Kötülük, haksızlık, üzüntü, karamsarlık, sıkıntı, yalnızlık, korku, stres, güvensizlik, vicdansızlık, endişe, öfke, kıskançlık, kin, uyuşturucu bağımlılığı, ahlaksızlık, kumar, fuhuş, açlık, fakirlik, yolsuzluk, hırsızlık, kavga, düşmanlık, cinayet, savaş, çatışma, zulüm, ölüm korkusu... Tüm bunlar, hemen her gün gazete ve televizyonlarda gördüğünüz, günlük hayatta karşılaştığınız hatta bizzat yaşadığınız sorunlardandır.
İnsanların ve toplumların içinden çıkmak için uğraştıkları, her alanda mücadele verdikleri bu tür olumsuzluklar, kargaşalar ve karanlık toplumsal yapılar, dünya üzerinde yüzyıllardan beri hakimdir. Bunun için, eski Yunan'a veya Büyük Roma İmparatorluğu'na, Çarlık Rusyası'na ya da Aydınlanma Çağı'na, hatta dilerseniz iki büyük dünya savaşına ve büyük toplumsal olaylara sahne olan 20. yüzyıla göz atabilirsiniz. Hangi yüzyıla ve dünyanın neresine giderseniz gidin, genellikle manzara pek değişmez.
Peki insanlar bu kötülüklerle şimdiye dek mücadele etmişler midir ya da etmek için bir gayretleri var mıdır? Elbette, dünyanın hemen her döneminde insanlar bu sayılan olumsuzluklarla karşı karşıya kalmışlar, bunlarla mücadele etmişler, ancak çareyi hep yanlış yöntemlerde aradıkları için bir türlü çözüm bulamamışlardır. Kurtuluşu kimi zaman değişik yönetim biçimleri denemekte, kimi zaman sapkın akımlara kapılmakta, devrimler yapmakta, çoğu kere de umursamazlığı tercih edip, tüm bu olumsuzlukları kabullenmekte aramışlardır.
Günümüzde insanlar genelde böyle bir yaşam tarzına öylesine alışmışlardır ki, yukarıda saydığımız sorunları hayatın gerçeği olarak kabul eder, bunların yaşanmadığı bir toplumun var olabileceğini adeta imkansız olarak görürler. Böyle bir yaşantıdan memnun olmadıklarını sürekli dile getirirler ama içinde bulundukları şartlarda başka bir seçeneklerinin bulunmadığını düşünerek bu yaşantıyı hemen kabullenirler.
Oysa dünyada, yukarıda sadece çok küçük bir kısmına yer verdiğimiz bu olumsuzlukların hiçbirini ne ruhen ne de bedenen yaşamayan, sürekli bolluk, bereket, mutluluk, sevgi, saygı, huzur, güven, güzel ahlak, barış ve dostluk gibi sayısız nimet ve güzelliklerin sahibi olan insanlar da vardır. İşte bu insanlar Allah'ın rızası için yaşayan, Kuran hükümlerine uyan, Allah'ın rahmetini ve cennetini uman gerçek dindarlar, yani müminlerdir.Diğer bir deyişle bu olumsuzlukların tek çözümü "gerçek din"in yaşanmasında yatmaktadır. Din tam olarak yaşandığı takdirde toplumlara hakim olan bu karanlık tablo yerini aydınlık bir ufka bırakacaktır. Tüm insanların ve toplumların çağlar boyu düşledikleri, iyilik ve güzelliğin hakim olduğu böyle güzel bir atmosfer, ancak dinin yaşanması ile mümkündür.Başta tasvir ettiğimiz ortam ise din yaşanmadığında, Allah'ın hükümleri göz ardı edildiğinde kaçınılmaz olarak oluşur. Diğer bir deyişle din yaşanmadığı sürece insanlar bu olumsuzluklara mahkumdurlar. Çünkü bu, "dinsizliğin kabusu"dur. Unutmayın, ancak Allah'ın insanlara indirdiği dinin tarif ettiği "güzel ahlak" modeli yaşandığı takdirde bu kabus son bulabilir.
GERÇEK DİN HANGİSİDİR?
Ben nereden geliyorum, nereye gideceğim? Hayatımın anlamı ve amacı nedir? Ölümün mahiyeti nedir? Öldükten sonra bir yaşamın varlığı kesin mi? Cennet ve cehennem var mı? Hayatın kaynağı nedir? Evreni yaratan üstün Yaratıcı nerededir? Bu yüce Yaratıcı bizden tam olarak ne istemektedir? İyi, kötü, doğru, yanlış nelerdir? Bunları nereden öğrenebilirim?"...
Bu gibi soruların cevaplarını insanlar çağlar boyu aramışlar, bunlar hakkında düşünmüş ve tartışmışlardır. Oysa bu sorulara her dönemde en doğru cevabı filozoflar değil, Allah katından indirilmiş "gerçek din" vermiştir.Yeryüzünden bugüne kadar insanlar tarafından ortaya atılmış pek çok din gelip geçmiştir. Şintoizm, Budizm, Şamanizm, Paganizm bunlardan bazılarıdır. Fakat bunların hiçbirini Allah indirmemiş, bu bakımdan da söz konusu dinler bir felsefe ya da düşünce akımı olma niteliğini aşamamışlardır. Ancak bir de bunlarla aynı sınıfa koyamayacağımız "hak dinler" vardır.
Hak dinleri diğerlerinden (batıl dinlerden) ayıran en önemli fark ilahi kaynaklı olmalarıdır. İlahi kaynaklı dinlerden bugün mensubu bulunanlar Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam'dır. Başlangıçta her üçü de Allah katından indirilmiş, fakat Hıristiyanlık ve Musevilik bu dinleri tebliğ eden peygamberlerin (Hz. Musa, Hz. İsa) ölümlerinin ardından bozulmaya uğramışlardır. Bu dinlerin bozulmasının ardından Allah kıyamete kadar geçerli olacak en son ilahi kitap Kuran'ı göndermiş ve onu her türlü bozulmadan, tahrifattan koruyacağını bildirmiştir:
Hiç şüphesiz, zikri (Kuran'ı) Biz indirdik Biz; onun koruyucuları da gerçekten Biziz. (Hicr Suresi, 9)
Kuran, Allah'ın koruması ile 14 asırdan beri hiçbir bozulmaya uğramadan günümüze kadar gelmiştir. Kuran'ın ilk yazılı nüshalarıyla bugün elimizde bulunan hali arasında hiçbir fark olmayışı, tek bir harfinin bile değişmemiş olması, dünyanın dört bir yanındaki okunmakta olan Kuran'ların hepsinin birbirinin aynısı olması, Kuran'daki mucizeler bu son ilahi kitabın Allah sözü olduğunun ve Allah'ın Kuran'ı özel olarak korunmakta olduğunun en somut delilidir.
Allah her dönemde katından elçi göndererek ve kitap indirerek mesajlarını insanlara iletmiştir. İlk insan olan Hz. Adem de, Allah tarafından elçi olarak yeryüzüne gönderilmiştir. Diğer bir deyişle ilk insanla birlikte insanlar Allah'ın varlığından haberdar olmuşlardır. Allah dinini insanlara, ilahi kitapları ve elçileri aracılığıyla bildirir. Elçiler insanları bir yandan hesap günü ve sonsuz cehennem azabıyla uyarıp korkuturlarken, diğer yandan da sonsuz cennet hayatıyla müjdelerler. Hak dinler, gönderildikleri dönemlerin ortam ve şartlarına göre farklı hükümler içermiş olsalar da, temelde aynı inanç ve ahlaki modeli insanlara sunmuşlardır. Hepsi, Allah'ın varlığı, birliği, sıfatları, insanın ve tüm varlıkların yaratılış amaçları, Allah'a nasıl kul olmak gerektiği, Allah'ın beğendiği ideal tavır, davranış ve yaşam biçiminin nasıl olması gerektiği, iyi, kötü, doğru, yanlış kavramlarının neler oldukları, insanın dünyadaki yaşamını nasıl düzenlemesi, sonsuz yaşamı için neler yapması gerektiği ve bunlar gibi konularda aynı temel gerçekleri insanlara aktarmışlardır.
Bu açıdan bakıldığında Allah katında hak olan din tektir. Hz. Adem'den bu yana da insanlığa gönderilen hak dinlerin tümünün temeli İslam, yani "Allah'a teslim olmak" tır.
Sonuçta Allah katında geçerli olan din İslam'dır. Bunun dışında olanlar ise kabul edilmeyeceklerdir. Bu kesin gerçek Kuran'da şöyle haber verilir:
Kim İslam'dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardandır. (Al-i İmran Suresi, 85)
DİN HAYATIN GERÇEK AMACINI AÇIKLAR
Tarih boyunca milyarlarca insan doğmuş, yaşamış ve ölmüştür. Bu insanların içinden ancak çok azı hayatın gerçek amacını anlamaya çalışmıştır. Büyük bir kısmı ise kendilerini zamanın akışına bırakmış ve belli ihtiyaçlarını karşılamak, nefislerinin çeşitli istek ve tutkularını kovalamak dışında bir amaç gözetmeden ömürlerini tüketmişlerdir. Bu bilinçsiz ve sorumsuz kesim her devirde insan topluluklarının büyük bir çoğunluğunu oluşturmuştur. Her gelen yeni nesil de bazı istisnalar dışında çoğunluğun gittiği bu yola uymuş, çoğunluğun doğrularını, amaçlarını ve değerlerini benimsemiş, bunları kendilerinden sonrakilere miras bırakmıştır.
Bu çoğunluğun her devirde "değişmez" felsefe ve ilkeleri vardır; doğarlar, büyürler, yaşlanırlar ve ölürler. Onlara göre dünyaya bir kere gelinir, ölüm ise herşeyin sonudur. Herkesin belirli bir yaşam süresi vardır ve bunu elinden geldiğince nefsini en çok tatmin edebilecek, sadece hayattan kendince en büyük zevki alabilecek şekilde değerlendirmelidir.İşte söz konusu bu kişiler, ellerine bir daha geçmeyeceğini düşündükleri için kendilerine verilen yaşam süresini dünyadaki zevklerin peşinden giderek, ölümü tamamen unutarak, dünyaya yönelik planlar yaparak ve hiçbir kural tanımayarak geçirirler. Dünyanın neresinde, hangi zaman diliminde yaşarlarsa yaşasınlar, hangi kültüre, hangi ırka mensup olurlarsa olsunlar bu durum değişmez.
Tüm bu insanlar dünyaya gelişlerinin tek ve en önemli amacını arkalarında bırakırlar. Ve bu amaç için kendilerine tanınmış ve bir daha telafi imkanı olmayacak yegane yaşam süresini boşa geçirirler. Bu amaç Allah'a kul olmaktır. Kuran'da bu amaç şöyle bildirilir:
Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana kulluk (ibadet) etsinler diye yarattım. (Zariyat Suresi, 56)
Allah'a nasıl kulluk etmemiz gerektiğini de bize yine hak din öğretir. Allah'a kul olmak, O'nun varlığını ve birliğini kabul etmek, O'nu gereği gibi tanıyıp takdir etmek, O'ndan başka ilah edinmemek ve tüm yaşamını O'nun istediği biçimde geçirmek demektir. Kuran'da bize Allah'ın insanlar için beğendiği ahlak ve yaşam biçimi de detaylı olarak tarif edilir. İnsanlar bu modeli uygulamaya davet edilir.
Bu amaca uygun, Rabbimiz'in razı olduğu biçimde bir ömür süren insan, dünyadaki yaşamı için de ölümünden sonraki hayatı için de müjdelenmiştir. Fakat bu amaçtan sapan, boş gayeler peşinde koşan ve Allah'ın istediği biçimde davranıp yaşamayan, O'na gereği gibi kul olmayan kimseyi ise ayetlerde bildirildiği gibi kötü bir son beklemektedir. Tüm bunları bize yine hak din haber verir.
Sonsuz yaşamını belirleyecek ölçü ise kişinin dünya hayatını nasıl geçirdiğidir. Öldükten sonra bir daha hataları telafi etme imkanı yoktur. Bu bakımdan sanki dünyaya tesadüfen gelmiş ve yaptıklarından hesaba çekilmeyecekmiş gibi bir mantıkla hareket etmek, kişinin kendi geleceği için çok büyük bir kayıp olacaktır. Dini yaşamak ise insanın hem dünya hem de ahiret hayatı için bir kazançtır.
DİNİN TOPLUMSAL AHLAKA ETKİSİ
Dinin yaşanmaması insanlar ve toplumlar için pek çok olumsuz özelliği de beraberinde getirir. Dinden uzak bir toplumda insanların çoğunluğunun bencil, adaletsiz ve kötü ahlaklı olmaları kaçınılmazdır. Çünkü gerçek anlamda güzel ahlaka sahip olmanın ardındaki tek sebep dindir. Allah'a iman eden, ahirete kesin bilgiyle inanan insanlar, Allah'ı hoşnut edebilmeyi istedikleri ve yaptıklarının hesabını vereceklerinin bilincinde oldukları için hareketlerini Allah korkusuna dayandırırlar. Allah'ın men ettiği kötü hal, tavır ve davranışlardan, olumsuz ahlak özelliklerinden kaçınırlar. Doğal olarak bu insanların yaşadığı bir toplum da günümüzde yaşanan her türlü sosyal problemlerden uzak bir toplum olur.
Dinden uzak bir insan ise, işlediği kötülüklerin karşılığını eninde sonunda alacağına, yaptıklarının hesabını vereceğine inanmadığı için hareketlerinde herhangi bir sınır gözetmez. Yaptığı şeylerden dolayı kimseye hesap vermeyeceğini düşünen bu kişi için kötülükte çekinilecek hiçbir sınır yoktur. Prensip gereği bazı olumsuz hareketleri yapmıyor olsa bile uygun ortam bulduğunda, mecbur kaldığında, çevresinden teşvik gördüğünde ya da bir fırsatını bulduğunda bunları yapmaktan çekinmez.
Böyle bir hayatı seçen kişi için dinsizliğin maddi-manevi karşılığı daha dünyada iken başlar. Bunun sebebi aslında her insanın vicdanen dini yaşaması gerektiğini biliyor olmasıdır. Her insanda vicdan mekanizması vardır. Ancak müminlerde çok gelişmiş olan bu özellik, dini yaşamayanlarda körelmiştir. Yani dinden uzak insanlar vicdanlarına uymayarak kendilerini manevi bir sıkıntıya sokarlar. Sonuç olarak herkes aslında bir Yaratıcısı olduğunu, O'na karşı sorumlu olduğunu ve güzel ahlaklı olması gerektiğini bilir. Ama bunları yerine getirmek dünyevi çıkarlarıyla çatıştığı için işine gelmez.
Bu nedenle de ya dini bütünüyle reddederek böyle bir sorumluluktan kaçınır ya da sürekli olarak kendisinin "iyi kalpli, temiz ve dürüst bir insan" olduğu gibi avunmalarla dini Kuran'da tarif edildiği gibi yaşamamak için mazeretler bulur. Ancak her iki durumda da insanlar bilinçaltlarında Allah'ın istediği biçimde yaşamaları gerektiğini bilirler. Vicdanlarının bu sesine göre hareket etmedikleri için de daha henüz dünyadayken bunun manevi azabını tatmaya başlarlar. İşte dinden uzak toplumlarda yaşanan bunalımların, psikolojik sorunların, ruhsal çöküntülerin temel kaynağı "vicdan azabı" adı verilen bu manevi sıkıntıdır.İnsan hem fiziken hem de ruhen dini yaşamaya uygun olarak yaratılmıştır. İnsanı da ona en uygun hayat modelini de yaratan Allah'tır. İnsanlar bunun dışına çıktıklarında doğal olarak kişisel ve toplumsal düzeyde aksaklıklar baş gösterir. Bu aksaklıklar ise, tarih boyunca tüm insanların içinden çıkmaya çabaladıkları, günümüzde de etkisi hemen her toplumda görülen sosyal ve bireysel hastalıklar ve yaralardır. Bunlardan kurtulmanın tek yolu ise dinin yaşanmasıdır. Din, bunların her birine gerçek anlamda çözüm getirir.
İNSANLAR ARASINDA SEVGİ VE SAYGININ YAŞANMASI DİN İLE MÜMKÜNDÜR
Dinin aslında en önemli yönü sevgi ve güzel ahlak temeli üzerine kurulu oluşudur. Kuran'a bakıldığında Allah'ın kullarından çok üstün bir ahlak istediği, onları sevgi ve fedakarlığa çağırdığı görülür. Müminler bu nedenle birbirlerine çok değer verir, sevgi ve saygıda hiçbir kusur etmemeye özen gösterirler. Böyle davrandıkları takdirde Allah'ın kendilerinden hoşnut olacağını bilmeleri de bu sevgi ve saygının oluşmasındaki en önemli faktördür. Ayrıca Allah'ın yaratıp, ruh verdiği, iman sahibi kıldığı bir insanın değerli olduğunun da bilincindedirler. İçlerindeki güçlü Allah korkusu da aynı şekilde onları diğer insanlara karşı iyi ve güzel davranma konusunda motive eder.Bu nedenle insanlar arasında dinin ruhu hakim olduğunda çok güzel, çok sıcak ve çok huzurlu bir hayat yaşanır. Aile ilişkileri çok farklı olur. Çocuklar ana-babalarına ve diğer büyüklerine karşı son derece hürmetkar ve sevgi dolu olurlar. Din yaşandığında herkes birbirine en güzel sözü söylemek ve en güzel tavrı göstermek konusunda birbiriyle yarışır. Elbette ki bu da yine Kuran ahlakı sayesinde mümkün olur:
Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir...(İbrahim Suresi, 24-25)
İşte ayetlerde tarif edilen bu ahlakı yaşamaya özen gösteren insanlar sevginin, saygının en güzel örneklerini yaşarlar. Bu, hiçbir çıkara dayanmayan yalnızca Allah rızası için yaşanan bir sevgidir.
Din ahlakının benimsenmediği bir ortamda ise sevgi ve saygı duyulmasına sebep olan gerekçeler güzellik, zenginlik, makam, mevki gibi kavramlardır.
Yakın arkadaşlarını dış görünümlerine göre seçen bir kişinin arkadaşlık bağları da çevresindekilerin sahip olduğu bu özelliklerle doğru orantılı olacaktır. Evleneceği kişiyi malına, mesleğine göre seçen bir kişinin sevgisi de hep bu ölçülere bağlı olarak azalıp, artacaktır. Örneğin evlenmeyi düşündüğü kişi ya da eşi güzel ve prestijli bir insanken aniden ölümcül bir hastalığa yakalansa ya da felç olsa belki bir müddet sonra, onun hastalığından kaynaklanan eksikliklerini, acizliklerini görüp, soğuyacaktır.
Saygı da aynı sevgi gibi çok önemlidir, insanlara verilen değeri gösterir. Ama din yaşanmadığı zaman kişinin saygı duyması için de belirli şartlar oluşması gerekir; para, mevki, rütbe, güç gibi. Bu şartlar oluşmadığı zaman saygı duymak için bir sebep göremezler. Ya da bu şekilde önem verdikleri bir insan bu özelliklerden birini yitirdiği anda artık saygı duyulan bir insan değildir. Sonuç olarak dini yaşamayan insanlar, içinde yaşadıkları toplumun yapısı ve gösterdikleri bu kötü ahlak özellikleri sebebiyle hep yalnızlığa mahkumdurlar.
DİN DÜNYA HIRSINI VE TAMAHI ENGELLER
Dinin yaşanmadığı ortamlarda kişiler sürekli malın ve paranın daha fazlasına tamah eder, yaşamları boyunca bunların hırsını yaparlar. Böyle bir toplumdaki insanlar arasında rekabet duygusu da çok güçlü olur. En zengin, en başarılı, en güzel, en popüler, en sevilen hep kendileri olmalıdır. Gerçekten de başkalarının iyiliği, güzelliği veya sahip oldukları şeyler, içlerini dünya hırsı kaplamış kimseleri çok rahatsız eder. Dahası haset eder, onların sahip olduklarını amaç edinirler. Hatta öyle ki kendilerinin isteyip de ulaşamadıkları bir şeye diğer insanlar sahipse, onların bu sahip olduklarını yitirmeleri çok hoşlarına gider.
Haris ve tamahkar insanların bu bakış açılarının temelinde aslında yaşam felsefeleri yatar. Çünkü bu kişiler diğer insanlara, Allah'ın yaratıp, ruh verdiği değerli insanlar olarak değil, maymundan evrimleşen ve bir müddet sonra toprak olup, bir daha asla dirilmeyecek sıradan mahluklar olarak bakarlar. Kendileri de "bu dünyaya bir kere geleceklerine göre" herşeyin en fazlasına sahip olmaktan başka bir amaçları olmamalıdır. Bu sapkın mantıklarına göre, daha azıyla yetinmenin, başkalarının istek, çıkar ve ihtiyaçlarını gözetmenin ise onlara göre hiçbir mantığı yoktur. Kuşkusuz sözkonusu insanların içlerinde taşıdıkları bu düşünceler son derece hatalıdır ve sahiplerini sıkıntılı bir ruh haline sürükler.
Böyle bir hayat ilk bakışta dinden habersiz bir kişi için çok cazip görünse de aslında çok stresli, madden ve manen çok yıpratıcı bir hayattır. İnsanın istek ve arzularının, meşru da olsalar bir sınırı yoktur. Çünkü insan sonsuz ahiret hayatına göre yaratılmıştır. Bu dünya ise, bu istek ve arzuları tatmin edebilmekten çok uzak, her türlü eksiklik ve kusurla dolu geçici bir imtihan yeridir. İşte dinden habersiz oldukları için bu gerçeği bilmeyen kimseler her türlü arzularını bu dünyada gerçekleştirmeye çalışır, sürekli bir tatminsizlik, memnuniyetsizlik ve eksiklik hissi taşırlar. Sahip olduklarından hiçbir zevk alamaz, yalnızca sahip olamadıklarının ızdırabını çeker bir hale gelirler. Bu manevi azap aslında sonsuz azaplarının bu dünyadaki bir başlangıcıdır.
Din ise insanların kendileri için istedikleri herşeyi mümin kardeşleri için de istemelerini ve onların sahip oldukları özelliklerden dolayı mutluluk duymalarını öğütler. İnananlar birbirlerinin kardeşi ve velisidirler. Bu nedenle birbirlerinin sahip oldukları her iyilik ve güzellik onları fazlasıyla mutlu eder. Herkes sahip olduğu özellikleri Allah'ın rızası için kullandığından aralarında büyük bir paylaşım ve yardımlaşma vardır. Kişiler birbirlerine herşeyden önce Allah'ın yarattığı, ruh verdiği değerli insanlar gözüyle bakarlar. Bu da birbirlerine kıymet vermelerine, cömert ve fedakar davranmalarına sebep olur. Böyle bir toplumda insanların çok huzurlu ve mutlu bir yaşantıları olur.
DİNSİZLİĞİN İNSAN VÜCUDU ÜZERİNDEKİ OLUMSUZ ETKİLERİ
Dinsizliğin toplum düzeninde pek çok olumsuz etkileri olduğu gibi insanların ruhsal ve fiziksel yapıları üzerinde de çok derin tahribatları vardır.
Dini yaşamayan insanların Allah'a güvenip dayanmamaları hayatlarının sürekli üzüntü, sıkıntı ve stresle geçmesine sebep olur. Bu yüzden psikolojik kökenli pek çok hastalığa yakalanırlar, vücutları çok hızlı yıpranır, kısa sürede yaşlanıp çökerler. Yaşadıkları ruhsal sıkıntının etkisi bedenlerinin her noktasında kendisini gösterir.
En sağlıklı, gösterişli, genç ve güzel bir insan bile bu etkiler sebebiyle kısa bir müddet sonra tanınmayacak hale gelebilir. Genç yaşlarda, yaşıtları olan müminlerde görülmeyen fiziksel bozukluklar onlarda belirmeye başlar; gözleri mat ve cansız olur, saçları çok dökülür, mat ve seyrek olur, erkeklerde kellik daha sık görülür. Psikolojik durumlarının bir sonucu olarak derileri kalınlaşır ve sertleşir, esnekliğini kısa sürede kaybeder. Bunlar dinin yaşanmadığı ve yol gösterici olarak benimsenmediği toplumlarda çoğu kişide görülen özelliklerdir, herkeste o kadar yaygındırlar ki artık doğal karşılanır olmuştur. Dolayısıyla dinsiz bir ortamı tercih etmelerinin karşılığını daha dünyada iken alırlar ama elbette bunun bir de ahiretteki karşılığı vardır.
Müminler ise psikolojik yönden sağlıklı oldukları, hiçbir zaman strese, üzüntüye, ümitsizliğe kapılmadıkları için bedenen de sağlıklı ve dinç kalırlar. Tabii ki bu durum, dini tam anlamıyla kavrayan ve vicdanını tam kullanarak, Kuran'ı hakkıyla yaşayan kimseler için geçerlidir. Elbette ki onlar da hastalıklara yakalanır ve doğal olarak yaşlanırlar, ancak diğerleri gibi psikolojik kaynaklı bir çöküntü şeklinde değildir bu. Dini yaşamayan bir toplum ise, manevi açıdan dinin sunduğu rahatı ve huzuru bir türlü elde edememeye, hem psikolojik hem de fiziksel olarak bir takım zorluklarla karşılaşmaya mahkumdur. Bu toplumlarda sıklıkla rastlanan depresyon ve stres gibi hastalıklar ise kişiye yalnızca psikolojik olarak zarar vermekle kalmayıp, bedeninde de fiziksel olarak çeşitli etkilerle kendisini göstermektedir.
Bunun tam tersine dinin hakim olduğu bir hayat ise beraberinde tevekkülü ve kader inancını getirdiği için kişi rahat olur, herşeyinde yalnızca Allah'ı vekil tutar, olaylar karşısında yapması gereken en hayırlı şeyi, Allah'ın en çok beğendiği ve razı olduğu davranışı sergiler.
Bunun sonucu artık ne olursa olsun elinden gelenin en güzelini yapmış olmanın vicdani rahatlığı içindedir. En olumsuz sonuçla bile karşılaşsa bunun Allah'tan gelen bir deneme olduğunu ve Kuran'ın kendisine gösterdiği gibi tepki vermesi, değerlendirmesi gerektiğini bilir. Hiçbir ümitsizliğe, üzüntüye ve strese kapılmaz. Çünkü gerçek hedefi ahirettir ve önemli olan da sonsuz ahiret mükafatını kazanmak için gerektiği gibi hareket etmiş olmasıdır. Allah'a olan güçlü inancından dolayı, hiçbir olaydan hiçbir olumsuzluktan etkilenip güçsüzleşmez, daima rahat ve huzurludur. Dolayısıyla bu ruhsal ve psikolojik sağlığı, bedensel sağlığına da olumlu bir etki olarak yansır.
İşte dini yaşamak ile yaşamamak arasındaki derin farklardan biri budur. İnanmayanlar dünyayı yaşayabilmek, çok sevdikleri, değer verdikleri bedenlerini bu kısa dünya yaşamında çok iyi koruyarak, onu dünya tutkuları için kullanmak isterler. Bu şekilde karda olacaklarını düşünürler. Ama yanılırlar. Dini yaşamamakla, değil karlı çıkmak çok büyük zarara uğrarlar. Ahiretteki büyük azabın öncesinde dünyada da bu şekilde azap görürler. Onların dini yaşamaktan şiddetle sakındırdıkları bedenleri, hiç beklemedikleri, ummadıkları bir zamanda bu şekilde tahribatlara uğrar ve çoğunlukla bunların telafisi de mümkün olmaz.
DİN YAŞANDIĞINDA TOPLUMSAL PROBLEMLER SONA ERER
Dinin yaşanmadığı toplumların en belirgin özelliği, topluma ahlaki dejenerasyonun hakim olması ve bunun her geçen gün sınır tanımaz bir şekilde artmasıdır. Bu toplumlarda Kuran hükümleri, Allah rızası veya Allah korkusu gibi değerler yaşanmadığından, bu dejenerasyonu engelleyecek hiçbir sınırlama yoktur. Her ne kadar toplumlarda gelenek göreneklerin, insanlar veya yöneticiler tarafından geliştirilen toplumsal kurallarının çeşitli önleyici etkileri olsa da, bu kuralların insanlar tarafından üretilmiş olması ve temellerinde Allah korkusunun olmaması insanların vicdansız, merhametsiz ve insaniyetsiz davranmalarını engelleyememektedir.
Örnek olarak Allah'a inanmayan ve O'ndan korkup sakınmayan bir işyeri sahibini düşünelim. Böyle bir insanın işyerinde çalıştırdığı kişilere karşı kötü muamele yapması, sinirlenip hakaret etmesi, onları en az parayla en fazla sürede ve en fazla emekle çalıştırması kendi vicdanına göre oldukça makul bir davranış olacaktır. Birlikte iş yaptığı kişileri ya da şirketleri eline imkan geçtiğinde dolandırmaması, kendi şirketini büyütüp güçlendirmek, daha fazla para kazanmak için kanunsuz işlere başvurmaması için kendisini bağlayıcı bir sebep ise olmayacaktır.
Başta da değindiğimiz gibi ilahi kanunlar ölçü alınmadığında ahlaki ölçüler herkese göre değişecektir. Tek bir değer yargısı olmadığı için de toplumda sık sık ahlaki ölçülerde tartışmalar, çatışmalar yaşanır.
Ancak burada önemli olan nokta ahlaki dejenerasyonda sürekli hızı artan bir ilerleme olmasıdır. Toplumlar eksik olan Allah inançları nedeniyle her yıl daha da yıpranmakta, bir yıl önce topluma çok uç gelen bir hareket ya da kavram, bir yıl sonra toplumun tüm fertleri tarafından makul karşılanmaya başlanmaktadır. Fakat bu elbette o toplumdan çok şey götürmekte, dinsizliğin getirdiği kötü ahlak her geçen gün daha da şiddetlenmektedir.
İlginç olan ise ahlaksızlığın "modern toplumun, 21.yüzyılın insanı özgür, rahat ve sınırsız olmalıdır" şeklinde bir anlayış ile dinsiz ideologlar tarafından toplumlara yerleştirilmesidir. Ahlaksızlığın yaşı her gün daha da küçülürken, yapılan ahlaksızlık çeşitleri de çoğalmaktadır. Uzak Doğu ülkelerinde de çocuklar küçük yaşlardan itibaren kendilerini fuhuş pazarının ortasında bulmakta, her tür sapık ilişkiye alet olmaktadırlar. 80'li yıllarda cinsel sapıklıklar kimsenin ağzına dahi alamadığı utanılacak kavramlarken, günümüzde bu tür ilişkiler normal karşılanabilmekte, bu ahlaksızlıkları yapanlara sempatiyle bakılabilmekte, bunlara karşı çıkanlar ise modern olmamakla (gerici olmakla) suçlanmaktadır. Dinsiz toplumlardaki insanların bu çabaları ayette şu şekilde tarif edilir:
Çirkin utanmazlıkların (fuhşun) iman edenler içinde yaygınlaşmasından hoşlananlara, dünyada ve ahirette acıklı bir azab vardır. Allah bilir, siz ise bilmiyorsunuz. (Nur Suresi, 19)
Buna karşın din ahlakı yaşandığında ahlaki dejenerasyon olması mümkün değildir. Herşeyden önce kişiler Allah'tan çok korktukları için zaten ahlaksızlığa yanaşmazlar.Kuşkusuz böyle bir toplumun ahlaki yönden dini yaşamayan toplumlara göre ne derece üstün ve seçkin olduğu açıktır.
İÇKİ, KUMAR, UYUŞTURUCU GİBİ SORUNLAR DİN İLE ORTADAN KALKAR
Din yaşanmadığında oluşan karanlık tabloda en dikkat çeken yönlerden biri de insanların, içki ve kumar üzerine kurulu yaşam tarzlarıdır. Dini yaşamadıkları için tevekkülün, sabrın, umut etmenin ne olduğunu bilmeyen bu insanların herhangi bir zorlukla karşılaştıklarında yaptıkları ilk iş içkiye ve kumara başvurmaktır.Herhangi bir işleri ters gittiğinde, canları sıkıldığında, kızdıklarında, üzüldüklerinde, hatta neşelendiklerinde dahi hemen içkiye sarılıp kendilerince "efkar dağıtırlar". Oysa yaptıkları, başta kendileri olmak üzere tüm çevrelerine zarar vermekten başka bir şey değildir.
İnsanların içkiyle şuurlarını kapatmaları, bunun sonucunda çevrelerine verdikleri her türlü zarar, hayat boyu kazandıkları herşeylerini kumara yatırıp kaybetmeleri, kavgalar, cinayetler, intiharlar dinsizliğin ne kadar büyük bir zulüm getirdiğinin en açık delilleridir. Bu gerçek, ayetin ifadesinden de anlaşılmaktadır:
Ey iman edenler içki, kumar dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bunlardan kaçının, umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz, değil mi? (Maide Suresi, 90-91)
Din kumarı yasakladığı için müminler buna hiçbir zaman yanaşmazlar. Bu konudaki garantileri kalplerindeki Allah korkusudur. Her ne olursa olsun, ne kadar zor durumda da kalsalar, ne kadar cazip tekliflerle de karşılaşsalar, ne kadar baskı da görseler, ne kadar teşvik de edilseler bu konuda taviz vermeleri söz konusu olmaz.
Bununla birlikte hemen her gün, dinlenilen haberlerde veya okunan gazetelerde uyuşturucu ile ilgili bir haber olması günümüzde artık olağan karşılanan olaylardan biridir. Oysa biraz düşünüldüğünde yeryüzündeki canlılar arasında en şuurlu varlık olan insanın birkaç miligramlık bir maddeye onsuz yaşayamayacak, o olmadığında bilincini yitirerek, kriz geçirecek derecede bağımlı olması çok anormal bir durumdur.
"Bir kere denemekten hiçbir şey olmaz" mantığıyla başlayıp kısa zamanda uyuşturucu müptelası haline gelen insanların tamamı bilinç altında veya üstünde bir isyan ruhu taşımaktadırlar. Çünkü genelde uyuşturucuya başlamanın kendilerince makul sebepleri vardır. Şahsi iradesizliklerini ve zayıflıklarını görmezlikten gelip tüm suçu çevreye verirler. Aile ortamında yaşanan huzursuzluklar, okuldaki veya işteki başarısızlıklar, çevreyle uyumsuzluklar, maddi olanaksızlıklar, olayların istedikleri gibi gelişmemesi veya herhangi bir sebepten dolayı canlarının sıkılması bu kişilerin isyana yönelmeleri için yeterli olmaktadır.
Hayatta kendilerini herşeye karşı çok güçsüz hissederler, gerçekten de Allah'ı dost olarak tanımadıkları için hiçbir dayanakları yoktur. Tek çözümün herşeyi unutmak, şuuru tamamen kapatıp kendinden geçmek olduğunu düşündükleri için her geçen gün uyuşturucunun dozunu biraz daha artırır, kendi elleriyle ölüme hızla yaklaşırlar.
Oysa Allah insanlara akıl, irade, vicdan vermiş ve Kendi rızasına uygun olarak hareket edildiğinde hem dünyada hem ahirette güzellikler vaat etmiştir. Ancak bunun tersini yaşamayı tercih edenlere de dünyada da ahirette sıkıntı isabet etmektedir.
SONUÇ: HERŞEYİN ÇÖZÜMÜ KURAN'DADIR
Harun Yahya'nın aynı adlı eserinden faydalanılarak hazırlanan "Dinsizliğin Kabusu" adlı bu bölümde dinden uzak yaşayan insanların düşünce ve davranış biçimleri ve bu insanların oluşturduğu toplumsal yapının temel özelliklerini çeşitli açılardan ele aldık. Bu insanların katlandıkları çözümsüz sorunlarla ve sıkıntılarla dolu yaşam biçiminin hem bedenlerine hem de ruhlarına verdiği zararları inceledik. Onların bu durumlarına karşın samimi müminlerin huzur ve güven içindeki yaşamlarından da örnekler verdik. İşte dindar insanların bu huzur ve güvenleri, Kuran'ın herşeye çözüm olmasından kaynaklanmaktadır.
Adaletsizlik, ihtilaf, eşitsizlik, çekişme, kavga, haksızlık, israf, kuruntu, zulüm, şiddet, ekonomik ilişkiler, karı koca ilişkileri, ticari ilişkiler, insanlar arası sosyal ilişkiler, akrabalar arası ilişkiler ve daha pek çok konu hakkında Kuran ahlakının yaşanması, insanların yaşamlarını kolay, rahat ve mutlu kılacak en temel, en adaletli ve en mükemmel çözümleri getirir.
Bunların dışında Kuran her konuda ve her şartta gösterilmesi gereken ideal tavır ve ahlak yapısını da insanlara açıklar. Kuran'da tarif edilen bu üstün ahlak modelini yaşayan insanlardan oluşan bir toplum da elbette asırlardır özlenen ideal yapısına kavuşacaktır.Kuran'ın her konuda insanlara açıklama getirdiği bir ayette şöyle belirtilmektedir:
... (Bu Kuran) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, herşeyin 'çeşitli biçimlerde açıklaması' ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir. (Yusuf Suresi, 111)
İnsanlar, hak dinin rehberliği olmadan, ne şahsi ne de toplumsal sorunlarına hiçbir zaman köklü ve tatmin edici çözümleri kendi başlarına bulamazlar. Nitekim tarih boyunca dinden uzak yaşayan toplumların şu ana dek çözemeden taşıdıkları sayısız sorun bu gerçeğin açık bir kanıtıdır. İnsanoğlu dinden yüz çevirdiği takdirde bunun karşılığını kendisinin ve içinde yaşadığı toplumun, asla başa çıkamayacağı sıkıntı ve sorunlarıyla ödemek zorunda kalacaktır. Bu, dinsizliğin dünyadaki karşılığıdır. Ahiretteki karşılığı ise çok daha acı ve sürekli olacaktır. İnsanı en iyi bilen, onu yaratan Rabbimiz'dir. Allah insana her devirde hak din sayesinde ihtiyacı olan her türlü bilgiyi ve açıklamayı da göndermiştir. Hak dini uyguladığı takdirde insanın en güzel yaşam biçimini elde edeceğini de bildirmiştir: Erkek olsun, kadın olsun, bir mümin olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)
Buna rağmen insan, küçük hesaplar, dünyevi çıkarlar, nefsani zaaflar nedeniyle hak dinden yüz çevirdiği takdirde en büyük zararı yine kendisi görecektir. Çünkü insanın Kuran'dan yüz çevirmesi demek onun, kendisi için gereken en hayati bilgilerden yoksun kalması anlamına gelir. Oysa ne kendisinin ne de kendi gibi gelmiş geçmiş insanların taşıdıkları birikim bu dünyada karşısına çıkacak şartlarla ve sorunlarla başa çıkmasına yetmeyecektir. Tüm hayatı, sıkıntı, endişe, stres, kuruntu, terslik ve çözümsüzlüklerle geçecektir. O da bir süre sonra bu durumu kabullenecek, dini yaşamamasının cezası olan azaplarla dolu yaşantısını hayatın gerçeği sanarak büyük bir aldanış içinde ömrünü tüketecektir.
Çözüm ise açıktır; herşeyin Yaratıcısı olan Allah'a yönelmek, O'nun bizler için seçip beğendiği dinini yaşayarak gerçek mutluluğa ulaşmak. Allah dünyadaki kurtuluş yolunun dine yönelmek olduğunu haber vermiş ve samimi kullarına dini yaşadıkları takdirde dünyada korkuyla karşılaşmayacakları yönünde büyük bir müjde vermiştir.