ALTUĞ BERKER: İyi akşamlar sayın seyircilerimiz. Bu akşam Harunyahya.tv’den ve uyduda Kocaeli TV’den ve Mavi Karadeniz Radyo’dan sizlerle birlikteyiz. Çok değerli bir konuğumuz var. Yazar ve mütefekkir Mustafa Özcan Ağabeyimiz. Hoş geldiniz.
MUSTAFA ÖZCAN: Hoş bulduk, sefalar bulduk. Hayırlı yayınlar diliyorum.
ALTUĞ BERKER: İnşaAllah cümlemize. Ve Milli Değerleri Koruma Vakfı Başkanı Sayın Tarkan Yavaş, siz de hoş geldiniz.
TARKAN YAVAŞ: Teşekkür ederim, sağ olun, siz de hoş geldiniz.
ALTUĞ BERKER: İnşaAllah. Nasılsınız Mustafa Ağabey?
MUSTAFA ÖZCAN: Hamdolsun, Allah’a çok şükür, sağ olun, var olun.
ALTUĞ BERKER: İnşaAllah hep beraber.
Evet, yazılarınızı her zaman iyi takip ediyoruz. Sizin özellikle İslam Dünyası ile ilgili olan geniş bilgi, dil ve çevreniz vesilesi ile birçok gerçeği sizden girift noktaları ile öğrenme imkanını buluyoruz. Allah razı olsun, Allah hizmetlerinizi daim etsin inşaAllah daha geniş bir şekilde. Bizler de, biliyorsunuz Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin de çok uzun zaman evvelden, üzerinde ısrarla durduğu, Müslümanlar’ın birlik olması, kardeşliğinin pekişmesi, ondan sonra bir ittihat-ı İslam konusunda oldukça hassassız ve o konuda kültürel faaliyetlere oldukça yoğun bir şekilde devam ediyoruz. Konferanslar, kitaplar, dergiler, konuşmalar, röportajlarda bunu belirtmek vesilesi ile. Sizler de bu konu üzerinde çok önemle duruyorsunuz. Hakikaten günümüzde çünkü Müslümanlar’ın, kardeş olan Müslümanların birliği, Allah’ın bir emri ve hakikaten bize bereketi, muhabbeti, Allah’ın izni ile kuvveti, gücü, her şeyi artıracak olan, en önemli birinci şeylerden biri iman ile birlikte. Ona biz Türk-İslam Birliği dergisi çıkartıyoruz biliyorsunuz. Konferanslar veriyoruz aynı mahiyette. Üstad Hazretleri de bunu öngörüyordu zamanından beri. Siz şu anda İslam Dünyası’nın şu andaki durumu ve hakikaten şu anda gelişmelerle bir uhuvvetin, kardeşliğin, o ruhun bir canlandığını fark ediyoruz. Siz nasıl görüyorsunuz şu anda?
MUSTAFA ÖZCAN: Estağfurullah. Yani gayet yerinde bir soru. Ondan önce tabii hüsn-ü teveccühünüzden dolayı teşekkürlerimi arz ediyorum öncelikli olarak. İkinci olarak, bazıları İslam dünyası üzerine vurguyu, aslında dünyada bir bütünleşme var, sanki onu örter veya ona zıt bir girişim, bir teşebbüs gibi algılıyor. Yani kurulu bir düzen var dünyada. İslam dünyası dediğimiz zaman, onun etrafında kenetlenmek aslında bugünkü dünya vaziyetinden bizi koparır, şeklinde bir algı var. Bu algı doğru değil, çünkü İslam Birliği aslında takâmülün basamaklarından bir tanesi. O noktada Hasan-ül Benna’nın güzel bir ifadesi var. Diyor ki, biz Arap Birliği’ne karşı değiliz, şu manada İslam Birliği’nin bir basamağını teşkil ediyorsa, sizin Türk Birliği için söylediğiniz şey. O da diyor, bizim için yeterli değil, çünkü Müslümanlar netice itibari ile son vahyin temsilcileri ve bu manada diğer milletlere şahit olduklarından dolayı Üstadiyet mertebesindedirler, makamındadırlar. Dolayısı ile biz ittihat-ı İslam’ı kuracağız, onun ötesinde milletlere rehberlik yapacağız, Üstadiyet Makamı. İslamiyet bunu bize veriyor. Daha önce Hıristiyanlık, İslam’dan önce aynı şeyleri uhde ediyordu, ondan önceki dinler de kendi dönemlerinde, kendi gerçeklikleri muvacehesinde onu temsil ediyorlardı. Dolayısı ile Ahir zaman diliminde, Müslümanlar Üstadiyet mertebesini deruhte edecekler, Hıristiyanlar da bize müzahir olacaklar. Biz kitaplarımızdan, İslam gerçeğinden bunu anlıyoruz. Dolayısı ile burada bir tezat yok, yani İslam Birliği ihmal edilen bir gerçek. Yani şöyle diyelim, bir masa ancak dört ayak üzerinde durur. Ayaklardan bir tanesi kırık ise, o zaman o masa nedir? Her an yıkılabilir. Dünyayı da bir masaya benzetecek olursak, burada ayaklardan bir tanesi veya iki tanesi yok. Biz bu ayakları ikame etmekle memuruz veya mükellefiz. Onu yapmamız lazım. Önce dünyanın sarkık ayağını tamir etmemiz lazım. Ondan sonra da zaten Cenab-ı Hak bize Üstadiyet mertebesi vermiş. Bu gerçek, neden tarihi zaviyeden baktığımız zaman mesela Fuat Sezgi gibi adamlar ki, dünya çapında, o kendi alanlarında uzmanlar, özellikle İslami İlimler noktasında uzman, şunu söylüyor: “Müslümanlar eğer duraksamasalardı, gerilemeselerdi atom çekirdeği 200 yıl önce parçalanırdı. Müslümanlar bunu bulurdu” diyor. Yani aynı süreç devam etmiş olsaydı, inkıtaya uğramasaydı, dünya demekki bugünkü geldiği noktaya 200 yıl önce Müslümanlar sayesinde gelecekti. Orada şunu söylüyor, diyor ki; “Müslümanlar dünyaya 800 yıl boyunca ilimde rehberlik yaptılar, öncülük yaptılar”. Gerçekten de öyle. Yani kilise tarihçileri de aynı şeyi söylüyorlar. Diyorlar ki; “bugün İslam tarihi 14 yüzyıllık bir tarih. 10 yüzyılı bunun zaferlerle dolu bir tarih dilimi. Yani öncü olmuş Müslümanlar, hemen önde gitmiş. Ama son 200 yıl, ondan önce Haçlı ve Moğollar devrini çıkartacak olursak ki 400 yıla tekabül ediyor, iki ayrı devre olarak, Müslümanlar bu konjönktürde sadece insiyatifi kaybetmişler, ama diğer dönemlerde hep önde gitmişler”. Neden? Çünkü kendilerine de rehberlik eden bir vahiy var. İslam’ın ölmez değerleri var. Bu değerlerle mücehhez oldukları müddetçe insanlığın önünde gitmişler. Hasan-ül Benna işte buna “Üstadiyet mertebesi” diyor, milletlerin üstadı olmak. Gerçekten de Müslümanlar o noktada. Ama buna, yani bu ayağın, aksayan ayağın tamir edilmesi noktasında, mesela Brezinski, meşhur biliyorsunuz Amerikalı siyasetçi, bu Demokrat Parti’nin eski Ulusal Güvenlik danışmanı Carter döneminde. “Out of Control” kitabında var, Türkçe’ye de çevrildi, bu kitapta şunu söylüyor. Diyor ki; “dünyada işte tek siyasi yeknesaklığı, siyasi sistemi kurulu olmayan dünya İslam dünyası” diyor. İşte Avrupa Birliği kendi çerçevesinde bir birlik oluşturmaya çalışıyor. Amerika, Rusya Ortodoks merkezli bir manzume, vesaire. Yani dünyadaki blokları anlatırken, tek eksik bloğun siyasi olarak, siyasi ve içtimai diyelim buna, İslam dünyası olduğunu söylüyor. Dolayısı ile onun da tespiti ile böyle bir aksaklık var. Bu aksaklığı mutlaka telafi etmek, tamir etmek lazım. Bu, dünyanın zararına değil, neden? Çünkü İslamiyet’in değerleri, en türü taze olan değerler. Yani Cenab-ı Hakk’tan en yeni gelmiş ve Cenab-ı Hakk’ın himayesine mazhar, korumasına mazhar olan vahiy. Dolayısı ile Müslümanlar kendi kusurlarından dolayı burada öncülüğü, insiyatifi kaybetmişler. Yeniden insiyatifi alacak olurlarsa bu sadece kendileri için iyi değil, aynı zamanda dünya için de iyi, dünya için de iyi. Dünyanın aksayan taraflarını da bu şekilde tamir edeceklerdir. Dolayısı ile biz “İslam dünyası bütünleşmeli” derken, biz onun ötesine bakıyoruz, bütün insanlığı kucaklayan, insanlığa rehber olacak; fikren, ahlaken ve her açıdan bir rehberliği tabii düşünüyoruz veya göz önüne alıyoruz diyebiliriz.
ALTUĞ BERKER: Türk Milleti olarak, İslam Dünyası’nın birlikteliğine bir öncülük yapmak, Türk Milleti’nin hem istidadında olan, hem geçmişinde icra ettiği ve bütün İslam Dünyası’nın da zaten beklentisinin Türkiye’den olması hasebiyle, değil mi? Eskiden manevi liderliğin Türkiye’de olması, yeniden manevi liderliğin Türkiye’den beklenmesi, biliyorsunuz Mehdi (a.s.)’nin Türkler’den çıkacak olması hasebiyle, sizin demin değinirken onu hatırladım. Üstadlık ve daha sonra Hıristiyanların tabi olması.
MUSTAFA ÖZCAN: İltihakıyla tabii.
ALTUĞ BERKER: Ben onu Üstad’ın izahlarından şöyle hatırlıyorum. Yanılıyorsam beni düzeltin. Şöyle diyor; Ahir zamanda Mehdi (a.s.)’nin vazifelerinden bahsediyor Bediüzzaman Hazretleri. “Birinci vazifesi maddiyun ve tabiiyyun fikrini tam susturacak tarzda imanı kurtarmaktır” diyor. Bu iman vazifesi, bu çok önemli, uzun zaman alıyor ve onun samimiyetini ortaya koyan en önemli vazife olmuş oluyor ve hakikaten Ahiret’e yönelik değil mi? “İkinci vazifesi, Hilafet-i Muhammediye’yi İttihat-ı İslam’a bina ederek Şeair-i İslamiye’yi ihya etmektir” diyor. Yani Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in halifesi olarak, yeryüzünün de manevi lideri olarak, İslam Birliği’ni kurduğunda ona dayanarak, ona bina ederek İslam’ın güzel ahlakını icra etmek, tatbik etmek, hayata geçirtmektir diyor. O zaman İslam Birliği Mehdiliğin, Mehdi (a.s.)’nin ikinci vazifesi olarak cereyan etmesi gerekiyor ve şu anda İslam Birliği kurulmuş değil henüz ve Üstad da bunu öngörüyor. Ama önümüzde inşaAllah bu Mehdiyet’in ikinci vazifesi olarak hakikaten şu anda bir ona doğru gidiş de var. Müslümanların birbirine olan yakınlığı değil mi? Mesela vizelerin kalkması, daha bir yakınlaşma...
MUSTAFA ÖZCAN: Evet, evet. Bir mukaddimat olarak evet.
ALTUĞ BERKER: Bir gidişat olarak evet bu inşaAllah.
MUSTAFA ÖZCAN: Ve o söz bir mukaddime olarak değerlendirilebilir tabii, doğru. Şöyle, hakikaten öyle. Türkiye’nin konumuna biraz atıfta bulundunuz. Tarih itibariyle Osmanlılar ilk önce, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in rüyalarında da var, önce Araplar, daha sonra da Acemler diyor. Acemlerin meanında, beyninde tabii ki Türkler, Türkler’in, Türkler’in tarihini, İslam’a hizmet tarihlerini, Osmanlı ile sınırlandırmak mümkün değil. Abbasiler döneminde başlıyor. Abbasilerin birinci döneminde Farisiler ve biliyorsunuz o dönemde Bermekiler diye meşhur vezirler vesaire vardı. İşte kimler vardı? Nizamü’l-mülk, vesaire vardı. Fakat daha sonra özellikle Türkler’in cihangirlikleri, askerlik noktasındaki imtiyazlı durumları veya meziyetleri diyelim, o çerçevede Abbasiler’in Türkler’e teveccühünü getirmiş. Türkler’e Abbasiler’in, Araplar’ın teveccüh etmesinin temel birkaç nedeni var. Birincisi entrikayı bilmeyişleri, İranlılar gibi. İran eski medeniyet mensupları, Abbasiler, Abbasilere yönelik olarak entrika yapıyorlar o dönemde. Dolayısı ile Türkler’e bir güven hasıl oluyor, neden? Türkler diyorlar, entrika bilmez, yani öyle içten pazarlıklı falan hesaplı değil. İkincisi askeri yönden üstünlükleri. Ondan dolayı Samarra, “Surre Men Rea”deniliyor o dönemde, askeri garnizon şehri kuruluyor. Mu’tasım’ın annesi Türk. O dönemden itibaren, 3. yüzyıldan itibaren zaten Türklerin fevc fevc, toplu halde İslamiyet’e girdiklerini ve bu İslamiyet’e girmeleri ile birlikte de, İslamiyet’in şevketi, gücü haline geldiklerini görüyoruz. Zamanla siyasi ayağı da onun tekamül ederek hilafet ve saltanat Türkler’e geçiyor. Önce askeri cihette, sonrada saltanat cihetiyle. Baktığımız zaman bu 1000 yıllık bir tarih. Yani Bediüzzaman da buna vurguda bulunuyor, yani “Türkler’e silah çekilmez” diyor. “Çünkü netice itibariyle bunlar 1000 yıldan beri İslamiyet’e hizmet ediyor, İslamiyet’in bahadırları”. Dolayısı ile en azından bugün, evet onların torunları bazı hatalar yapabilir. “Lakin ecdadlarına hürmeten kesinlikle onlara el kaldırılmaz” diyor ki, “onlar diyor sürçtükten sonra yeniden ayağa kalkacaklar, sahuh halini tabiri caiz ise yaşayacaklar”. Dolayısı ile istikbale de bakarak aynı zamanda, sadece geçmişe bakarak değil, “Türkler’e el kaldırılmaz” diyor. Coğrafya olarak da baktığımız zaman, Anadolu’ya baktığımız zaman, Anadolu; Asya, Avrupa ve Afrika arasında bir kesişme merkezi olduğunu görüyoruz. Ve özellikle İslamiyet’in Afrika ile Asya’da yayıldığını hep birlikte görüyoruz. Bu Afrika tarafında Araplar var, Asya tarafında da Türkler var. İkisinin nüfus kesafeti de birbirine yakın aslında baktığımız zaman. İkisi de aslında İslamiyet’in omurgasını, bel kemiğini temsil ediyor. Ve bunun merkezinde de Türkiye var ve Türkler var, Türkiye var. Yani biz Araplar ile 1000 yıllık ortaklığımız var. Yani hem siyasi ortaklığımız hem din kardeşliği itibari ile ortaklığımız var. Öbür tarafta tabii Türk dünyası ile kan beraberliğimiz yine din beraberliğimiz var. Bütün bunlara, bütün bu unsurları bir araya getirdiğimizde, Türkiye’nin eşsiz bir rolü ortaya çıkıyor. Dolayısı ile İslam dünyasının merkezinde yer alıyor. Siyasi olarak da öyle. Zaten İstanbul aşağı-yukarı 400 yıldan beri, Fatih Sultan Mehmet’ten beri İslam dünyasını, özelikle Yavuz’dan beri, çünkü Arap dünyasına açılmışız o dönemden itibaren, İslam dünyasına merkeziyet yapıyor ve bu merkeziyet 100 yıldan beri atıl. Dolayısı ile bu şunu gösteriyor, burası doldurulamamışsa ve doldurmaya en yakın adaylardan bir tanesinin Türkiye olduğu ortaya çıkıyorsa, demek ki yine umudun bağlanacağı nokta burası. Yani 100 yıl sonra da dönüp dolaşıp dediğimiz gibi, dönüp dolaşıp aynı noktaya, tarihin tekerrür ettiği noktaya geliyoruz. Burada birçok Arap müellif de, yazar da aynı noktaya temas ediyorlar. Hatta Rıdvan Seyyid, Lübnan’lı, o ilginç bir tespitte, tabirde bulunuyor. Diyor ki, Mercidabık rejimi, yeni bir Mercidabık rejimi, yani Osmanlılar ile Araplar’ın veya Türkler ile Araplar’ın yeniden imtizaç ettiği, bütünleştiği yeni bir Mercidabık rejiminden bahsediyor ki, bu 1516-17 yılında kurulmuştu ve 1916-17 yılında bu sukut etti. Yeniden 100 yıl sonra ayağa kalkabilir diyor. Ama bugün geldiği noktada şartların oluşmakta olduğunu, Araplar’ın, Türkler’in her şeyine hasret olduğunu görüyoruz. Bizde de işte belki yabancıların biraz da işte kışkırtmaları sonucunda, taraflar birbirlerine yabancılaşmışlardı. Bu yabancılaşma aslında ahir zamanın nedenlerinden. Yani ahir zamanda Müslümanlar’a “gureba” deniliyor, neden? Çünkü bütün insanlık veya insanlar İslamiyet’e yabancılaşmış. Onların yabancılaşmasından dolayı Müslümanlar, işte iyot gibi tabiri caiz ise ortada kalmış, sahipsiz kalmış ve yabancılaşmışlar. Ondan dolayı “garip” deniliyor. Yani insanlar başını almış, bir tarafa gitmiş. Onun için tarih tabii dediğimiz gibi tekerrür ediyor. İnşaAllah o şey yeniden o eski dönemler geri gelecek. Ahir zamanın şanından, şeninden birisi de şu; bozulmanın çok çabuk olması gibi, toparlanmanın da çok çabuk olma ihtimali ve imkanıdır. Çünkü eldeki teknolojik imkanlar, diğer imkanlar seferber edildiği zaman, kaybedilen şeylerin aynı hızla telafi edilmesi mümkündür. Dolayısı ile inşaAllah dediğimiz gibi yeniden Türkiye hem coğrafi olarak hem siyasi olarak kaybettiği konumunu yeniden kazanacaktır. Onun emarelerini, ön adımlarını görüyoruz yani.
TARKAN YAVAŞ: Evet, maşaAllah. Hocam maşaAllah, dilinize sağlık. Mustafa Hocam her vesile ile yazılarında da zaten çok güzel belirtiyorsunuz Hocam, maşaAllah Allah razı olsun. Çünkü gerçekten İslam Birliği’ni böyle sizin gibi ağabeylerimiz, aydın insanların sürekli gündeme getirmesi son derece etkili oluyor. Çünkü en çok ihtiyacımız olan bir konu. Ayet-i kerimede de, kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım, Allah, “birlik olun, eğer siz birlik olmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne çıkar” diye buyuruyor. Gerçekten şöyle bir bakıyoruz, işte Irak’ta yaşanan olaylar, Afganistan’da yaşanan olaylar, işte bütün İslam coğrafyasında yaşanan olaylar, Filistin malum, biliyorsunuz çok iyi biliyorsunuz. Şimdi bu tür olayların elbette ki bir nedeni var, bir hikmeti var. Cenab-ı Allah bize birlik olmayı, beraber olmayı emretmiş. Bu olmayınca da büyük bir fitne çıkar şeklinde buyurmuş. Bir bakıyoruz gerçekten çok büyük bir fitne var yeryüzünde. Bu fitnenin sönmesi için de, dediğiniz gibi, biraz önce izah ettiğiniz gibi, birlik ve beraberlik şart. Özellikle Türkler’in de böyle bir birlikteliğin başını çekmesi, buna vesile olması çok önemli. Gerçekten biz bakıyoruz, tabii sizin tecrübeleriniz çok daha engin, Türk-İslam coğrafyasından gelen misafirlerimiz oluyor, bir takım insanlarla görüşüyoruz, herkes bu birlikteliği istiyor ve herkes Türkiye’nin bu konuda öncülük yapmasını istiyor. Biz sorduğumuz zaman, halklara kadar inildiğinde, özellikle Filistin’de insanlar, hani Türkler buna bir, mutlaka buraya gelsinler, mutlaka bu konuda bir girişimde bulunsunlar şeklinde inşaAllah duaları var. Bizim de dualarımız var. İnşaAllah çok yakın bir zamanda, Ahir zamanda Allah’ın izni ile biz İslam Birliği’ni göreceğiz.
MUSTAFA ÖZCAN: İnşaAllah. Ben o konuda sizin sözlerinizin çağrıştırdığı bazı hususlara temas etmek istiyorum. Yani hakikaten mesulüz. Yani ben biraz önce dedim. Hani biz vahyin şahitleriyiz netice itibari ile, özellikle son vahyin Peygamber (aleyhissalatü vesselam)’agelen. Dolayısı ile milletler üzerine şahitlik sorumluluğumuz var. Onun ötesinde Üstadiye sorumluluğumuz var. Ama geri kalmış olarak bunu ifa etmemiz mümkün değil. Dolayısı ile öncelikli olarak kendimizi toparlamamız lazım. İkincisi, bu dünyada olanlar-bitenler bu şekilde bizden sorumlu, yani biz sorumluyuz. Neden? Şimdi hadis-i şeriflerde var. Diyor ki; “eğer bir beldede, açlıktan birisi telef olsa, ölse, o belde bütün mesuldür”. Çünkü herkes herkesi kollamakla nedir? Mükelleftir. Öbür türlü ahlaksızlığa girer. Yani ben yiyeyim, ben yaşayayım insanlar ne olursa olsun demek nedir? Bencilliktir, netice itibariyle Allah’ın da en sevmediği hususlardan bir tanesidir. Bu noktada sorumluluğu hatırlatan şeylerden bir tanesi, Hz. Ömer (r.a.)’in bir ifadesi biliyorsunuz. “Dicle kıyılarında bir koyun kaybolsa, bu benden sorulur” diyor, Hz. Ömer (r.a.)’den sorulur veya Hz. Ömer (r.a.) bundan dolayı hesaba çekilir değil mi? Öyle. Yani şimdi Hz. İsa (a.s.)’nın da bir şeyi var; “ben, Ben-i İsrail’in kayıp koyunlarını bulmaya geldim” diyor. Yani bu sembolik bir ifade ama doğru, niye? Biz de öyleyiz. Yani biz aslında dünyanın kayıp koyunlarından veya insanlarından sorumluyuz. Dolayısı ile bir tarafta adaletsizlik varsa, bunu düzeltmek nedir? Müslümanların öncelikli görevleri arasında, çünkü küresel vaziyeti var, yani İslamiyet evrensel bir din. Dolayısı ile Müslümanların evrensel sorumluluğu var. Bu sorumluluğu, evrensel adaleti ikame ile de alakalı. Dolayısı ile dünyada bir dengesizlik varsa, bir adaletsizlik varsa, bir zulüm varsa, mezalim varsa, nedir? Müslümanlar bunu ikame etmekle, düzeltmekle mükelleftirler. Dolayısı ile Hz. Ömer (r.a.)’in kendisi üzerine aldığı o sorumluluk, bütün Müslümanlara aslında yönelik bir sorumluluk, o da dünyada adaleti temin etme. Herkesi Müslüman yapamayız. Cenab-ı Hakk da bizden istemiyor. Lakin yine hadis-i şerifte de var, diyor ki; “küfür devam eder ama zulüm devam etmez”. Dolayısı ile Müslümanların öncelikli görevi, zulmü bertaraf etmek, dünyada adaleti yaymak. Tabii ki yani insanlara hidayet rehberi olmak, o da bizden istenilen bir şey. Lakin hidayet bizden olmadığı için biz bunda şeyiz, yani sadece Allah’a tefviz ediyoruz. Ve ma aleyke illel belağ, sana ancak tebliğ görevi vardır, bu manada. Yoksa hani zorla biz insanları Müslüman edecek değiliz. Ama adaleti elbirliği ile korumakla yükümlüyüz.
ALTUĞ BERKER: Evet, inşaAllah. Şimdi Mehdi (a.s.)’nin Türkler’den çıkacak olması, hadis-i şerifte bulunan bir şey. Dediğiniz gibi İstanbul merkez, Bediüzzaman Hazretleri de bahsediyor; Merkez-i Hilafet’ten çıkacağını söylüyor Mehdi (a.s.)’nin. Yani son Hilafet merkezi İstanbul, aslında İstanbul’u kastediyor ve şu ifadesini de biliyorsunuz; “istikbal-i dünyeviyede, 1400 sene sonra gelecek bir hakikati kendilerine karib zannetmişlerdir” diyor. Yani Mehdi (a.s.)’nin 1400 yılında çıkacağını da yine hadis-i şeriflere dayanarak Üstad Hazretleri söylüyor. Yani 1980, 1979 yıllarında. Tabii onun bir gelişme dönemi var. “Ancak imanın nuru ile yakınları tanıyabilir Mehdi (a.s.)’yi” diyor. “Bidayetinde tanınmayacaktır” diyor, Mehdiliğin böyle bir özelliği var. Üstad Hazretleri de, o kendi döneminde tabii tohumlar ekmiş, yani ileride İslam Birliği’nin ve iman çalışması ile. Mesela şöyle bir şeyini okuyayım size inşaAlalh.
MUSTAFA ÖZCAN: Buyurun, buyurun.
ALTUĞ BERKER: O Anadolu’da imanın yerleşmiş olmasından bahsediyor ve oradan imanın çıkartılamayacağından bahsediyor.
MUSTAFA ÖZCAN: Doğru, doğru.
ALTUĞ BERKER: Muhbir-i Sadık’ın, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in.
MUSTAFA ÖZCAN: Küfrün beli kırılmıştır diyor. Daha Anadolu’dan inşaAllah, kimse imanı çıkartamaz. Evet.
ALTUĞ BERKER: Şöyle geliyor, “Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in haber verdiği, manevi fütuhat yapmak, galibiyetler kazanmak ve zulümatı dağıtmak -biraz evvel siz bahsediyordunuz, o zulümatı dağıtmak, karanlığı dağıtmak- zaman ve zemin hemen hemen gelmesi, diye fıkrasında bütün ruh-u canımızla Rahmet-i İlahiye’den niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz, Risale-i Nur şakirtleri ise, vazifemiz hizmettir. Vazife-i İlahiye’ye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle, bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemiyete değil, yani miktara değil, keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlaka, yani ahlak kaybına ve hayat-ı dünyeviyeye, dünya hayatını, her cihetle, her yönle, hayat-ı uhreviyeye, Ahirete, tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap, sebepler altında, Risale-i Nur-u şimdiye kadar fütuhatı, galibiyeti ve zındıkların, kafirlerin, dinsizlerin ve delaletlerin savletlerini, saldırılarını kırması ve yüzbinler biçarelerin, çaresizlerin imanlarını kurtarması ve her biri yüze ve bine mukabil yüzer ve biner hakiki mümin talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadıkın, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ihbarını, haberini aynen tasdik etmiş ve inşaAllah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu, Risale-i Nur’u çıkartamaz. Ta Ahir zamanda, -bakın ta Ahir zamanda diyor yani ileri- hayatın geniş dairesinde -o zaman tabii dardı, şimdi internet, iletişim araçları gelişti, dünya artık bir köy gibi- asıl sahipleri, yani Mehdi (a.s.) ve şakirtleri Cenab-ı Hakk’ın izni ile gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz”.
Şimdi buradan benim anladığım, “ta Ahir zamanda” diyor, yani ileriki bir dönemde, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, Risale-i Nur’dan bahsediyor, Risale-i Nur’un asıl sahipleri, yani Mehdi (a.s.) ve talebeleri, Allah’ın izni ile gelir, o daireyi genişlettirir, o tohumlar sümbüllenir. O sırada ben de kabrimde olacağım, oradan seyredeceğim ve Allah’a şükredeceğim diyor.
MUSTAFA ÖZCAN: İnşaAllah. O noktada bir şey, hemen bir şey söyleyeyim. Mustafa Sungur Ağabey var biliyorsunuz. Onunla ilgili, Fuat Efendi ile alakalı, onu Risale-i Nur dairesine sokan bir zat ile ilgili bir kitap vardı, Nesil Yayınları’nda, orada okudum. Üstad, Mustafa Sungur’a diyormuş ki; “gelecekte Nur Bayramları olacak, sen benim kabrime gelip onu anlatacaksın, üfleyeceksin” diye.
ALTUĞ BERKER: Şimdi benim buradan anladığım, Mehdi (a.s.) var ve talebeleri var ve o Ahir zamanda gelecek diyor Üstad. Biz de o sırada kabrimizde olacağız. Şimdi, biliyorsunuz siz de bir ‘şahs-ı manevi’ diye tabir, tevil edilen bir husus var. Halbuki Üstad başka yerlerde de söylüyor. Diyor ki mesela, bu hakikatten, bu gerçekten anlaşılıyor ki, sonra gelecek o mübarek zat, yani hem sonra gelecek.
MUSTAFA ÖZCAN: Temsilci var, temsilcisi ile birlikte yani bir şahs-ı manevi ve etrafı da var, etrafsız olmaz. Ama lidersiz de olamaz. İkisinin bütünleşmesini anlatıyor aslında.
ALTUĞ BERKER: Yani hem Mehdi (a.s.) olacak ve Mehdi (a.s.)’nin talebeleri ve şahs-ı manevisi olacak.
MUSTAFA ÖZCAN: Tabii ki. Şahs-ı manevi Mehdi (a.s.)’nin yerini alır mı? Almaz. Temsilci, ortak temsilcilik olur mu? Olmaz. Şöyle bir şey var. Son dönemlerde ben size anlatayım. Şimdi Hilafet, biliyorsunuz yıkıldı 24’te. Daha sonra Hilafet ihya edilir mi, edilmez mi, kollektif olur mu, olmaz mı? Şöyle söylüyorlar. Ebul Hasan Nedvi’den bir defa duymuştum. İşte kollektif Hilafet olur falan filan, şimdi bu bağlamda. Ama bu doğru değil. Neden doğru değil? Şimdi bunun doğru olmadığını aslında Muhammed el-Behiy, “el İmaniye” kitabında falan yazıyor. O da şu, yani bir yerde çokluk olduğu zaman, şahs-ı manevi, temsilci olmadığı zaman Napolyon’un sözüne benzer. O da söylüyordu, yani bu şeyi yatırmak istiyorsanız, komisyona havale edin, anlatabiliyor muyum? Gerçekten öyle. Yani şimdi bir omurga olmazsa, olmaz yani. Şimdi sünnetullaha aykırı bu. Ondan sonra şeye aykırı, eşyanın tabiatına aykırı, olmaz tabii. Yani olsaydı, özel olduktan sonra onun misyonu devam ederdi, etmedi. Ondan sonra liderler öldükten sonra misyonu devam ederdi, etmedi. Hatta Bediüzzaman öldükten sonra aynı şey devam etti mi? Etmedi.
ALTUĞ BERKER: Çok önemli.
MUSTAFA ÖZCAN: Önemli tabii yani. Ondan dolayı yani şöyle, herkes görmek istediğini okuyor, ama bir de gerçekler var yani. Görmek istediğimizi okumamız, gerçekten orada dediğimiz gibi orijinali olmadığı anlamına gelmiyor. Lakin insanlar rüyadaki gibi, hani rüyayı herkes farklı yorumlar ya, bu rüyadan farklı tabii. Burada işin bir gerçeği var. Fakat insanlar bir ön okuma ile Gadamar’ın dediği gibi veya başkalarının dediği gibi tabii okuma teknikleri var. Şimdi insanlar görmek istediklerini görür. Hani bakmak ve görmek diye bir tabir var. Okumaktan okumaya fark var. Adam eğer ön kabullerle okuyorsa, o daha önce okuduğunu görecektir o da, yani orada olanı değil. Kendi daha önce okuduğunu görecektir orada. Onun için bazen Risale-i Nur’u okurken bütün şeylerden silinmemiz lazım. Bediüzzaman da öyle yapıyor. Diyor ki, ben gittim, şeye diyor, dağa işte şeye münzevi olduğu yerlere, ne diyorlar, sürgüne gittiği yerlerde, dağ başlarında sadece Kuran-ı Kerim okudum, sadece Kuran-ı Kerim’i yanımda bulundurdum. Yani diğer kitapların yanlış olduğundan dolayı değil. Lakin diğer kitaplar, hadisler değil tabii, diğer kitaplarda ne var? Yorum var. Yorum da insanı yönlendiriyor. Bazı yorumlar yanlış olabilir. Yanlış olabileceği için yönlendirebilir sizi. Burada da ön okumalar veya işte sizin dediğiniz gibi peşin fikirleriniz, hükümleriniz oradaki okumayı gölgeleyecektir, perdeleyecektir. Ondan dolayı eskilerin bir ifadesi var: Sevgi ve nefret perdedir, heva perdedir, gerçekten öyle. Yani insan eğer bir şeyin baskısı, affedersin, şehvet baskısı altında olursa ne yapar? Hep onun peşine düşer. Ondan dolayı eski hukukçular şunu söylüyorlar. Diyorlar ki, bir adam kadı, mesela oturdu hüküm verecek. Çok tok olmaması lazım, niye? Tok olduğu zaman rehavete düşer veya işte tokluktan dolayı dediğimiz gibi fiziki olarak zinde olmaz. Aç olduğu zaman da artık nedir? Onun fikri kanundadır netice itibariyle. Tok olduğu zaman fikri uykudadır. Aç olduğu zaman da midesindedir netice itibariyle, yani açlıktadır. Ondan dolayı yani bu okumalar çok önemli. Yani niye ki, nereden çıkartıyorlar? Dediğiniz gibi bir sürü orada temsilci şahsa atıf var. Eğer bu temsilci şahıs da şahs-ı manevi ise, o zaman yani Risale-i Nur’dan kimse bir şey anlamaz.
ALTUĞ BERKER: Tabii.
MUSTAFA ÖZCAN: Yani dolayısı ile biz Risale-i Nur’u Bediüzzaman gibi okuyacağız. Bediüzzaman gibi anlayacağız. Kendi yorumlarımızı ilave edersek, bu Bediüzzaman okuması olmaz, kendi okumamız olur. Netice itibari ile doğrusu o, yani okunması gereken dediğimiz gibi, ön kabullerden ayrılmış, ön kabullerden sıyrılmış, peşin hükümlerden sıyrılmış olarak okumak. Eğer herkes, 100 kişi peşin hükümlerden sıyrılmış olarak okursa 100 kişi de aşağı yukarı hep aynı şeyi anlar. Ama herkes kendi peşin hükmüyle okuyacak olursa 100 kişi de, 100 tane farklı şekilde algılayacaktır, anlayacaktır. Gerçekten öyle yani.
ALTUĞ BERKER: Evet. Ama normal bir okumada, diyor ki mesela, bu hakikatten anlaşılıyor ki, sonra gelecek o mübarek zat, yani bu hem kendi döneminden sonra geleceği bir anlaşılıyor. İkincisi o mübarek zat, o kutlu kişi, yani bu bir kişi olduğu, bir zat, yani şahıs, şahs-ı manevi değil.
MUSTAFA ÖZCAN: Şüphesiz.Bütün Peygamberler’den şey biçelim. Yani Peygamberler yerine Cenab-ı Hakk kollektif adamlar gönderebilirdi. Havariler hepsi birden, Peygamber olmadan, bir tane aralarında Hz. İsa (a.s.) gibi iş görebilirlerdi. Sahabeler görebilirlerdi. Niye sahabeler varken Hz. Peygamber (s.a.v.) geldi? Yani her şey böyledir. Yani eğer Hz. İsa (a.s.) varsa havariler de var. Hz. Peygamber (s.a.v.) varsa, sahabeler de var. Değil mi?
TARKAN YAVAŞ:Evet, inşaAllah.
MUSTAFA ÖZCAN:Yani.
TARKAN YAVAŞ:Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. Bir ayetinde Allah, insanları imamlarıyla birlikte sorguya çekeceğini söylüyor.
MUSTAFA ÖZCAN:Tabii, diyor ki; “Kıyamette herkes”, yani burada “eimmetil küfür” diye bir ifade de var. Yani küfrün öncülerine de imam deniliyor. Tabii imam önder kişi demek, öncü kişi demek, önder kişi demek. Bediüzzaman da onun için kendisine “pişdar” diyor. Pişdar şu, pişdar önemli, ‘pişdar’ öncü demek, lider demek değil. Öncü demek.
ALTUĞ BERKER:“O acip şahsın” diyor,
MUSTAFA ÖZCAN:Evet.
ALTUĞ BERKER:“Pişdarı olduğumu zannediyorum” diyor, Mehdi (a.s.) için.
MUSTAFA ÖZCAN:Pişdarı olduğumu zannediyorum, “pişdar” yani “habercisiyim” diyor. “Habercisiyim, öncüsüyüm.” Hani önde giden, “haberci, ulak veya ayin” diyorlar ona. Ne yapıyor? Önden işte...
ALTUĞ BERKER:O geliyor, ben haber veriyorum, diyor.
MUSTAFA ÖZCAN:Evet, haber veriyorum.
ALTUĞ BERKER:Bu çok önemli, yani Üstad’ın orada kendi, mesela başka bir ifadesinde de diyor ki: “ve anladık ki bu hizmetimizle,” yani Risale-i Nur hizmeti, bütün hayatını vakfettiği hizmet, “o nurani zatlara zemin ihzar ediyoruz”, zemin hazırlıyoruz. Yani dediğiniz gibi, piştar, “o acip şahsın” diyor Mehdi (a.s.) için. Acip şahsın kendisi bir dümdarı, değil mi? “Ona yer hazır edecek bir dümdarı ve bir pişdarı olduğumu zannediyorum” diyor. Yani Üstad zaten gerçekten, 13. asrın, Hicri 13. asrın müceddidi.
MUSTAFA ÖZCAN:Evet, doğru. Yani şöyle diyor Bediüzzaman; Müceddid olduğunu serahatle ifade ediyor ve Mehdiyet çizgisinin de bir yüzü olduğunu söylüyor. Mehdiyet çizgisi, yani uzun dönemde, belki 100 yıllık, 150 yıllık bir devreyi kapsıyor. Bu devrede tecrit görevi gördüğünden dolayı, Mehdiyet şeyinin de bir ayağını teşkil etmiş oluyor. Ama “Ben Mehdiyim” demiyor, dediğiniz gibi. “O gelecek zat” diye bahsediyor ondan.
ALTUĞ BERKER:Evet.
MUSTAFA ÖZCAN:Evet, yani mesele öyle.
ALTUĞ BERKER:Zaten o bir kişi olacak, çünkü her yüzyılda bir müceddid geliyor, hadis-i şerife binaen, Üstad da.
MUSTAFA ÖZCAN:Evet, doğru.
ALTUĞ BERKER:Şimdi, bütün İmam-ı Rabbani, işte, Mevlana Halit, Bediüzzaman, herkes bir şahıs, bir kişi. Bütün müceddidler bir kişiyken, Üstad’ın bahsettiği en büyük müceddid olacak olan kişinin şahs-ı manevi...
MUSTAFA ÖZCAN:Bediüzzaman’a temsilcilik görevi veriyor ama Mehdi (a.s.)’ye vermiyor mesela, yani evet olmaz tabii.
ALTUĞ BERKER:Yani adetullaha aykırı dediniz, onu ben şerh etmek adına.
MUSTAFA ÖZCAN:Adetullaha aykırı, kesinlikle adetullaha aykırı.
ALTUĞ BERKER:Tabii, inşaAllah. Çünkü İttihad-ı İslam’ı inşaAllah Türklerin, milletimizin öncülüğünde olacak, ama milletimizin içinden çıkacak olan, hadis-i şerife göre Mehdi (a.s.)’nin vazifesi olarak zikrettiği için Üstad Hazretleri, o Mehdi (a.s.)’nin ikinci vazifesi olacak. Yani hakikaten İslam Birliği’nin kurulmasında, çünkü manevi bir lidere zaten bir ihtiyaç var. Ve onun zıl ve gölgesi altında ve onun çalışmalarıyla, onun sürüklemesiyle İslam Birliği kurulacak inşaAllah.
MUSTAFA ÖZCAN:Yalnız, Bediüzzaman orada, temsilci şahısla ilgili veya kendisiyle ilgili söylediği şeyler şu; yani bencillik manasında öne çıkarılmaması gerektiğini söylüyor.
ALTUĞ BERKER:Evet.
MUSTAFA ÖZCAN:Yani o. Yani yoksa vazife manasında, hani kendisi de diyor, “biz” diyor, “nefsimiz edna, vazifemiz ala”.
ALTUĞ BERKER:Tabii.
MUSTAFA ÖZCAN:O manada, gerek beklenen şahıs olsun, gerek kendisi olsun, diyor ki: “bizim nefsimiz edna ama vazifemiz ala”. O şekilde diyor. Yoksa bu sünnetullah çerçevesinde hakikaten temsilci olmadan, yani bir çekirdek olmadan çevre olmaz. Eskiler bunu şöyle anlatıyor: “Bir öz bir de kışır ol.” Yani “öz, bir de kabuk olun” Burada da hep öyle, yani sadece kabuk olduğu zaman, öz olmadığı zaman ne yaparlar? O tomruğu keserler, nasılsa bir işe yaramaz. Onun için öz de olacak, onun kabuğu da olacak. Çekirdek, kabuk bir bütün. Onu söylemeliyiz. Evet.
TARKAN YAVAŞ:Said Nursi Hazretleri, hem Hz. Mehdi (a.s.)’nin öncüsü olarak geldiğini takdim etmiş hem de külliyatı, Hz. Mehdi (a.s.)’nin program yapacağını söylüyor. Çok açık bir şekilde Hz. Mehdi’yi müjdelemiş geçen yüzyılda. Ve diyor: “Biz bulunduğumuz kabrimizden o tomurcuklar sümbüllenirken seyrederiz onları” diyor.
MUSTAFA ÖZCAN:Evet, doğru.
TARKAN YAVAŞ:Çok açık ve çok müjdeleyici, güzel bir üslubu var Said Nursi Hazretleri’nin.
MUSTAFA ÖZCAN:Kesinlikle, evet, tevile yer bırakmayacak şekilde açık.
ALTUĞ BERKER:Açık. Zaten Cenab-ı Allah, İslam’ın dünya hakimiyetini vaat etmiş, ayet-i kerimede sabit: Nur Suresi, 55. ayet.
MUSTAFA ÖZCAN:Evet buyurun.
ALTUĞ BERKER:Okuyorum. Şeytandan Allah’a sığınırım. “Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir:” Ahiretin vaadi gibi bir vaat. “Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar.”
MUSTAFA ÖZCAN:Amenna, evet.
ALTUĞ BERKER:“Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır.” Burada, net olarak İslam’ın dünya hakimiyeti, Allah tarafından bize vaat edilmiş.
MUSTAFA ÖZCAN:İnşaAllah.
ALTUĞ BERKER:Ayrıca da ben burada, tabii ebcedler de var. Yani biz, Risale-i Nur’dan, Üstad’dan bahsederken, ebcedden de. Diyor ki: “Allah içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara vaat etmiştir.” 2019 ebcedi.
MUSTAFA ÖZCAN:Evet.
ALTUĞ BERKER:“Onları da yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kılacak” 2013.
MUSTAFA ÖZCAN:2013.
ALTUĞ BERKER:Ebcedi, evet. Allah’ın izniyle şimdi dünya hakimiyetinin bir vesilesi olacaktır tabii. Yani dünya hakimiyeti kendi kendine olmaz. Değil mi? Bir çalışmayla, bir iman çalışması, İttihad-ı İslam. Sonra Hıristiyanların tabi olması, İsevi ruhanilerin Hz. İsa’nın nüzulüyle birlikte, inşaAllah geldi, bununla birlikte bir dünya hakimiyeti olacak. Buna da Allah’ın izniyle Hz. Mehdi vesile olacak değil mi? Yani Üstad’ın da bahsettiği odur ve başında bir kişi olacaktır. Manevi lideri olacaktır Müslümanlar’ın. Nasıl Hıristiyanlar’ın, değil mi, imani bir lideri var. Her grubun bir önderi var. Müslümanların da önderi ve manevi liderinin olmaması düşünülemez. Allah Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’le, o vaadini bize iletmiş, Allah’ın izniyle.
MUSTAFA ÖZCAN:Bunu da, bir iki şey, belki tatlandırması açısından sohbeti, biraz çekici kılması açısından sohbeti, bazı şeyler söylemek istiyorum. O da şu: Bir defa bir rüya görmüştüm, bu Mehdi meselesiyle alakalı.
ALTUĞ BERKER:MaşaAllah.
MUSTAFA ÖZCAN:Şöyle, İstanbul sokaklarındayım ama köhne, tenha bir pazaryeri. Pazaryerinde eski bir seyyar satıcının arabasının üzerinde eski kitaplar satılıyor böyle. Bakıyorum bir kitap var. Kitap, Muhammed Said Ramazan El-Buti’nin, meşhur, şanlı alimlerden. “Eşşatu saha” diyor. “Kıyamet Alametleri” diye bir kitap. Aslında öyle bir kitap yokmuş. Lakin rüyada, surata onun öyle bir kitabı varmış. Seyyar satıcıya düşmüş, kitabı adam satıyor. Ben de, yani o kitabı satın aldım böyle, eski bir pazar yeri şeklinde. Bakıyorum, orada, kitapta diyor ki; “Mehdi İstanbul’dan çıkacak” diyor kitapta.
ALTUĞ BERKER:Rüyada okuyorsunuz siz kitabı.
MUSTAFA ÖZCAN:Rüyamda okuyorum kitabı.
TARKAN YAVAŞ:MaşaAllah.
MUSTAFA ÖZCAN:Ben de diyorum ki; “Ramazan Buti de aynen benim gibi düşünüyormuş” diyorum.
ALTUĞ BERKER:MaşaAllah, çok güzel.
TARKAN YAVAŞ:MaşaAllah.
MUSTAFA ÖZCAN:Gerçekten ilginç bir rüyaydı, bayağı oldu, belki birkaç yıl olmuştur, en az. Öyle bir rüyamız vardı.
ALTUĞ BERKER:Yani rüyalar hakikaten çok güzel hakikat, bize iman hakikati. Yani, onu gösteren Allah, bunu da gösteriyor. Çünkü orada gözümüz kapalı, kendimizin farkında değil bir halde, hatta Allah, ayet-i kerimede, uyurken canını aldığını ve sonra dileyeninkini verdiğini söylüyor.
MUSTAFA ÖZCAN:Doğru, doğru. Amenna.
ALTUĞ BERKER:Ve orda bir alemdeyiz.
MUSTAFA ÖZCAN:Küçük ölüm tabii.
ALTUĞ BERKER:Küçük ölüm. Onları da Allah gösteriyor. Ve hakikaten işaretli şeyler oluyor, bazen böyle tabirli güzellikler, bir hayat yani o da Allah’ın gösterdiği.
MUSTAFA ÖZCAN:Evet, doğru. Teselli yönü var, dediğiniz gibi müjdeci yönü var. Ondan sonra, gaybten haber verme şeyi var. Her ne kadar eski alimler, rüyanın bir nevi bağlayıcı olmadığını söyleseler bile, fakat şahıs için birtakım ifadeleri var. Yani, Kuran-ı Kerim’de 7 tane rüyadan bahsediliyor; iki-üç tanesi, Hz. Yusuf’la alakalı. Sonra, bir-iki tanesi Hz. Peygamber’le alakalı, Hz. İbrahim’le alakalı. Var tabii. Yani orada,Aleyhissalatü Vesselam, işte Hudeybiye’ye gitmesi vs. rüyayla ve sadıka-ı rüya olduğu da yine ayet-i kerimeyle ifade ediliyor.
TARKAN YAVAŞ:MaşaAllah. Bir de Peygamber Efendimiz’in (s.a.v)’ın müjdesi var. Hz. Mehdi (a.s.) ile bizi müjdelemiş Ahir zamanda. Allah’a çok şükür, bizler de şu an Hicri 1400 senesi, ahir zaman alametleri peşi sıra, hepsi çıkmış, çoğu çıkmış durumda.
MUSTAFA ÖZCAN:Doğru, doğru, neredeyse küçük alametler dediğiniz gibi zuhur etmiş durumda, tamamı, evet.
TARKAN YAVAŞ:Böyle güzel, mübarek bir dönemde inşaAllah, Hz.Mehdi (a.s.)’nin hep birlikte zuhur etmesini bekliyoruz inşaAllah.
MUSTAFA ÖZCAN:İnşaAllah.
TARKAN YAVAŞ:Sizin rüyanız da maşaAllah, Allah’tan bir ilham olmuş yani.
MUSTAFA ÖZCAN:İnşaAllah, inşaAllah.
TARKAN YAVAŞ:Çok yerinde, çok güzel bir rüya olmuş.
ALTUĞ BERKER:150’ye yakın alamet zuhur etti Mustafa Hocam, siz daha iyi biliyorsunuz inşaAllah. Mesela, “Kabe’de kan akıtılır” diyor.
MUSTAFA ÖZCAN:Evet, 1979’da, tabii 1400 Hicri yılında. Ben de ki o zaman, Suudi Arabistan’daydım. İlk haccımı 79 yılında yaptım, on yedi yaşımda. O zaman Cidde’deydim olaylar vuku bulduğunda. İşte Süleyman diye bir adam çıkıyor tabii ve Kabe’de kan akıtılıyor. Dediğiniz gibi, hakikaten öyle oluyor. Ama maalesef kanlı olayı biz de orada idrak ettik bu şekilde. Sonra Medine’ye gittim.
ALTUĞ BERKER:Onun tarihini hatırlıyor musunuz? Ben şimdi size söyleyeceğim. 1 Muharrem 1400 gazetesinde çıktı.
MUSTAFA ÖZCAN:Evet, hatırlıyorum, tabii.
ALTUĞ BERKER:Yani Hicri 1400’ün ilk günü.
MUSTAFA ÖZCAN:İlk günü, evet doğru.
ALTUĞ BERKER:Evet yani, bakın.
MUSTAFA ÖZCAN:Muharrem-ul Harem. Evet.
ALTUĞ BERKER:Kabe’de baskın Mehdi’nin çıkış alametlerinden. Ve 1400 sene hiç öyle bir şey, ilk defa olan bir şey.
MUSTAFA ÖZCAN:Doğru, hakikaten öyle. Yani Kabe baskını, daha önce Kabe’yi bastılar, lakin o manada değil. Karamite denilen eşkıya sürüsü. Biliyorsunuz Batıniler bir ara bastılar, 13 yıl Hacer-ül Esvet’i söküp götürdüler. Sonra tekrar alındı Hacer-ül Esvet onların elinden, Kabe’ye tekrar monte edilmiş oldu. O tabii dediğiniz gibi bundan biraz farklı.
ALTUĞ BERKER:Kan akıtılması. Evet, bakın o 79, yani Hicri 1400’de, hadis-i şeriflerde, Mehdi (a.s.)’nin alameti olarak, işareti olarak söylenen, İran-Irak Savaşı vuku buldu. Afganistan’ın işgali vuku buldu. Ondan evvel, Fırat’ın suyunun kesilmesinden bahsediyor hadis-i şerif. Değil mi, Keban Barajı, Atatürk Barajı, Fırat’ın suyu ilk defa kesildi. Ramazan’da 15 gün arayla Ay ve Güneş tutulmasından bahsediliyor, 81 ve 82’de yani 1401 ve 1402’de Hicri, hakikaten tam hadisteki gibi 15 gün arayla Ay ve Güneş tutulmaları oldu. Bunun gibi 150 alamet cereyan etti. İnşaAllah o devirdeyiz.
MUSTAFA ÖZCAN:Sosyal alametler aşağı yukarı çıktı tabii, yani dediğiniz gibi, hepsi, siyasi alametlerde de, dediğiniz gibi çıktı. Evet, yani gerçekten de öyle.
ALTUĞ BERKER:Hocam inşaAllah çok az vaktimiz var. İlan aramız var inşaAllah. Size şimdiden katılımınız için çok teşekkür ediyorum. Allah razı olsun, geldiniz.
MUSTAFA ÖZCAN:Estağfurullah.
ALTUĞ BERKER:Ayağınıza sağlık, dilinize sağlık. İhya ettiniz bizi. İnşaAllah. Kısa bir ilan aramızdan sonra birlikteyiz inşaAllah.