DNA'nın mucizevi yapısı evrim teorisini geçersiz kılan delillerden biridir
Çocukluğumuzdan bu yana biyolojiden, fosilbiliminden, canlıların nasıl ortaya çıktıklarından veya toplumların gelişiminden bahsedildiğinde karşımıza hep aynı kelime çıkmıştır: "Evrim". Evrim inancına göre hayat birbirini takip eden tesadüfi bir süreç sonucunda, evrimleşerek oluşmuştur. Tek hücreli canlılardan insanlara kadar uzanan bu hayali süreç içinde insanların en yakın ataları maymunlar olarak kabul edilmiştir. Bunun yanısıra toplumların, inançların, ekonominin, yönetim şekillerinin, sosyolojinin ve psikolojinin evrimleştiği de iddia edilmiştir. Evrim görünmez bir ağ gibi bütün hayatımızı sarıp sarmalamış, fakat tüm bunlara rağmen geride bıraktığımız bir buçuk yüzyıl boyunca en çok tartışılan ve "yalanlanan" teori olmuştur. Çünkü bilimsel gelişmeler evrim teorisinin geçersizliğini gerek moleküler, gerek genetik, gerekse fosilbilimi alanında açıkça ortaya konmuştur. Özellikle de ilk canlının nasıl oluştuğu sorusu karşısında evrim teorisi çok büyük bir hezimet yaşamıştır.
Evrim teorisini savunanlar ilk hücrenin birbirini takip eden sayısız tesadüflerin, kör rastlantıların sonucunda oluştuğunu iddia ederler. Fakat Türlerin Kökeni isimli kitabıyla evrim teorisini ortaya atan Darwin'in çağdaşı Gregor Mendel'in genetik kanunlarını keşfetmesi, bunun yanısıra hücrenin ve organellerinin keşfi ve DNA'nın bulunmasıyla evrim teorisi sözde dayanaklarını da yitirmiştir.
Burada çok önemli bir noktanın altını çizmekte yarar vardır. Bilim adamları evrim teorisi hakkında sadece bilim adamlarının söz hakkı olduğunu, bilimsel bir kimliğe sahip olmayan kişilerinse en ufak bir fikir dahi ifade edemeyeceklerini söylemektedirler.
Aslında bu çok önemli bir göz boyama, ilginç bir taktiktir. Evrimciler bu yolla evrim teorisinin sorgulanmasının, açıklarının ortaya çıkarılmasının önünü kapatmak isterler. Oysa evrim teorisinin bir aldatmaca olduğunu anlamak için bir bilim adamı olmaya gerek yoktur. Bu konu hakkında temel kitapları ve makaleleri okumak, ya da küçük çaplı bir araştırma yapmak teorinin açmazlarını anlamak için yeterlidir. Çünkü evrim teorisinin elle tutulur hiçbir yanı, hiçbir delili, hiçbir dayanağı, hiçbir mantıksal yanı yoktur. Daha hücrenin varlığından dahi haberdar değilken ortaya atılan bu iddianın hayali bir senaryo olduğunu bugün dünya çapında bilimsel otoriteler açıkça dile getirmektedir. Fakat buna rağmen bu gerçeği anlamak istemeyen evrimciler gerçeklere gözlerini, kulaklarını kapamaktadırlar.
Bütün bilimsel bulgular, bir canlının ancak yine bir başka canlıdan türediğini ve her canlı hücrenin, bir başka hücrenin çoğalmasıyla oluştuğunu gözler önüne sermektedir. Dünya üzerinde hiç kimse, en gelişmiş laboratuvarlarda dahi, cansız kimyasal maddeleri biraraya getirerek canlı bir hücre yapmayı başaramamıştır. Ama yine de hiçbir bilimsel gelişme evrimci bilim adamlarının bu dogmatik bağlılıklarını zedelemektedir.
Bu nedenle moleküler biyolojinin evrimci bilim adamlarına yaşattığı büyük hezimet üzerinde önemle durmak istiyorum. DNA gibi insanı hayrete düşüren bir bilgi bankasının varlığı bilim dünyası için çok büyük bir gelişmeydi ve geleceğin bilimi olarak kabul edilen genetik bilimi evrim teorisinin elinde kalan son dayanaklarını da yok ediyordu. Peki ancak bir elektron mikroskobuyla gözlemlenebilen DNA molekülü neyi ortaya koyuyordu?
Tesadüfler DNA'nın Yaratılışını Açıklayamaz
20. yüzyılda bilim dünyasında yaşanan çok hızlı gelişmeler hücrenin insanın gözlemleyebildiği en kompleks sistem olduğunu gözler önüne serdi. Bugün hücrenin son derece kapsamlı bir fabrika gibi çalıştığı, bu fabrikanın çok büyük bir bilgi bankasına sahip olduğu ve herbiri kendi içinde çarpıcı özellikler taşıyan yüzlerce kompleks organel içerdiği tüm bilim adamları tarafından biliniyor. Tek bir hücrenin içerdiği bu kompleks sisteme dahi hiçbir açıklama getiremeyen evrim teorisi ise hücrenin alt parçacıkları karşısında tamamen çaresiz bir durumda. Çünkü canlılığı oluşturan her bir organel tesadüflerle asla açıklanamayacak özellikler içermekte ve her araştırma yeni bir özelliği gözler önüne sermektedir. DNA'nın yapısını biraz olsun incelemek hücrenin geneli hakkında da bize bir fikir verecektir.
Hücre proteinlerden oluşmaktadır. Proteinler ise "amino asit" adı verilen daha küçük moleküllerin belli sayılarda ve çeşitlerde özel bir sırayla dizilmelerinden oluşurlar. Şunu belirtmeliyim ki tek bir protein molekülünün bile doğal şartlarda tesadüfen oluşması ihtimal dışıdır. Çünkü proteinleri oluşturan tek bir aminoasitin yerinin değişmesi ya da bozulması tüm proteini işe yaramaz hale getirmektedir. Tabi burada proteinin hücrenin sadece tek bir parçası olduğunu da unutmayalım. Hücrenin içinde vitaminler, karbonhidratlar, nükleik asitler gibi pekçok kimyasal madde daha bulunmaktadır. Bu maddelerin de aynı protein gibi pekçok işlevleri vardır ve çok üstün bir tasarıma sahiptirler. Bu maddeler birçok farklı organelin içinde yapı taşı veya yardımcı molekül olarak görev yaparlar. DNA ise bu parçacıklardan sadece bir tanesidir.
1955 yılında James Watson ve Francis Crick adlı iki bilim adamının çalışmaları sayesinde gün ışığına çıkan DNA, vücuttaki 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde bulunur ve vücudumuzun kusursuz bir planını oluşturur. DNA molekülü bir insana ait akla gelebilecek her türlü bilgiyi içerir. Göz renginden, hastalıklara, iç organlardan ten rengine kadar her türlü bilgi DNA'nın içinde özel bir şifre sistemiyle kayıtlıdır. DNA'daki bilgi, bu molekülü oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bu, dört harfli bir alfabeden oluşan bir tür bilgi bankasıdır.
DNA'daki harflerin diziliş sırası, insanın yapısını en ince ayrıntılarına dek belirler. 100 trilyon hücrenin planlarý tek bir hücrenin DNA'sında mevcuttur ve anne karnındaki tek hücreden, bir insan oluşana kadar olan bütün aşamalar DNA'daki bu bilgilere göre gelişir.
DNA'nın içerdiği bilginin muazzamlığını ancak örneklerle ifade etmek mümkündür. Örneğin bu bilgiyi kağıda dökmeye kalksak Britannica Ansiklopedisi'nin 40 katı büyüklüğünde bir ansiklopediye eşit olurdu. Ama bu müthiş bilgi, milimetrenin yüzde biri kadar olan hücrelerimizin içinde, hücreden çok daha küçük olan çekirdekte saklanmıştır.
DNA'nın kompleks yapısı sadece boyutlarıyla ya da içerdiği muazzam büyüklükteki bilgiyle sınırlı kalmaz. DNA'nın helezon şeklindeki yapısı da insanda hayranlık uyandıran bir düzen ve uyum içinde yaratılmıştır. Canlı varlıklar hakkındaki hayati bilgileri içeren tek bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelecek en küçük bir sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale getirmektedir. İnsan vücudunda 200 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin tesadüflerle oluştuğu şeklinde bir iddiada bulunmanın ne kadar akıl ve mantık dışı olduğu daha açıkta anlaşılacaktır. Uzun yıllar moleküler evrim teorisine inanan Francis Crick bile DNA'yı keşfettikten sonra, böylesine kompleks bir molekülün tesadüfen, kendi kendine, bir evrim süreci sonucunda oluşamayacağını itiraf etmiş ve şöyle demiştir:
"Bugünkü mevcut bilgilerin ışığında dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir anlamda hayat mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır."
Crick'in de ifade ettiği bu mucizevi yaratılış fikrine dünya üzerindeki pekçok bilim adamı da katılmaktadır. Özellikle de DNA molekülünü inceleyen, araştıran bir kişinin bu apaçık gerçeğin aksini iddia etmesi son derece zordur. Çünkü ortada bir yaratılış harikası, eşsiz bir tasarım ve kusursuz bir uyum vardır. Bir başka itiraf da evrimci bir biyolog olan Frank Salisbury'den gelmektedir. Salisbury bu imkansızlıkla ilgili olarak şunları söyler:
Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi, 4 üzeri 1000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir.
Salisbury gibi daha pekçok bilim adamı yaptıkları olasılık hesaplarından sonra tesadüflerle oluşma ihtimalini "aklın kavrama sınırının ötesinde" kelimeleriyle ifade eder. Fakat bunun yanýnda evrimci bilim adamlarının itiraf ettikleri çok önemli bir gerçek daha vardır. O da "yaşam için bu kompleks moleküllerin hepsinin aynı anda ve birarada bulunması zorunluluğu"dur. Bu gerçek karşısında evrim teorisi tümüyle çaresizdir. Önde gelen bazı evrimciler bu konuda itiraflarda bulunurlar. Örneğin San Diego California Üniversitesi'nden Stanley Miller'in ve Francis Crick'in çalışma arkadaşı olan ünlü evrimci Dr. Leslie Orgel şöyle demektedir:
"Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır."
Bu açıklamadan da şu sonuç çıkmaktadır: Yukarıda kısaca bahsettiğimiz tüm parçacıkların aynı anda, aynı kusursuzlukta, aynı uyum içinde ve birbirleriyle etkileşim içinde oluşmaları şarttır. Ve bu durum ne tesadüflerle, ne de başka herhangi bir evrim mekanizmasıyla kesinlikle açıklanamaz. Ortada apaçık bir tasarım harikası bulunmaktadır. Kısacası evrimci bilim adamlarının -kendi sözlerinde de ifade ettikleri gibi- tesadüflerle değil canlıların varlığını, canlıları oluşturan tek bir hücrenin oluşumunu dahi açıklayabilmeleri mümkün değildir. Çünkü başıboş tesadüflerin, kör rastlantıların ve ilkel dünya koşullarının bu muhteşem uyumu, göz kamaştırıcı düzeni, kusursuz çeşitliliği oluşturmaları imkansızdır. Sonuç olarak canlılık evrimcilerin iddia ettikleri gibi ilkel dünya koşullarında, tesadüfler sonucu ve tanımlanamayan bir süreç içinde oluşmamışlardır. Bu durumda tek kabul edilecek olan gerçek, canlıları sonsuz güç ve kudret sahibi olan Allah yaratmıştır ve en güzel şekilde suret vermiştir. Bu gerçek yüzyıllardır yaratılış gerçeğine karşı ciddi bir mücadele veren evrim teorisini geçersiz kılmaktadır.