Atatürk Olmasaydı Türkiye nasıl bir ülke olurdu? Bu soru, bir film senaryosuna konu olabilecek gibi görünse de, tarihimiz hakkındaki bazı gerçekleri hatırlamak için önemli yöntem olabilir.
Sorunun cevabını bulabilmek için öncelikle Atatürk’ün liderliğini yaptığı Türkiye’de nelerin olup bittiği bilmek şart. Eğer Atatürk’ün katkılarıyla ülkemizde gerçekleştirilenleri iyi bilirsek, onun yokluğu durumda nasıl bir manzara ile karşılaşacağımızı tahmin etmek daha kolay olur.
Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’nin dünyada en çok bilinen ve en çok tanınan liderlerindendir. Vefatının üzerinden yüz yıla yakın bir sürse geçmiş olmasına karşın hala milyonlarca vatandaşımız onu büyük bir saygı ve sevgiyle anıyor. Buna karşın onun uygulamalarını eleştiren, hatta düşmanlık besleyen kimseler de mevcut. İlginç olan bu kişilerin eleştirilerini, Atatürk’ün kurduğu düzenin içinde, onun öncülüğünde elde edilen imkânları kullanırken yapıyor olmaları. Bu kişilerin söylediklerine biraz kulak kabarttığınızda, Atatürk öncesi dönemde çok iyi durumdaki sosyal, siyasi ve ekonomik şartların onun döneminde kötüleştiğini ima eden anlatımlara tanık olursunuz. Oysa gerçek bu anlatımların tam tersidir.
Osmanlı devleti 1911 Trablusgarp Savaşı’nın başlaması ile birlikte tam 12 yıl boyunca çeşitli cephelerde savaşmanın verdiği ağır bir yıkım yaşamıştır. Her ne kadar Tanzimat Dönemi’nde devleti modernleştirme çabaları başlatılmışsa da bu çabalar yetersiz kalmış, yaşanan ağır savaşlar nedeniyle ülke ekonomik, sosyal, kültürel ve idari alanlarda büyük krizler yaşamıştır. Nihayetinde Cumhuriyet kurulduğunda Anadolu halkı hem yoksul, hem de eğitimsizdir.
Cumhuriyetin kurulması ile birlikte Atatürk’ün liderliğinde köklü reform girişimleri başlamış, imparatorluğun neredeyse 100 yılda çözemediği birçok sorun 15 yılda çözülmüş ya da iyileştirilmiştir.
Eğitim Alanındaki Büyük Gelişmeler
Cumhuriyet ilan edildiğinde tüm yurttaki okuryazar oranı % 6-10’dur. 1923-1924 öğretim yılında 341.941 olan toplam öğrenci sayısında ile cinsiyetler arasında büyük fark vardır (Erkek: 273.107, Kız: 62.954). Kız öğrenciler toplamın ancak %18’ini oluşturmaktaydılar. Dönem nüfusunun yarıdan fazlasının kadın olduğu göz önüne alınırsa halkın kız çocuklarını okutmakta çok isteksiz davrandığı görülecektir. Cumhuriyet döneminde kız çocuklarının eğitimine büyük önem verilerek başlangıçtan itibaren büyük bir gelişme gösterilmiştir. Aynı artışın öğretmen sayısında da görülmesi bilinçli bir iyileştirme gerçekleştirildiğinin kanıtıdır. 1938-1939 senesinde hem okul ve hem de öğretmen sayısında % 75’lik bir artış gerçekleştirilmiştir.
Bununla birlikte öğrenci sayısı %100’ü geçmiştir. Okuryazar oranı 1939 yılı itibarıyla %24,5’e çıkmıştır. Yükseköğretimde 1938-1939 döneminde öğretim elemanı sayısındaki artış %150, öğrenci sayısındaki artış ise %250 civarında gerçekleşmiştir. Cumhuriyet döneminde eğitim alanındaki en önemli gelişme kız çocuklarının eğitimine özel olarak önem verilmesidir. Kız öğrenci sayısı toplamda %18 den %44,4’e yükselmiştir. 1923-1940 yılları arasında, kadın öğretmen sayısında cumhuriyet öncesi döneme göre yaklaşık 3 katlık bir artış sağlanmıştır.
Atatürk yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim politikalarının merkezinde yer almıştır. Atatürk, Osmanlı’daki Türk ve İslam milletlerinin ilim, kültür, sanat ve teknoloji sahasındaki geri kalmışlığı ve neredeyse tamamının emperyalist güçlerin sömürgesi hâline gelmesindeki en önemli etkenin eğitim ve öğretimdeki yetersizlikten kaynaklandığını fark etmiştir.
Tarım Alanlarında ve Tarım Gelirlerindeki Artışlar
Tarımda da eğitimdeki gibi büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Osmanlı’da halkın temel geçim kaynağının tarım olduğu düşünülecek olursa, Atatürk’ün liderliğinde tarımdaki gelişmenin ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır (1927 yılındaki sayımda ülke nüfusunun % 67,7’sinin çiftlik yaptığı tespit edilmiştir).
Toprağın durumu açısından ise Cumhuriyet’in ilk yıllarında ekilebilir toprakların yaklaşık %5’i işlenebilmekteydi. 1934 yılına gelindiğinde bu oran %17,9 a çıkmıştır. Ekilebilir topraklar tam iki katına çıkarılmış ve ülkeye gelen muhacir ve mübadillerin bunlardan istifade etmesi sağlanmıştır.
Tarım alanındaki en önemli gelişmelerden biri de Osmanlı döneminde köylülerden ürettikleri tarım ürünleri için %10 oranında alınan aşar vergisinin kaldırılmasıdır.
Millileşen ve Yaygınlaşan Ulaşım Ağı
Osmanlı döneminde ulaşım için demiryollarına ağırlık verilmiş ancak bunun için gerekli sermaye bulunamadığı için demiryolu ulaşımının kurulması ve işletilmesi tamamen yabancıların elinde kalmıştır.
Demiryolu ile ulaşıma büyük önem veren Cumhuriyet hükümetleri hat uzunluğu ve sayısını artırmanın yanında önemli oranda millileştirme faaliyeti gerçekleştirmiştir. Osmanlı Devleti’nden devralınan demiryolu ulaşımında 1923 yılı itibarıyla hat uzunluğu 3.756 km iken, 1938 yılına gelindiğinde ise uzunluk 7.148 km olmuştur. On iki yıllık savaş döneminin yıkımlarına karşın on beş yılda ortaya konulan %100’lük artış dikkate değer bir gelişmeyi işaret etmektedir. 2.500 km. uzunluğundaki (1923) karayolları, 1938 itibarı ile 21.575 km uzunluğa erişmiştir.
Büyüyen ve Güçlenen Ülke Ekonomisi
Osmanlı döneminde yerli üretim son derece kısıtlı olduğu için, dışarıya ancak tarım ürünü ve hammadde satımı yapılıyor mamul maddeler ise sadece ithal yoluyla temin edilebiliyordu. İhracat, ithalat giderlerinin ancak yarısını karşılayabiliyordu. Bu sıkıntı, devletin yeni yatırımlar yapmasını imkânsız kılıyordu. Ülkede gelir getirebilecek önemli işletmeler yabancı ülkeler tarafından işletilmesi genel olarak milli gelirin yetersiz kalmasındaki başka bir faktördü.
Bu nedenle Atatürk; siyasi, askeri başarıların ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik başarılar ile taçlandırılmazlarsa elde edilen zaferlerin az zamanda söneceği düşüncesiyle iktisadi yapımızın güçlendirilmesi ve geliştirilmesi hedefini göstermişti. Bu hedef sayesinde gayrisafi milli hâsıla 2 katına çıkmıştır. İhracat ve ithalat arasındaki fark neredeyse kalkarak eşitlenmiş, hatta ihracat ithalatı geçmiştir (1937 yılında karşılama oranı %120,6).
İdari Düzenlemeler
Düşman işgalinin ardında Anadolu insanı tam bir yıkıma maruz kalmıştır. Düşman işgalinden kurtarılan yerlerdeki durumu inceleyen hükümet ise acil olarak yapılacakların hukuk, idare ve sağlık üçgeninde gerçekleştirilmek üzere çalışmalara başladı. Çözüm yollarının Adliye, Dahiliye ve Sıhhiye Bakanları’ndan oluşan bir kurul tarafından hükümete önerilmesi ilk adım oldu. Birkaç gün sonra “Afyon’dan itibaren yakılıp yıkılmış köylerdeki halkın yemek, tohum gibi temel ihtiyaçlarının yanı sıra diğer gereksinimlerinin karşılanması için sosyal yardım komisyonları kuruldu.
Ekonomik kalkınma sağlanması ve halkın ihtiyaçlarının giderilmesi için üretimin arttırılması hedeflendi. Ancak savaş sonrası ülkedeki iş gücünün son derece zayıf olması üretimi olumsuz etkileyen en önemli faktörlerden biridir. İş gücünü artırmak için ekim ve hasat zamanlarında ağır cezaya mahkûm olanların dışındaki bütün hükümlülerden yararlanma yoluna gidildi. Üretime ayrılacak gücü bir an evvel arttırmak mecburiyeti, hükümeti askerlerden de yararlanmaya sevk etmiştir. Üretim ihtiyacına bağlı olarak, uygulama sonraki dönemde de devam ettirilmiştir.
Barış zamanında askerlere bulundukları yerin ziraat kuruluşları tarafından yeni ziraat usullerinin uygulamalı olarak öğretilmesi kararlaştırılmıştır. Askeri birliğin olduğu yerde zirai müessese yoksa milli Savunma Bakanlığının talebi üzerine İktisat Bakanlığı geçici olarak fen memurları ve ziraat aletlerini temin etmekle görevlendirilmiştir.
Devlet idaresinde çalışan memurların geri kazanılması yönünde düzenleme yapılmıştır. Milli mücadele aleyhine tavır almamış memurların görevlerine dönmesi ve ailelerinin maddi durumlarının düzeltilmesi için çalışılmıştır.
Samimi Bir Dindar Atatürk
Yarım yüzyılı aşkın bir süredir bazı ideolojik çevreler tarafından Türk halkına son derece çarpık bir mantık aşılanmaya çalışıldı. Buna göre, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk, dine karşı, materyalist düşünceyi savunan bir kişiydi. Dahası, dindar olmakla Atatürkçü olmak adeta zıt kavramlardı.
Ancak bu çarpık telkin günümüzde etkisini kaybetmiştir. Artık herkes bilmektedir ki bu, kendileri din karşıtı olup, bunu haksız yere Atatürk'e mal ederek, çarpık fikir ve düşüncelerini meşrulaştırmaya çalışan kişi ve çevrelerin başvurduğu bilinçli bir yanlış bilgilendirmeydi. Atatürk'ün hayatı ve düşünceleri araştırılıp incelendiğinde, materyalist kesimlerin öne sürdükleri bu tür iddiaların bütünüyle gerçek dışı olduğu ortaya çıkar.
Gerek Atatürk'ü yakından tanıyan kişilerin aktardıkları bilgiler, gerekse Atatürk'ün hayatını anlatan güvenilir kaynaklar incelendiğinde, Atatürk'ün materyalist, din karşıtı olmak bir yana, aksine sarsılmaz bir Allah inancına sahip, Kuran-ı Kerim'i kendisine rehber edinmiş samimi bir Müslüman olduğu görülecektir.
Atatürk'ün sağlam bir İslam inancına sahip olduğu, çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda da açıkça kendini göstermektedir. Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önderimiz'in yaptığı uygulamaları incelediğimizde de, bunların dinimizin özüne ve Kuran-ı Kerim'de tarif edilenlere uygun olduklarını görürüz.
Atatürk’ün pek çok kereler hayatını tehlikelere atarak milyonlarca Müslümanı düşmanın zulüm ve esaretinden kurtarması, Kuran-ı Kerim’in Türkçe mealini ve tefsirini yaptırması, en muteber hadis kitaplarından Sahih-i Buhari’yi Türkçe’ye tercüme ettirmesi, yanında sürekli Kuran-ı Kerim taşıması, İmam Hatip okullarını ve ilahiyat fakültesini açması, Balıkesir’de minbere çıkıp hutbe okuması, camilerin kiliseye dönüştürülme girişimlerine engel olması, düşman ordularına karşı Müslümanların tek cephe kurmasını sağlaması, onlara sahip çıkması, Atatürk'ün dinine, milletine ve tarihine gönülden bağlı bir insan olduğunun en açık göstergelerindendir.
Atatürk Olmasaydı Anadolu’da Neler Olurdu?
Atatürk Olmasaydı Türkiye nasıl bir ülke olurdu? Sorusunun cevabı, aslında “Atatürk Olmasaydı Türkiye diye bir ülke olur muydu?” şeklindeki sorunun arkasında gizlidir.
“Öncelikle Atatürk’ün Kurtuluş Savaşında ilk adımı atmadan önce Osmanlı’nın kâğıt üstünde bir devletçik haline dönüştüğünü, Anadolu’nun dört bir tarafının itilaf devletlerince paylaşıldığını hatırlamak gerekir.
Bu durumda Atatürk olmasaydı Anadolu üzerinde Ermeni, Rum ve Kürt bölgeleri (veya devletleri) kurulacak geri kalan bölgeler, İngiliz, Fransız ve Yunan işgaline uğrayacak onlar tarafından yönetilecekti. Osmanlı toprakları ve boğazlar üzerindeki emelleri bilinen Komünist Rusya Anadolu’yu işgal hareketine katılan bir başka ülke olacaktı. Bu durumda en azından Anadolu’nun bir kısmı kaçınılmaz olarak bir Sovyet Cumhuriyeti haline gelecekti.
Padişah İşgal devletlerine itaat etmek kaydıyla İstanbul’da ikamet edecek ancak ya etkisiz bir yönetime mahkum edilecek ya da işgalci güçlerin arzu ettikleri politikaları yürütmeye zorlanacaktı.
Anadolu’da yaşayan Türk halkı dönemin sömürgelerindekine benzer zulümlere mahkum kalacaktı. İnsanımıza dinini yaşama, dilini konuşma hakkı bile fazla görülecekti.
Nihayetinde halkımız Trakya’dan (Avrupa’dan) hatta Anadolu’dan sürgün edilecek, adeta yeni bir Anadolu toprakları üzerinde adeta yeni bir Bizans kurulacaktı. Anadolu’daki Müslümanlardan oluşan büyük nüfus, belki Ortadoğu’da belki de Kafkasya da sığınacakları yeni yurtlar arayacaklardı. Anadolu’da kalanlar Anadolu’nun tüm zenginliklerinin çıkarılıp işlenmesinde çalıştırılacak, ama elde edilen gelirler işgalci devletlerin olacaktı. İstanbul ve Çanakkale boğazlarının rejimi işgalci devletlerce düzenlenecek, tüm limanlarımız ve demiryollarımız yine yabancılar tarafından işletilecekti.
Bir şekilde Anadolu’nun bir kısmında bir Türk devleti kalmış olsa bile veya Osmanlı yönetimi devam etmiş olsa dahi ortaya çıkacak manzara hiçte iç açıcı olmayacaktı. Çünkü Osmanlı Devleti’nin son döneminde oldukça kötü durumdaki tarım, sanayi, ulaşım ile ilgili sorunlar büyüyerek devam edecekti. Bir yandan geçmişten gelen büyük borçlar, öte yandan işgal devletlerinin Anadolu’daki doğal kaynaklara el koyması, fakir durumdaki halkın büsbütün aç kalmasına yol açacaktı.
Yeni okullar açılıp yeni öğretmenler yetiştirilemeyecek; bu nedenle eğitim hizmetleri durma noktasına gelecekti. Bu durum yeni cahil kuşakların yetişmesine yol açacak, bağnazlık, komünizm ya da faşizm gibi aşırı uçlar ülke içinde kolaylıkla taraftar bulabilecekti. Ülke de taban bulan bu aşırı uçlar nedeniyle siyasal cinayetler ve isyanlar yoğunlaşarak devam edecekti. İşgal kuvvetlerinin güvenlik güçlerinin tasfiye etmiş olması nedeniyle anarşi ortamını durdurmak mümkün olmayacaktı.
Hastanelerde sağlık hizmetleri için son derece kısıtlı olan hizmetler ödenek yetersizliğinden tamamen duracaktı. Osmanlı’da baş göstermiş olan tifüs, kolera, verem, çiçek gibi hastalıklar salgın halinde toplum içinde yayılacak ve Anadolu’daki Müslüman Türk nüfusu salgınlar nedeniyle kırılacaktı.
Yaşanması kuvvetle muhtemel bu gelişmelerin gerçekleşmemiş olmasının yegâne sebebi Atatürk’tür. Atatürk, Türk Milleti'nin yetiştirdiği en eşsiz siyasi deha, en güçlü devlet adamı ve hiç şüphesiz en büyük kumandandır. Gerek doğuştan sahip olduğu yetenekler, gerekse hayatı boyunca kazandığı özellikler açısından, çok üstün ve seçkin niteliklere sahiptir. Onun üstün askeri dehası, ileriyi görebilme, her zaman isabetli kararlar verebilme, cesaret, çelik gibi bir irade, azim, kararlılık ve güçlü bir sorumluluk anlayışı gibi özelliklerle kendini gösterir. Onun askeri ve siyasi dehası tüm dünya tarafından da tartışmasız kabul görmüştür. Atatürk, hayatının uzun yıllarını savaş meydanlarında geçirmiş, ancak hiçbir zaman yenilgi tanımamış ender komutanlardan biridir. İşte bu nedenle Türk Milleti, insanlık tarihinde nadir olarak ortaya çıkan eşsiz kahramanlardan birine sahip olma ayrıcalığına sahiptir.
Atatürk'ün bizlere miras olarak bıraktığı Türkiye Cumhuriyeti, onun askeri ve siyasi dehasının bir neticesidir. Son derece şık giyim tercihinden, dinine gönülden bağlı olmasına kadar insanımıza örnek olmuştur. Tüm bu yaptıklarına karşın, halkın arasına karışmış Anadolu köylüsüyle aynı sofraya oturup sohbet etmiş, okullarda derslere katılmıştır. Atatürk, çağdaş ve medeni bir kişiliğe sahip, aynı zamanda da milli kültürüne sıkı sıkıya bağlı, sade ve samimi bir dindar, özünden hiçbir zaman taviz vermeyen, gerçek bir Osmanlı beyefendisiydi.
Atatürk, bir konuşmasında "Çağdaş bir cumhuriyet kurmak demek, milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir”[1] diyerek, Cumhuriyetin kurulması ve bekası için "insanca" yaşamanın önemine dikkat çekmiştir. Atatürk, milletimizin insanlık onuruna yakışır şekilde yaşaması için bu sorumluğu kendi omuzlarında hissetmiş, ülkeyi sahiplenmiş, artık misyonunu tamamladığına inandığı bir imparatorluğun üzerine yeni temellere dayanan bir devlet kurmuştur.
Bizlerin yapması gereken ise Atatürk'ün ilkelerini daima ayakta tutmak, milletçe bu konuda bilinçlenmek ve onun gösterdiği güzel ahlakı örnek almaktır. Bunun için ise, öncelikle Atatürk'ün ahlakını yakından tanımak ve ülkemiz için yaptıklarını öğrenmekle başlamalıyız.