İstanbul, Bağdat, Dakka ve Medine... Sadece bir hafta içinde dünyanın önemli başkentleri ve metropolleri korkunç terör saldırılarına hedef oldu. Sadece bir hafta içinde yüzlerce kişi yaşamını yitirdi. Haince, korkakça, zalimce ve kalleşçe yapılmış terör saldırılarıyla.
Bu saldırıların ardından konuşulması gereken konu ise, dünya kamuoyunun ne kadarının bu saldırılara dikkat verdiğidir. Paris saldırısında “Hepimiz Paris’iz” diyen milletler, acaba Bangladeş’teki rehine krizinden haberdar oldular mı veya Irak’ta 167 kişinin yaşamını yitirdiği korkunç intihar saldırısını sadece gazetenin bir köşesinden mi okudular? “Bu işler Ortadoğu’da böyledir” diye durumu geçiştirenler oldu mu acaba? Ya da pek çoğu, “o coğrafya teröre alışıktır” demekle mi yetindi?
Avrupa’da gerçekleştirilen korkunç kanlı saldırılar, Batı’da teröre olan bakış açısını büyük ölçüde değiştirmiş olsa da, Batı’nın “doğunun terörüne” bakış açısı halen çok da farklı değil. Aradaki tek fark, Irak’ta yaşayan bir ailenin, kapısının önünde veya gittiği bir pazar yerinde terör eylemi ile karşılaşma ihtimali daha yüksek. Fakat bu, eylemi yapanların, eylemin etkisinin ve eylemin öldürücü gücünün Batı ile aynı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Batı ile Doğu’nun “terör” anlayışı birbirinden farklı olsa da, dönüp son bir haftaya baktığımızda gerçekleşen eylemlerin tümünün uluslararası platformda başka bir adı bulunmuyor.
1937 Cenevre Sözleşmesi’ne göre terör, “doğrudan bir devleti hedef alan ve dehşet ortamı yaratmayı amaçlayarak özel kişiler, gruplar ya da halkın bütününe yönelik olarak, tasarlanmış veya hesaplanmış her türlü cezai eylem” olarak tanımlamıştır. BM, bu tarifi, “savaş suçlarının barış zamanına karşılık geleni” şeklinde genellemiştir. BM Genel Kurulu’nun 1999 yılındaki kararına göre terör, “özel kişilere, gruplara ya da halkın bütününe yönelik siyasi, felsefi, ideolojik, ırkçı, etnik, dini ya da başka sebeplerle dehşet ortamı yaratmayı tahrik eden tüm cezai eylemler”dir. NATO mevzuatı, herhangi bir tanım yapmaksızın terörle mücadeleyi dünyanın birçok yerinde meşru görmektedir. Buna, teröre karşı askeri müdahale de dahildir. AB mevzuatında da terör tanımı oldukça geniş tutulmuş durumdadır.
Görülebildiği gibi uluslararası arenada terör eyleminin tanımı ortaktır. Bu tanımda, hiçbir ülke hariç tutulmamış, hiçbir halka farklı muamele şartı konulmamıştır. Dünyanın neresinde olursa olsun, politik, felsefi, ideolojik, ırkçı, etnik veya dini sebeplerle kişilere veya kitlelere yapılan saldırı “terör” olarak isimlendirilmiştir. Bunun için ülkelerin iç karışıklık içinde bulunuyor olup olmaması bir fark yaratmamaktadır. Belçika’da gerçekleştirilen kalleş saldırı nasıl terör ise, Irak’ta gerçekleştirilen saldırı da aynı şekilde terördür. Bu kahpe eylemlerde hayatını kaybeden her bir kişinin bir ailesi, sevdikleri, bir saat sonrası için planları vardır. Dünyanın başka bir yerinde doğuyor veya yaşıyor olması onu “daha az insan” yapmamaktadır.
Demek ki sorun, uluslararası normlar değil ahlaki normlardır. Uluslararası normlara göre farklı coğrafyalarda yaşamalarına rağmen hiçbir farkı olmayan iki terör mağduru; kimi kişilerin ahlaki normlarına göre yaşadığı coğrafya üzerinden değer kazanmakta veya kaybetmektedir. Bu çifte standart, bunu uygulayan kesimlerin insani ve ahlaki yapılarını büyük ölçüde etkilemekte, her geçen gün “insanlık” biraz daha kan kaybetmektedir. Bu şartlar altında, denizde can veren çocuklara, evsiz kalan ailelere, aç bırakılan kitlelere kayıtsız kalan toplulukların olması artık şaşırtıcı gelmemektedir.
2015 Global Terörizm İndeksi’ne göre, 2015 yılında terörist eylemler 2014 yılına nazaran %80 oranında artmış durumdadır. 2016’nın ilk yarısı ise, daha da fazla terör eylemine sahne olmuştur. Sadece ilk üç ayda 2667 kişi terör eylemlerinde yaşamını yitirmiştir. Bu süreç içinde terör oranları sadece sayıca değil, kapsadığı alan bakımından da genişlemiş durumdadır. Avrupa, tarihin en korkunç terör eylemlerine sahne olurken, ABD kendi iç meselelerine yönelik saldırıların hedefi olmuştur. Şu anda dünyada, ne acıdır ki, terör eylemlerinin sınırlandırılabildiği belli bir coğrafya bulunmamaktadır; terör globalleşmiştir.
Bu vahim durum karşısında olması gereken, terörle mücadele adına aklı selim insanların kenetlenmeleri, bu mücadeleyi birlik halinde ve akılcı şekilde yürütmeleri ve terörün yanlışlığını anlatacak bir çoğunluk haline gelmeleridir. Fakat insani değerler kaybedildikçe, mücadeleyi yürütecek iyi insanlar da güçlerini de kaybetmektedirler. Dünya gittikçe ruhsuzlaştıkça, korkunç kitle katliamlarını umursamadıkça, insanların denizlerde boğulmasına seyirci kaldıkça, kaçınılmaz olarak, terör ve nefrete daha fazla yol açılacaktır. Çünkü terör; sevgisizlikle, gaddarlıkla, zalimlikle beslenir. Gaddarlık ve umursamazlık arttıkça ortam, teröristlerin tam olarak istedikleri ve bekledikleri bir hale bürünmektedir. Unutulmamalıdır: Terörün hedefi korku toplumları oluşturarak huzursuzluğu artırmak, insanları birbirlerinden kopuk ve sevgisiz kitleler haline getirmek, böylelikle onları ümitsiz ve kolaylıkla yönlendirilebilir kitleler kılmaktır. Bugün, defalarca sorup durduğumuz “terör örgütlerine katılımın sebebi nedir?” sorusunun en net yanıtı, toplumlar içinde gelişip yaygınlaşan sevgisizlik ve vicdani boşluktur.
Ahlaki normların gelişebilmesi için, her insanın değerli olduğunu ve birinin diğerinden farklı olmadığını düşünüp benimsemek gerekmektedir. Dünya; karşıdaki insan kim olursa olsun, hangi etnik kökenden geliyor, hangi dine mensup oluyorsa olsun, ona “insan” olarak değer vermedikçe, bu büyük terör belasından kurtulamayacaktır. Dolayısıyla terörle mücadelenin ilk ve en önemli şartı, “insanlığı” güçlendirebilmektir.
Bir hafta içinde gerek Türkiye’de gerekse diğer ülkelerde gerçekleşen korkunç terör eylemlerinde hayatını kaybeden kardeşlerimize Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifa diliyorum.
Adnan Oktar'ın Arab News'de & Sır Dergisi'nde yayınlanan makalesi:
http://www.arabnews.com/node/950941/columns