Evrimcilerin hiçbir şekilde açıklayamadıkları ve bu nedenle de gözardı ettikleri binlerce yaratılış mucizesi vardır. Canlıların vücutlarındaki her sistem evrim için bir açmazdır. Çünkü solunum, sindirim, dolaşım gibi sistemlerin nasıl var olduklarını açıklamak, evrime göre hiçbir şekilde mümkün değildir.
Bunun mantığını biraz inceleyelim. Önceki sayfalarda da vurguladığımız gibi evrimin en temel iddiası, canlılığın tesadüfen oluştuğudur. Ancak karmaşık bir sistemi tesadüfle açıklamak mantığa aykırıdır. Örnek olarak mekanik bir saati düşünelim. Bir saati incelediğimizde onun onlarca küçük parçadan, çarklardan, yaylardan, kadranlardan oluştuğunu görürüz. Bu parçalar birbirlerine son derece uyumlu bir biçimde yerleştirilmişlerdir. Eğer tek bir parçada bir bozukluk olursa saat de bozulur. İşte bu denli karmaşık bir sistem, asla ve asla tesadüfen oluşamaz. Yani siz saati oluşturan tüm çarkları, kadranları, yayları ve saatin dış kaplamasını bir torbaya koyup çalkalasanız, ortaya bir saat çıkmaz. Tek bir anlamlı birleşim bile olmaz. Torbayı milyarlarca yıl da sallasanız, yine bir şey değişmez. Parçalar, bilinçli bir biçimde yerleştirilmezlerse, hep dağınık kalırlar.
İşte canlıların vücutları da bu şekildedir. Dahası kompleks bir canlının vücudundaki tek bir sistem bile bir saatten çok daha karmaşıktır. Tek hücreliler dışındaki tüm canlıların en temel sistemi olan kalp ve dolaşım sistemini ele alalım. Kalp kendi içinde çok kompleks bir yapıdır ve bir mühendislik örneğidir. Dahası kalbin işlev görebilmesi için kanı vücuda taşıyacak bir atardamar sisteminin var olması şarttır. Dağıtılan kanı toplayacak bir toplardamar sistemi de şarttır. Öte yandan karbondioksitle kirlenen bu kanı temizlemek için akciğer ya da solungaçların var olması, bunlarla kalp arasındaki bağlantının kurulması gerekmektedir. Kanı diğer atıklardan temizlemek için böbreklerin var olması da şarttır...
Bu liste uzar gider. Bir canlının yaşamını sürdürmesi için çok sayıda organın, tam ve eksiksiz biçimde ve aynı anda var olması gerekmektedir. Bunların tekinin bile çalışmaması o canlıyı birkaç dakikada ya da en fazla birkaç günde öldürür.
Peki bu denli karmaşık bir sistem nasıl var olmuştur? Tesadüf cevabı yine çok saçmadır. Çünkü tesadüfler ortaya bir anda mükemmel bir beden çıkaramazlar. Canlının birbirini izleyen küçük ve faydalı tesadüflerin oluşmasını bekleyecek zamanı da yoktur; tek bir organı olmasa hemen ölecektir. Kaldı ki hiçbir tesadüf tek bir böbrek ya da akciğer oluşturamaz.
Evrimciler bu gerçek karşısında şaşılacak bir kayıtsızlık gösterirler ve "madem varız, o halde bu imkansız gibi gözüken tesadüfler olmuş demek ki" gibi bir mantık yürütürler. Canlıların kanat, kulak, el gibi harika organlarına ise zaman zaman "evrim mucizesi" demektedirler. Bu terimin mantıksızlığı ise ortadadır.
Bir bilgisayarla karşılaşan insan, "bu bilgisayarı oluşturan parçalar, en küçük vidalarına kadar ayrıydı, sonra bir deprem oldu ve parçaların hepsi tesadüfen uygun yere gelip bu bilgisayarı meydana getirdiler" diyen bir kişiye kuşkusuz deli gözüyle bakacaktır. Canlıların "evrim mucizesi" ile oluştuklarını söylemek ise, bundan bile daha akıl dışı bir iddiadır.
İlerleyen sayfalarda bazı yaratılış delillerini inceleyecek ve bunları evrimle açıklamaya çalışmanın ne denli akıldışı olduğunu göstereceğiz.
Ünsan gözü, en gelişmiş fotoğraf makinesinden bile çok daha yeteneklidir. Bunun gösterdiği sonuç ise açıktır: Bir fotoğraf makinesi bilinçli bir tasarımın ürünü olduğuna göre, insan gözü de bilinçli bir yaratıllışın bir ürünü olmalıdır. |
Yaratılışa ilk örnek olarak gözü ele alabiliriz
Göz son derece olağanüstü bir organdır ve "tesadüf" ile açıklanması kesinlikle imkansızdır. Çünkü göz, örneğin insan gözü, 30'un üstünde ayrı organelden oluşmaktadır: retina tabakası, mercek, dış kaslar, gözyaşı bezleri, beyine giden sinirler gibi. Ve bir gözün çalışabilmesi için, bu farklı parçaların hepsinin aynı anda var ve çalışır olması gerekir.
Şimdi böylesine karmaşık bir organ olan gözün "tesadüfen" ortaya çıkmış olup-olamayacağını düşünelim: Evrime göre göz oluşumundan önceki canlılar, doğal olarak "gözsüz", yani göremeyen, görme kavramına sahip olmayan canlılardı. Böyle bir canlı nasıl bir "Evrim" sonucu göze kavuşmuş olabilir? Bu canlı, "görmek" diye bir kavramı bile tanımamaktadır ki, kendi kendine bir göz oluşturmayı denesin? (Siz, şu anda altıncı bir duyu tasarlayıp, onu algılayacak bir organ düşünebiliyor musunuz?) Bu canlının böyle bir "talebi" olsa bile, kendi vücudunda bir göz oluşturamayacağı ortadadır.
Gözün oluşumuyla ilgili olarak bir de klasik "tesadüf" açıklamasını düşünelim. Acaba gözü olmayan bir canlıda nasıl olur da "tesadüfen" bir göz oluşabilir? Önce "tesadüfen" kafatasının içinde göze uygun iki boşluk oluşmuş olabilir mi? Sonra yine "tesadüfen" bu boşlukların içinde içi ışığı geçiren bir sıvıyla dolu iki küre oluşmuş olabilir mi? Daha sonra, bu sıvıların ön tarafında yine "tesadüfen" ışığın kırılmasını sağlayan ve ışığı gözün arka duvarında odaklayan iki mercek oluşmuş olabilir mi? Daha sonra yine "tesadüfen", gözün etrafa bakabilmesi için göz kasları "kendi kendine" oluşmuş olabilir mi? Daha sonra, yine "tesadüfen" gözün arka duvarında, ışığı algılayabilecek retina tabakası oluşmuş olabilir mi? Daha sonra yine "tesadüfen", gözü beyne bağlayacak sinirler kendi kendilerine, durup dururken var olmuş olabilirler mi? Daha sonra yine "tesadüfen", gözün kurumamasını sağlayacak gözyaşı bezleri oluşmuş olabilir mi? Daha sonra yine "tesadüfen", gözü toz ve benzeri yabancı maddelerden koruyacak iki göz kapağı ve kirpik oluşmuş olabilir mi?
Düşünün, bunların hepsi tesadüfen oluşmuş olabilir mi? Üstelik saydığımız organların hepsinin aynı canlıda oluşmuş olması gerekir. Evrimcilerin kabulüne göre, vücut içinde çalışmayan organlar körelirler. Buna göre, eğer gözün herhangi bir parçası "tesadüfen" oluşmuş olsa bile—ki bu pratikte imkansızdır—bu parça bir işe yaramadığı için körelirdi. Çünkü gözün görebilmesi için, bütün parçaların tam olarak var ve çalışır olması gerekir. Ayrıca yalnız gözyaşı bezleri dahi olmasa, bir göz beş-on dakika içinde kurur ve işlevini yitirir.
Tüm bunlar, gözün asla tesadüfle açıklanamayacak kadar karmaşık bir tasarımın ürünü olduğunun göstergeleridirler. Var olan ilk göz, tam ve eksiksiz biçimde var olmuş, yani yaratılmıştır.
Bu yaratılmışlık sadece ilk göz için geçerli değildir. Aksine, bu kompleks organ, her canlı için ayrı ayrı, bir kez daha yaratılır. Anne karnında büyümekte olan bir bebeğin gözünün nasıl oluştuğuna bakmak, bu gerçeği görebilmek için yeterlidir.
Bu yazıyı okumanızı sağlayan ve yeryüzündeki en büyük mucizelerden biri olan gözleriniz kısa bir süre önce yoktu. Sizin, 'ben' diye nitelendirdiğiniz varlık, yani kendiniz ise, gözle görülemeyecek kadar küçük tek bir hücreden oluşuyordu. Derken bölündünüz iki hücre oldunuz, yine bölündünüz dört yeni hücre oldunuz. Bu bölünme milyonlarca kere tekrarlandı ve parmak büyüklüğünde bir et parçası oldunuz. Derken bu etin üzerinde iki küçük siyah leke belirdi. Günler geçtikçe bu lekeler bir çukur oldu ve içinde eşsiz bir organ kendi kendine oluşmaya başladı. Bu çukurun içinde göz bebeğiniz, merceğiniz, korneanız, retinanız, göz akınız, irisiniz, üzerinde göz kapaklarınız, altında göz pınarlarınız, içinde besin taşıyan bir sıvı, bu sıvıyı üreten pınarlar, gerekli her noktaya kan götüren milyarlarca kılcal damarınız bir uyum içinde yoktan var oldu. Bir süre sonra bu yazıyı okumanızı sağlayan gözlerinizin yaratılması tamamlandı ve doğum sonrasında dünyaya gözlerinizi açtınız.
Gözün oluşumunu öğrenmek için önce insan vücudunun gelişimini inceleyelim. Bilindiği gibi insan, tek bir hücrenin anne karnında bölünerek büyümesi sonucunda var olmuştur. Tek bir hücreden tam teşekküllü bir insanın ortaya çıkmasının sırrı hücrelerin çekirdeğinde bulunan DNA adlı molekülde gizlidir.
Göz yaklaşık 40 organelden oluşur. Gözün bu 40 organelinden herhangi birinin bulunmaması durumunda göz göremeyecektir. Dolayısıyla bir gözün görebilmesi için bu 40 organel diğer görmeyi sağlayacak sistemlerle birlikte aynı anda oluşmalıdır ki, bu ancak yaratılışla mümkündür. |
DNA'nın sahip olduğu milyonlarca basamaklık şifrelere, insana ait bütün bilgiler kaydedilmiştir. Şifreler yalnızca hücrenin anlayabileceği bir dilde yazılmıştır. Bu bilgiler organların yapılarından, kişinin fiziksel özelliklerine kadar vücudun bütün ayrıntılarını içerir. Anne karnındaki tek hücreden, bir insan oluşana kadarki bütün aşamalar DNA'daki bu bilgilere sadık kalmak suretiyle gelişir.
Normal şartlarda tek bir hücrenin bölünmesi sonucunda yine aynı tip bir hücre oluşmalıdır. Bu yüzden anne karnındaki tek bir hücrenin bölünmesi sonucunda da milyonlarca benzer hücrenin oluşturduğu bir et topu meydana gelmelidir. Fakat böyle olmaz. Bölünme sırasında birden hücreler arasında farklılaşma başlar. Bazı hücreler kemik hücrelerini, bazı hücreler göz hücrelerini, bazıları beyin hücrelerini oluşturur.
Peki ama nasıl olur da aynı atadan gelen iki hücre, üstelik DNA'ları birbirlerinin aynısıyken iki farklı hücre olurlar?
Hücrenin nasıl böyle bir karar aldığı bilimsel olarak açıklanamıyor. Zaten teknik olarak açıklanabilmesine de imkan yok. Bilinen tek şey göz hücresi olmak isteyen hücrenin milyonlarca basamak bilgi arasından yalnızca göze ait olanları kullanmaya başladığı, bu sayede göz hücresi olabildiğidir. Burada çeşitli sorular akla geliyor: Bir hücre neden göz hücresi olmak ister? Göze ait bilgileri milyonlarca farklı bilgi arasından nasıl bulur?
Yukarıda, hücrelerin nasıl birbirlerinden farklılaştıklarına kısaca değindik. Bu farklılaşma sonrasında akıl almaz bir olayla daha karşılaşıyoruz. Bu da değişik hücrelerin kendi aralarında organize olup karmaşık organları meydana getirmeleridir. Peki bu organizasyon nasıl sağlanır?
Hamileliğin ilk ayında gözlerin gelişimi başlar. Gözler beş haftalıkken tamamlanmamış siyah kapalı halka şeklindedir. (solda) Şeffaf gözkapakları 2. ayın sonunda kusursuzdur. (ortada) 5. ayda gözkapakları tamamen kapalı ve koruyucu yağlı bir maddeyle kaplanır. (sağda) Bu evreler sonucunda göz kapağı gelişimini tamamlar. Yeryüzünün en büyük mucizelerinden biri anne karnında yoktan var olur. |
Konumuz olan gözü ele alalım. Göz içiçe bir çok farklı katman ve organelden meydana gelir. Bu organel ve katmanların mutlaka bir düzen ve uyum içinde oluşmaları gerekir. Her hücre ne zaman ne yapacağını bilmelidir. İris, kornea, göz bebeği, göz merceği ve retinanın her birini oluşturan hücreler birbirlerinden farklıdır. Buna karşın tabakalar arasında bir karışma olmaz. Bu noktada bir çok soru ile karşı karşıya kalırız: Bu hücreler kendi aralarında nasıl anlaşmışlardır? Bir tabakaya ait hücre nasıl olur da öteki tabakaya karışmaz. Hücreler nereye kadar bölünüp, ne zaman duracaklarını nereden bilirler?
Hücreler arasında hayret verici bir zaman planı vardır. Farklı tabakalar bir uyum içinde oluşurlar. Bir organel oluşurken, aynı zamanda beraber çalışacağı diğer organel ve her ikisini birden besleyecek kan damarları da oluşur. Bağımsız organeller birbirlerinin ne önüne geçerler ne de geri kalırlar.
Çok kısaca tarif edilen bu gelişme sonucunda tek bir hücreden farklı organlar, bunları oluşturan farklı organeller oluşurlar. İnsanın bu oluşumda hiçbir kontrolü yoktur. Bir zamanlar bir "hiç" iken kendisini kusursuz bir vücut ile doğmuş bulur.
Unutmamanız gerekir ki aynanın karşısına geçtiğinizde gördüğünüz vücudun oluşumunda sizin hiçbir rolünüz olmadı. Hiçbir özelliğinizi kendiniz yaratmadınız. Kendinizi, gözleriniz, kulaklarınız, diğer organlarınız ve ruhunuzla birlikte yaratılmış buldunuz.
Fosil Kayitlari Canlilarin Yaratılışı Sonucu Varolduklarini Doğruluyor |
Yeryüzü tabakaları ve fosil kayıtları incelendiğinde, yeryüzündeki canlı hayatının birdenbire ortaya çıktığı görülür. Canlı fosillerine rastlanılan en derin yeryüzü tabakası, 500 milyon yıl ya- şında olduğu söylenen "kambriyen" tabakadır. Bu tabakada bulunan canlılar, hiçbir ataları olmaksızın birdenbire fosil kayıtlarında belirirler. Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller, sal- yangozlar, trilobitler, süngerler, solucanlar, denizanaları, deniz kirpileri, yüzücü kabuklular, deniz zambakları, ve diğer kompleks omurgasızlara aittir. Kompleks yaratıklardan meydana ge- len bu geniş canlı mozaiği şaşırtıcı bir biçimde aniden ortaya çıkmıştır. Bu yüzden jeolojik lite- ratürde bu mucizevi olay, "Kambriyen Patlaması" olarak anılır. Bu bilimsel gerçek canlıların evrimle değil, bilinçli bir yaratılış sonucunda ortaya çıktıkları- nın çok somut ve çarpıcı bir kanıtıdır. Bu tabakadaki canlıların çoğunda da, göz gibi son derece gelişmiş organlar ya da solungaç sistemi, kan dolaşımı gibi yüksek organizasyona sahip organizmalarda görülen sistemler bulu- nur. Fosil kayıtlarında bu canlıların atalarının olduğuna dair herhangi bir işarete rastlanılmaz. Earth Sciences dergisinin editörü Richard Monestarsky, canlı yaratıkların birdenbire ortaya çıkışlarını şöyle anlatır: Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden ortaya çıkmışlardır. Bu an, Kambriyen Devrin tam başına rastlar ki denizlerin ve yeryüzünün ilk kompleks yara- tıklarla dolması bu evrimsel patlamayla başlamıştır. Günümüzde dünyanın her yanına ya- yılmış olan hayvan filumları (takımları) erken Kambriyen Devir'de zaten vardırlar ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklıdırlar. (Richard Monestarsky, "Mysteries of the Orient", Discover, Nisan 1993, s. 40.) Canlılığın nasıl olup da böyle birdenbire binlerce hayvan çeşidiyle dolup taştığı ve hiçbir or- tak ataya sahip olmayan ayrı türlerdeki canlıların nasıl ortaya çıktığı, evrimcilerin asla cevapla- yamadıkları bir sorudur. Bu sebeple evrimci kaynaklar, Kambriyen Devri'nin öncesine, içinde hayatın başlangıcının oluştuğu ve "bilinmeyenin gerçekleştiği" 20 milyon yıllık hayali bir dönem koyarlar. Bu dönem "evrimsel boşluk" olarak adlandırılır. Ancak bugüne kadar hiç kimse, bu ev- rimsel boşluğun ne olduğunu açıklayamamıştır. İnatçı bir evrimci olan İngiliz biyolog Richard Dawkins de böyle açık bir gerçekle yüzleşme- nin sıkıntısını şöyle dile getirmektedir: "... 600 milyon yıllık Kambrian katmanları, başlıca omurgasız gruplarını bulduğumuz en es- ki katmanlardır. Bunlar, ilk olarak ortaya çıktıkları halleriyle, oldukça evrimleşmiş bir şekil- deler. Sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibiler. Ta- bii ki, bu ani ortaya çıkış, yaradılışçıları oldukça memnun etti." (Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, London: W. W. Norton, 1986, s. 229) İsveçli evrimci paleontolojist Stefan Bengtson, bu durumu şöyle açıklıyor: "Eğer canlılık tarihinde herhangi bir olay, insanın yaratılışı mitine benzetilecekse, o da çok hücreli organizmaların ekolojide ve evrimde baş aktör haline geldikleri okyanus yaşamın- daki ani farklılaşma dönemidir. Darwin'i şaşırtan (ve utandıran) bu olay bizi hala şaşırtmak- tadır." (Stefan Bengtson, Nature 345:765, 1990) Evet, gerçekten de bu kompleks canlıların hiçbir ataya veya geçiş formuna sahip olmadan aniden ortaya çıkışları bugün de evrimciler için oldukça şaşırtıcı ve can sıkıcıdır, tıpkı 135 yıl önce Darwin'e olduğu gibi. Çünkü evrimciler Darwin'den 135 yıl sonra bile bu esrara bir çözüm bulabilmekte Darwin'den daha öteye gidebilmiş değillerdir. Görüldüğü gibi fosil kayıtları, canlıların evrimin iddia ettiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir süreç izlediğini değil, bir anda ve en mükemmel halde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Kısaca canlılar evrimle oluşmamış, yaratılmışlardır. |
Göz yaşının üretimi ve gözden tahliyesini gerçekleştiren sistemlerde üstün bir yaratılış vardır. Şekilde göz yaşının göze akıtıldığı delikler ve tahliyesinin yapıldığı kanallar görülmektedir. Eğer göz yaşı tesadüfen oluşmuş bir sıvıysa niçin üretimi ve boşaltımı için insan vücudunda özel kanallar vardır? Sözü edilen kanallar gözkapağının veya kemiklerin içine oyulmuştur. Göz yaşı kendi kendine oluştuktan sonra, yüz kemiklerinin içinde bu sıvıyı uzaklaştıracak kanallar nasıl oluşmuştur? Dikkat çekici bir başka bir ayrıntı, tıpkı su tesisatlarının toprağın altından geçirilmesi gibi göz yaşı boşaltım kanallarının derinin altında, kemiklerin içinde bulunmasıdır. Bu sayede insan yüzü estetiğinden hiçbir şey kaybetmez. Tüm bu örnekler kusursuz bir yaratılışın delilidir. |
Çoğu insan evrim teorisini bilimsel olarak kesin kabul görmüş, doğruluğu tartışılmaz bir gerçek zanneder. Bunun nedeni evrimin belirli çevreler tarafından özellikle gündemde tutulmaya çalışılması ve dünya çapında evrim lehinde etkin bir propaganda yürütülmesidir.
Oysa zannedildiği gibi evrim, bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçek değil, hile, sahtekarlık ve göz boyamalarla benimsetilmeye çalışılan bir inançtır. Evrimin temel mantığı, dünya üzerinde varolan mükemmel sistemin bir Yaratıcı tarafından varedildiğini inkar etmektir. İşte bu yüzden evrim teorisi canlıların tamamen tesadüflere dayanan bir süreç sonucunda kendi kendilerine oluştuklarını iddia etmektedir.
Darwin'in bu teoriyi öne sürmesinden sonraki yıllarda teknolojinin ilerlemesi ile fikirlerinin kabul edilemez olduğu bilimsel olarak ispatlandı. Çünkü ortam şartlarının değişmesi ile vücut hücrelerinin yeni özellikler kazanamayacakları, bir şekilde kazandıkları varsayılsa bile -ki bu olanaksızdır- bu özellikleri bir sonraki nesile aktaramayacakları anlaşıldı. Böylece evrim teorisi daha en başından çöktü.
Çare olarak yeni bir aldatmacaya başvuruldu: Neo-Darwinizm. Yeni aldatmacaya göre mikro-mutasyonlar (küçük kalıtsal değişiklikler), bir türün bir başka türe dönüşmesini sağlayacak tek mekanizmaydı. Çünkü, bir canlının sahip olduğu bütün fiziksel özellikler, canlının hücrelerinde bulunan genler tarafından belirlenmekteydi. Bu genlerde olumlu bir değişim olmadığı sürece türde kalıcı bir değişim beklenemezdi. Evrimin en çok güvendiği mekanizma olan doğal seleksiyon, mutasyonlar tarafından desteklenmedikçe hiç bir işe yaramayacaktı.
Bu çıkmazlardan ilkini mutasyonların genel etkisi oluşturuyordu. Zararsız mutasyonlar ancak binde bir oranında görülebiliyordu, yani son derece nadirdi. Mevcut bir türün bir çok mutasyona maruz kaldığı düşünüldüğünde sonuç evrim açısından son derece ümitsizdi. Yararlılardan çok daha fazla olan zararlı mutasyonlar sonucunda birçok hilkat garibesi canlı oluşacak, var olan canlı türleri yok olacaktı. Evrimciler açısından en trajik olanı da ellerinde yararlı mutasyona delil oluşturacak hiçbir fosil bulunmamasıydı.
Göz değişik görevleri olan bir çok farklı tabaka ve bölümden oluşur ve bir bütün olarak çalışır. Tek bir tabakanın veya bölümün eksik olması gözü işe yaramaz bir et ve yağ yığını haline getirir. Kornea, iris, göz merceği, retina, gözbebeği etrafındaki kaslar, göz içinde bulunan pigmentler, gözyaşı bezleri, gözyaşının içinde bulunan dezenfektan maddeler, retinayı oluşturan koni ve çubuk hücreleri, bu hücrelerden çıkan sinyalleri beyine ileten sinir ağları, beyinde bulunan son derece gelişmiş bir görme merkezi gibi birbirleriyle uyum içinde çalışan mekanizmalara aynı anda ihtiyaç vardır. Bilim ve Teknik dergisinde yayımlanan bir yazıda bu durum şöyle ifade edilmiştir:
Gözlerin ve kanatların ortak özelliği ancak bütünüyle gelişmiş bulundukları takdirde vazifelerini yerine getirebilmeleridir. Bir başka deyişle eksik gözle görülmez, yarım kanatla uçulmaz.3
Gerçekten de insan gözünü incelediğimiz zaman görmekteyiz ki, bu organın işlevlerini yerine getirebilmesi için gözyaşı bezlerinin düzenli şekilde çalışıp gözü temiz tutmaları, koruyucu bir tabaka olan korneadan geçen ışığın pupilla tarafından uygun şiddette ayarlanması ve göz merceğinden geçerek ışık ve renge duyarlı 130 milyon civarındaki ağ tabaka hücresine düşmesi gerekir.
İşte bu denli kompleks bir organın, rastgele değişiklikler anlamına gelen mutasyonlarla oluşması kesinlikle imkansızdır.
Nitekim mevcut fosiller de gözlerin bir değişime uğramadan bugünkü eksiksiz ve mükemmel yapılarında yaratıldıklarını gösterirler. Çeşitli canlıların göz ve kanat yapıları incelendiğinde, kafadanbacaklıların (sefalopod) dahi milyonlarca yıldır aynı görme organlarına sahip oldukları, bir değişimin sözkonusu olmadığı görülecektir. Örneğin 1983 yılında Güney Fransa'nın Ardeche bölgesinde bulunan 155 milyon yıllık bir ahtapot fosilinin günümüzdeki ahtapotlardan hiçbir farkı olmadığı gözlemlenmiştir. Bu durum, canlının karakteristik gözlerinin 155 milyon yıldan beri aynı olduğunu, herhangi bir değişimin sözkonusu olmadığını göstermektedir.4
Kurbağaların özel retinaları, küçük ve hareketli siyah cisimleri daha hızlı algıla- malarını sağlar. Bu sayede sinekleri çok kolay farkederler. Dört çift göze sahip olan sıçrayan örümcek ise 300 derecelik bir açıyla etrafını seyreder. |
Evrimci bilim adamları da gözü evrim teorisi içinde bir yere oturtamazlar. Çaresizlik içinde "evrimin mucizesi" gibi komik bir ifadeye başvururlar. Türkiye'nin tanınmış evrimci bilim adamlarından Prof. Dr. Ali Demirsoy şöyle der:
Fakat tam oluşmuş bir gözün meydana gelmesi (memeli gözü gibi) birkaç yüz milyon yıldan eskiye uzanmaz. Bu karmaşık bir organın bu kadar kısa sürede oluşması evrimsel bir mucize kabul edilmektedir.5
Mucizenin tanımı ise şu şekildedir:
"Mucize insan aklının ölçülerini aşan tabiat yasalarının dışına çıkan, düşünce değil de dini inanca dayanan oluştur".6
Anlaşıldığı gibi bu harika mekanizmanın ancak bir mucize eseri olduğunu evrimciler de kabul etmek zorunda kalmışlardır. Ancak bu mucizenin nasıl olup da evrimin bir sonucu olduğu bir türlü anlaşılamamaktadır. Öne sürüldüğüne göre evrim "doğanın" bir eseridir. Mucize ise "doğaüstü" olaylara verilen isimdir. Bu durumda "doğanın" kendisinden "doğaüstü" bir olay beklemek hiç de mantıklı bir düşünce değildir. İnsan vücudunda göz kadar mükemmel yüzlerce mekanizma olduğu bilindiğine göre bizzat insanın bir mucize olduğu kabul edilmiş olmaktadır.
Gözün bir bütün olarak işlevini yapabilmesi ve zamanla gelişemeyecek kadar birbirine bağımlı kısımlardan meydana gelmesi evrimci bilim adamlarını çok zor durumda bırakmıştır. Ali Demirsoy bu durumu aynı eserinde şöyle ifade eder:
Üçüncü bir itiraza cevap vermek oldukça zordur... Karmaşık bir organ yarar sağlasa da birden nasıl oluşmuştur. Örneğin, omurgalılardaki gözün merceği, retinası, optik sinirleri ve görmek için etkili olan diğer kısımları birden nasıl oluşur. Çünkü doğal seçme, sinirinden ayrı olarak retina üzerinde seçici olamaz. Mercek oluşsa dahi retina olmadan anlam taşımaz, görme için tüm yapıların beraberce gelişmesi kaçınılmazdır. Ayrı ayrı geliştirilen kısımlar kullanılmayacağı için hem anlamsız olacak hem de belki zamanla ortadan kalkacaktır. Aynı zamanda hepsini birden geliştirmekte tahmin edilemeyecek kadar küçük ihtimallerin bir araya gelmesini gerektirmektedir.7
Memelilerin gözleri için yapılan bu bilimsel açıklamalardan sonra ahtapotlardaki gözün nasıl ortaya çıktığını aynı yazarın kitabından incelemeye devam edelim:
Evrimsel gelişme süreci içerisinde birbirine bağımlı olmadan gelişen ve özünde aralarında evrimsel bir ilişkinin olmadığı organlar da vardır. Örneğin ahtapotun gözleri ve memeli gözü hemen hemen aynı yapıda ve aynı işleri görmelerine karşın meydana geldikleri embriyolojik tabakalar farklı oldukları için analog organ sayılır.8
Hayvanların da son derece kompleks ve birbirlerinden farklı özelliklere sahip gözleri vardır. Bir sinek petek gözleri sayesinde etrafını 320 dereceye yakın bir açıdan görür. Bir kartal, iki ayrı lense sahiptir ve aynı anda hem geniş bir araziyi tarayıp hem de orada koşan bir tavşanı odaklayabilir. Balıklar ise su altında net görüntü elde etmelerini sağlayan özel gözlere sahiptirler. |
Yani evrimciler ahtapotun gözleri ile memeli gözünün arasında evrimsel bir ilişkinin bulunmadığını ve bunların birbirlerinden tamamen bağımsız olarak ayrı ayrı geliştiklerini öne sürüyorlar. Bu durumda memeli gözü için meydana gelen mucizenin (yazarın yukarıda ifade ettiği gibi) bir benzeri ahtapotta, bir diğeri böcek gözlerinde ve bir başkası da balık gözlerinde tekrarlanmış olmalıdır.
Eğer evrim modeli geçerli ise (!), üç ayrı gözün (böceklerde, mürekkep balıklarında, omurgalılarda) birbirinden bağımsız evrimleşmiş olmaları gerekir. Aynı imkansız gelişim, farklı canlılarda, aynı süreçte gerçekleşmek zorundadır. Ünlü evrimci Salisbury bu önemli gerçeği şöyle dile getirmiştir:
Benim son şüphem paralel evrim hakkındadır... Göz kadar kompleks bir organ bile muhtelif zamanlarda ayrı ayrı ortaya çıkmıştır. Mesela mürekkep balığında, omurgalılarda ve antropodlarda. Bunların bir defada ortaya çıktıklarını izah etmek yeteri kadar problem teşkil ederken modern sentetik teoriye göre, muhtelif defalar ayrı ayrı meydana geldikleri düşüncesi başımı ağrıtmaktadır.9
Gerçekten de mikro-mutasyonlarla açıklanması imkansız olan gözler, kanatlar, akciğerler vb. kompleks organların varlığı, Darwin'in de itiraf ettiği üzere teorisini kesinlikle yıkmaktadır. Darwin'in itirafı şu sözlerinde ifade edilmektedir:
Eğer çok sayıda birbirini takip eden küçük değişikliklerle kompleks bir organın meydana gelmesinin imkansız olduğu gösterilseydi teorim kesinlikle yıkılmış olacaktı.10
Kısacası, Darwin'in teoriyi ilk ortaya attığı yıllarda izah edemediği ve canlıların sahip olduğu "gözleri düşünmek beni bu teoriden soğuttu "dediği gözler, aradan geçen 100 yıla rağmen evrimciler tarafından hala izah edilememekte ve Ali Demirsoy'un tabiriyle "evrimsel bir mucize" olarak esrarını korumaktadır.11
Oysa evrimde "mucize" olmaz. Çünkü mucize, doğaüstü bir gücün doğaya müdahalesi ile gerçekleşir. Evrimcilerin bu çelişkili kavramla gizlemeye çalıştıkları gerçek ise yaratılıştır.
3. Bilim ve Teknik, sayı 203 s. 25.
4. New Science, 20 Ocak 1983, s. 155.
5. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s. 16.
6. Meydan Larousse, Cilt 9, s. 21.
7. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s. 74.
8. İbid, s. 523.
9. Frank Salisbury, "Doubts about the modern synthetic theory of Evolution", American Biology Teacher, September 1971, s. 338.
10. Charles Darwin, The Origin of Species, New York: Colier Books, 1962, s. 182; Charles Darwin, Türlerin Kökeni, 3.b. Ankara: Onur Yayınları, 1984, s. 177.
11. Cavit Yalçın, Evrim Teorisi, 2.b. İstanbul: Vural Yayıncılık, ss. 94-98.
12. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Maryland: Adler & Adler, 1986, s. 334.
13. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s. 80.