" olarak değil, felsefi ve bilimsel bir doktrin olarak öne sürmektedirler.
"White Supremacy" şemsiyesi altında Ku Klux Klan, Amerikan Nazi Partisi, "Aryan Ulusu" (Aryan Nation) hareketi ve "Ulusal İttifak" (National Alliance) gibi çeşitli faşist örgütler yer almaktadır. İnternet üzerinden yoğun bir propaganda faaliyeti yürüten bu grupların amacı, ırkçılığı bir dünya görüşü, bir doktrin olarak savunmak ve kitlelere aşılamaktadır.
Bu gruplardan "Ulusal İttifak" (National Alliance) örgütünün manifestosunda, bu doktrinin temelleri açık şekilde ifade edilmektedir. İlginçtir ki, manifesto, kitabın başından bu yana incelediğimiz bir gerçeğin, faşizmin pagan ve Darwinist bir ideoloji olduğu gerçeğinin bir teyidi şeklindedir.
Faşist "Ulusal İttifak" örgütü, doktrini açıklarken öncelikle kendileri ile "Semitik inançlar" (İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik) arasındaki farkı belirtmekte, kendilerinin sadece doğaya inandıklarını ve evrimci olduklarını, buna karşılık "Semitik inançlar"ın Allah'a imana dayandığını belirtmektedir:
Kendimizi doğal yasalara göre evrimleşen çevremizdeki üniter dünya ile entegre olarak görüyoruz. Basit olarak ifade edecek olursak: sadece bir gerçek vardır ve o da Doğa'dır: Bizler doğanın bir parçasıyız ve doğanın yasalarına tabiyiz. Bu yasalar içinde bizler kendi kaderimizi belirleyebiliriz... Diğer bir deyişle seçme gücüne sahip olduğumuz herşey için kendi başımıza sorumluyuz: özellikle çevremiz ve ırkımızın kaderi için. Bu görüş Semitik görüş ile tezat içinde olabilir. Semitik görüş... herşeyin Tanrı'nın kontrolü altında olduğuna inanır.
Görüldüğü gibi, faşizmin karşısında din yer almaktadır. Faşizm insanı "doğanın bir ürünü" sayarken, din Allah'ın insanı yarattığı ve onun tarafından yaratıldığını ve kaderini belirlediğini bildirmektedir.
Faşist "Ulusal İttifak" örgütünün manifestosunda, örgütün sahip olduğu ırkçı ideolojinin evrimci mantığı da şöyle izah edilmektedir:
Dünyamız hiyerarşik bir düzene sahiptir. Her birimiz Aryan (ya da Avrupa) ırkının bir üyesiyiz, ırkımız tıpkı diğer ırklar gibi doğal seleksiyonun binlerce yıl boyunca çevreye adaptasyonu ve evrimsel aşamalarla ilerlettiği özel karakteristikler geliştirmiştir. Kuzey insanları daha çok şey gerektiren çevrelerinde örneğin planlama ve kişisel disiplin gerektiren bir kış ikliminde hayatta kalabilmektedir ve bundan dolayı zihinsel kabiliyetler açısından daha hızlı gelişmişlerdir.
Yani Aryan ırkının diğer ırklardan üstün olduğu, çünkü "evrimde ileri gittiği" savunulmaktadır. "Ulusal İttifak" örgütü daha da ileri giderek ırkçılığın "doğaya karşı bir sorumluluk" olduğunu ileri sürmekte, buna dayanak olarak da Nietzsche'nin felsefesine başvurmaktadır:
Herşeyden önce parçası olduğumuz doğaya karşı yükümlülüklerimiz var çünkü daha yüksek bir gelişim ve daha yüksek yaşam formları için onun sonsuz arayışlarının içerisindeyiz. Bu yükümlülük şairlerimiz ve düşünürlerimiz tarafından fark edilmiş ve ifade edilmiştir. Friedrich Nietzsche bizlere gelecekte daha yüksek bir insan tipine hazırlık yapmanın bizim ilk sorumluluğumuz olduğunu bildirmiştir... Doğa, Aryan ırkında saklı olan farklı özellikleri arıtmış ve kutsal kılmıştır; böylece bizler bizim için belirlenen misyonu daha iyi tamamlayabiliriz. Doğa diğer insan ırkları da dahil farklı tür yaşam formları geliştirmiş olsa da, bizler kendi ırkımız için özel yükümlülükler taşımaktayız: onun devamını sağlamak, eşsiz karakteristiklerini korumak ve kalitesini artırmak gibi.
Merkezi ABD'de bulunan Ulusal İttifak Örgütü, İsveç, Fransız, Alman, Portekiz ve Rus dillerinde de yayınlanan dergiler ve kitaplar çıkarmakta ve savunduğu Darwinist ve pagan ideolojiyi hızla yaymaktadır. Örgütün yayınladığı National Vanguard (Ulusal Öncü) adlı faşist derginin kapaklarını, eski Yunan tanrılarının heykelleri süslemekte, dergideki makalelerde ise Darwin'den sık sık alıntılar yapılmakta, "ırkların saflığının korunması gerekliliğinin Darwinist biyoloji tarafından kanıtlandığı" gibi iddialar öne sürülmektedir. Diğer faşist örgütlerin yayınlarında veya internet sitelerinde de benzer açıklamalar, Darwinist yorumlar, İlahi dinlere karşı sapkın pagan kültürünü savunan propagandalar bulmak mümkündür.
19. yüzyılda, pagan kültürün yeniden uyanmasıyla ve Darwin'in evrim teorisiyle doğan faşist ırkçılık, 21. yüzyılda yine aynı temellere dayanarak gelişmeye devam etmektedir.
Günlük Yaşamda Faşizm
Faşizmin en temel özelliklerinden biri olan ırkçılık, buraya kadar incelediğimiz gibi, Batı dünyasında yükseliştedir ve bunun arkasında da Darwinist-pagan dünya görüşünün yayılması yatmaktadır. Peki acaba faşizmin diğer bir temel özelliği olan şiddet sevgisi, yani şiddeti, vahşeti, kan dökmeyi, acımasızlığı makbul sayan pagan ahlak hala yaşamakta mıdır?
Yaşamaktadır, hem de çok güçlü bir biçimde.
Amerikalı tarihçi Gene Edward Veith, Modern Fascism: Liquidating the Judeo-Christian Worldview (Modern Faşizm: Hıristiyan-Yahudi Dünya Görüşünün Yok Edilmesi) isimli kitabında, faşist kültürün nasıl hala ayakta olduğunu şöyle anlatır:
1930'larda (faşist) avant-garde sanatçılar, şiddeti ve ilkel duyguları yücelten estetik teorileriyle, burjuvaziyi şaşırtmışlardı. Bugün, eğer bu eski faşist estetiğin örneklerini görmek isterseniz, sadece Hollywood'un gişe rekorları kıran son filmine gitmeniz, MTV kanalını açıp seyretmeniz veya bir Heavy Metal konseri izlemeniz yeterlidir. Bunlarda faşistlerin sanatsal ideallerini görebilirsiniz: şiddetten zevk alma, ahlaka isyan etmenin dürtüsü ve Aryan vücut kültü. Bir şiddet filmindeki vahşi kana susamışlık, düşmanlarını makineli tüfekle tarayarak kanunu kendi ellerine alan vücut geliştirici veya Metallica'nın "çığlıklar at, sanki seni öldürüyormuşum gibi" şeklindeki şarkısına uyarak danseden gençler-işte sanatın bu türü, faşist estetiğin de özüdür.
Günlük yaşamda karşılaştığımız "popüler kültür"de, faşist ideolojinin gizli bir hakimiyeti vardır. Filmlerde, çizgi romanlarda, rock konserlerinde, müzik kliplerinde ortaya çıkan bu şiddet tutkunu kültür, Darwinist-faşist dünya görüşünün bir sonucudur. İnsanlara bir hayvan türü olduklarını, tek doğa yasasının "çatışma, öldürme, alt etme"den ibaret olduğunu telkin eden, bunu meşru, akılcı ve bilimsel bir düşünce gibi gösteren bu dünya görüşü, 1930'lu yıllarda Alman toplumunu Nazi barbarlığına sürüklediği gibi, günümüzde de kitleleri şiddet eylemlerine, saldırgan, vahşi, kaba ve kan dökücü bir ahlaka sürüklemektedir.
Günlük yaşamdaki faşizmi görmek için dünya medyasına bakmak yeterlidir: Basit bir anlaşmazlık sonucunda birbirlerini bıçaklayan aile fertleri, bir futbol karşılaşmasının sonunda birbirlerini öldüresiye döven fanatik taraftarlar, yaşlı babasının mirasına konmak için onu acımasızca öldüren hain evlatlar, küçük bir çocuğu kaçırıp işkenceyle öldüren ve bunu "zevk için" yaptığını söyleyen psikopatlar...
Bu gibi örnekler o kadar çoktur ki, insanların çoğu bunları "normal" ve "kaçınılmaz" görmeye başlamışlardır. Oysa bunlar gerçekte toplumda yayılan bir "dünya görüşü"nün sonuçlarıdır. Küçük yaşlarından itibaren; "hayat bir kavgadır, güçlüler kazanır", "eğer sen ezmezsen, başkaları seni ezer" gibi telkinler altında yetişen, seyrettikleri filmlerde, dinledikleri şarkılarda sürekli olarak bu mesajlarla beyni yıkanan bir kitle vardır ve söz konusu medya haberleri, bu yıkanmış beyinlerin suçlarıdır.
Bu haberlerin kahramanları, genellikle toplumun eğitimsiz kesimidir. Daha "seviyeli" gibi duran elit kesim ise, aslında aynı dünya görüşünün gerektirdiği suçları yine işlemekte, ama bunu daha örtülü ve profesyonelce gerçekleştirmektedir.
Dünya toplumlarındaki bu garip şiddet eğilimi bilinmekte, ama buna bir türlü çözüm bulunamamaktadır. Bunun bir sebebi, başta belirttiğimiz gibi bu toplumsal şiddetin "normal" görülmesidir. İkinci bir sebep ise, çoğu insanın bu şiddetin gerçek kaynağını fark edememesidir. Sorunun sadece adli ve polisiye tedbirlerle çözülebileceğini sanmakta ve yanılmaktadırlar. Elbette sözkonusu "teknik" tedbirler gereklidir, ama asıl çözüm toplumlardaki dejenerasyonun kültürel kaynağını bulmak ve bu kaynağı yine kültürel bir atılımla tedavi etmektir.
Bu dejenerasyonun kaynağı ise, Darwinizm'dir. "hayat bir kavgadır, güçlüler kazanır", "eğer sen ezmezsen, başkaları seni ezer" gibi telkinlerin kaynağı olan Darwinizm, dünyada giderek büyüyen "günlük yaşam faşizminin" asıl sorumlusudur.
Bu teşhis karşısında bazıları itiraz edebilir, ve "şiddet eylemlerinde bulunan insanların büyük çoğunluğunun Darwinizm'den habersiz olduğunu" öne sürebilir. Bu iddia kısmen doğrudur: Gerçekten de dünyada yaygınlaşan şiddetin failleri, Darwinizm'i hiç duymamış bile olabilirler. Ama bu kitleyi yönlendiren, onların dünya görüşünü oluşturan kesim, bu konudaki ilhamını Darwinizm'den almaktadır. Bu kesim üniversitelerde, medyada, pek çok bilimsel kurumda, sanat ve edebiyat alanında, sinema ve televizyonda ve insanların düşünüşleri üzerinde etkin olan her türlü sosyal sektörde güçlü ve hakim durumdadır. Ve topluma "hayat bir kavgadır, güçlüler kazanır", "eğer sen ezmezsen, başkaları seni ezer" gibi telkinleri verenler de bunlardır.
İşte topluma yön veren bu kesim, Darwinizm'e körü körüne inanmakta, kendilerini Allah'ın yarattığı ve Kendisine karşı sorumlu tuttuğu kullar olarak değil de, maymunlardan tesadüfen türemiş ve tek amacı "çatışma" olan gelişmiş hayvanlar gibi görmektedirler. Nitekim gazetelerinde, dergilerinde, ekranlarında bu Darwinist mesajı düzenli olarak vermektedirler.
Oysa bu insanların hepsi -sözkonusu haberlere malzeme olan kitle de, bunların dünya görüşünü oluşturan "seçkinler" de- derin bir yanılgı içindedirler. İnsan Darwinizm'in iddia ettiği gibi tesadüflerle ortaya çıkmış ve tek amacı çatışmak olan bir hayvan değildir. İnsanı Allah yaratmıştır ve O'nun öğrettiği ahlaka göre yaşamakla sorumludur. Ve bilim, Darwinist propagandanın aksine, Darwinizm'i değil yaratılış gerçeğini doğrulamaktadır. Kuran'da bildirildiği gibi,
"O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir." (Haşr Suresi, 24)
Allah'ın yaratışını inkar eden faşist kültürün ortadan kalkması içinse, sözkonusu Darwinist felsefenin fikren çökertilmesi ve insanların bu aldatmacadan kurtarılması şarttır. Önemli olan, insanlara "acımasız olun, kan dökün, öldürün, bu sizin içgüdünüz, nasıl olsa bir hayvansınız ve ölünce yok olacaksınız" diye fısıldayan sesin susturulmasıdır. Bu ses susturulduğunda, bununla uyuşturulmuş olan kitleler de gerçekleri görecek ve bu dünyada ne için var olduklarını anlayacaklardır.