Geçtiğimiz hafta Türkiye için oldukça hareketliydi. İki önemli misafiri ağırladı Türkiye: Papa ve Rus lider Putin.
Papa’nın, Türkiye Cumhuriyeti kurucusu ve lideri Atatürk’ün kabrini ziyareti, Sultanahmet Camii ziyaretinde dua etmesiyle ilgili olarak, "Ben oraya turist olarak geldim diyemezdim. Oranın muhteşemliğini gördüm... Özellikle de barış için dua etme ihtiyacı hissettim,” demesi ve her fırsatta Kuran’ın bir barış kitabı olduğunu yinelemesi ziyaretin güzel ve takdire şayan anlarıydı. Fakat Türkiye veya Müslüman camiası için bir özel mesaj arayanlar bu ziyarette beklediklerini bulamadılar. Bunun kuşkusuz pek çok sebebi var.
Papalık, tüm Katolik camiasının liderliğini temsil etmesi bakımından büyük önem taşıyor. Ruhani barışçıl liderlerin varlığı daima etkili ve önemlidir. 1.2 milyarlık Katolik camiasına hitap eden bir liderin olması bu sebeple ayrı bir önem taşır. Fakat Papalık, özellikle 1800lerin ortalarından itibaren tümüyle sembolik bir hal almış; bir kısım derin ve gizli siyasi aktörlerin etkisi altında kalmıştır. Öyle ki dünya dengeleri, çoğu zaman kiliseler arası üstünlük dengeleri üzerine şekillenir olmuştur. Günümüzde yaşanan Ukrayna sorununu bile bu perspektiften görmek mümkündür.
Başa geçen her Papa Türkiye’ye gelmiştir. Ortak özellikleri, ziyaret tarihlerinin, Ortodoks Hristiyanların kutsal haftası kabul edilen Aziz Andreas Yortusu’na denk gelmesidir. Kuşkusuz iki kilise arasında neredeyse 9. Yüzyılda başlayan, fakat asıl olarak 1054 yılında karşılıklı aforozlaşma ile resmi hale gelen ayrılığın çeşitli barışçıl girişimlerle giderilmeye çalışılması güzeldir. Fakat yetersizdir.
Bunu şu şekilde açıklayalım. Dünyanın savaşlarla ve ayrılıklarla çalkalandığı ve iman ve inanç derinliğine ihtiyacı olan şu dönemde ruhani liderlerin dünyayı kurtaracak bir imani çalışma içinde olmaları gerekir. Bu çalışma, “her Müslüman lider terörü lanetlemeli”, “dünya barışı gelmeli” gibi sonuç getirmesi mümkün görünmeyen söylemler yerine Allah’ın varlığının delillerinin gösterildiği bilimsel çalışmalar yoluyla yapılmalıdır. Eğer amaç gerçekten Müslümanlarla birlikte terörü ortadan kaldırmaksa, bunun için vakit kaybedilmeden Kuran ve İncil’in yaratılış ve barış içeren mesajları dünyaya birlikte duyurulmalı, terörün yoğun yaşandığı yerlerde doğru ve etkili bir eğitim politikasına geçilmelidir. Müslümanların kendi aralarında birleşmesi ve aynı zamanda ruhani Hristiyanlarla ittifak halinde olması oldukça güzel sonuçlar verecektir. Ama bunun için gerekli olan imani çalışmadır, siyasilerin beklediği klişe sözler değil.
Görülen o ki, Papa’nın Türkiye ziyareti, Hristiyan camiasının taraftar kaybetmesine çare bulabilmek amacı ile iki kiliseyi “dost” hale getirmekten, böylelikle sayıca yine çoğunluk olabilmekten, hareketli bir coğrafyadaki önemli bir İslam ülkesini hoş tutmaktan ve “beklenen” terörizmi kınama sözlerinden öte değildir. Oysa Papa; Avrupa’da kiliselerin oto tamirhanelerine, barlara, bankalara dönüştürüldüğü, insanların Hristiyanlığı yoğun olarak terk edip dinsizliğe kaydığı bir dönemde, ruhani bir lider olarak insanları imana çağırma gücüne sahip olmalıdır. Üzerindeki sorumluluk çok büyüktür.
Geçen haftanın ikinci önemli olayı Putin’in ziyaretiydi. G20 zirvesinde hoşnutsuz yüzlerle karşılaşan, ambargo ve petrol fiyatlarının düşmesi ile zor günler yaşayan Rus lider, Türkiye’de nezih bir törenle karşılandı.
Görüşmede “karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı anlaşmaların” yapıldığı doğrudur ve pek çok yazarın gündeminde de bunlar vardır. Ne var ki, pek çoklarının kolayca ve umarsızca kullandıkları “ülke çıkarı” terimi aslında sadece “ben bencilim” demektir. Dolayısıyla bu zirvenin vurgulanması gereken asıl yönü ticari anlaşmalardan daha ötedir. Türkiye ve Rusya halkları, Osmanlı döneminden beri dostturlar. Bu dostluk, ekonomilerin çöktüğü, siyasi badireler geçirildiği dönemlerde de devam etmiştir. Kimi zaman bu dostluktan “iki tarafın da çıkarı” olmamıştır, ama dostluk sürmüştür.
Şu anda Türkiye için, Rusya ile bu görüşmeleri yapmak pek çok açıdan bir risk gibi görülebilir. Türkiye sonuçta bir NATO ülkesidir. AB üye adayıdır. Müttefiki ABD ve AB tarafından Rusya’ya sert şekilde yöneltilen ambargonun bir parçası olması istenmektedir. NATO genel sekreteri Jens Stoltenberg bunu açıkça ifade etmiştir. Ne var ki, tüm bu tehditkâr beklentilere rağmen Rusya’yla iyi ilişkiler her ne pahasına olursa olsun göze alınmıştır. Çünkü pek çok konudaki görüş ayrılıklarına rağmen Türkiye ve Rusya ittifaklarını devam ettirmelidir. Bu dostluk, bölge için de, dünya barışı için de şarttır.
Ukrayna krizinin başından beri Rusya’ya yönelik bir yalnızlaştırma politikasının hüküm sürdüğünü, bazı batılı aktörler tarafından soğuk savaşın canlı tutulmak istendiğini daha önceki yazılarımda belirtmiştim. Rusya bu konuda elbette tümüyle suçsuz değildir ama Rusya’yı dostlarından uzaklaştırma, güçsüzleştirme ve onu haksız bir şekilde taraf haline getirme yönünde Batının oldukça hatalı bir tutumu olduğu sır değildir. Uluslararası basının bir bölümü bu yanlı politikaya dahil olmuş durumdadır. Söz konusu yanlış politika, bugün Suriye sorununun çözülememesinin de sebeplerinden biridir. Rusya’ya müttefikleri nazarında, özellikle Suriye ve Ukrayna konusunda beklediği güvence –adeta kasıtlı olarak– verilmemiş durumdadır.
Oysa, dünyanın şu an yaşadığı kabus, büyük ölçüde, bir ülkenin güçsüzleşmesinin diğerini kalkındırdığı o çıkarcı anlayışın ürünüdür. Halbuki, büyüme ve kalkınma birlikte olmalıdır. Bir ülkeyi çökertecek politikalar içindeyken dünya barışından bahsetmek dünyanın içinde bulunduğu samimiyetsizliği ifade eder. İşte sırf bu sebeple, Batı’nın müttefiki ve NATO üyesi Türkiye, komşusu ve dostu Rusya’nın da daima yanında olmalı, soğuk savaş beklentisi içinde olanlara örnek model teşkil etmelidir.
Adnan Oktar'ın Arab News'de yayınlanan makalesi: