Darwin’in takipçileri, Darwin’in öne sürdüğü yavaş ve aşamalı evrim örneklerini, fosil kayıtlarında görebilmek için çok çaba gösterdiler. Darwin, bunların bulunamayışını "fosil kayıtlarındaki yetersizliğe" bağlamıştı. Aslında onun döneminde bile geniş örneklerini sunmuş olan ve Kambriyen patlaması gibi tarihin en erken döneminde tüm kompleks canlıların varlığını gösteren fosil kayıtları, bir mucize bulmak ümidiyle evrimciler tarafından araştırılmaya devam edildi. Amaç, Darwin’in haklı olduğunu göstermek, fosil kayıtlarının onun zamanında gerçekten yetersiz olduğunu kanıtlamak ve canlıların evrim geçirdiğine dair deliller, yani ara geçiş örnekleri bulabilmekti.
Ama fosil kayıtları, sürekli olarak Darwin’in beklentilerinden farklı sonuçlar verdi. Yeryüzünün neredeyse tamamı araştırılmıştı, yani kayıtlar artık yetersiz değildi. Darwin, kendi takipçilerinin gelecekte beklenen ara geçiş örneklerini bulacaklarına inandığını söylerken yanılmıştı. Fosil kayıtları, tek bir ara geçiş örneği bile vermiyordu. Bunun yerine fosil kayıtlarının ortaya çıkardığı gerçek, sayısız canlının, hiçbir değişim geçirmemiş olduğu ve kompleks yapılarıyla milyonlarca yıl önce yaşamış olduklarıydı. Fosil kayıtları Darwin’i yalanlamıştı. Ara geçiş örneği yokluğu ve stasis gerçeği, aşamalı evrime kesin olarak delil vermemekteydi.
Darwin’in aşamalı evrim modelinin stasis gerçeği karşısında büyük bir yenilgiye uğradığını açıkça gören ve bunu kabul eden evrimcilerin bazıları, bu gerçek karşısında evrimin "farklı bir şekilde işlediği" fikrini ortaya attılar. 1970 yılında Harvard Üniversitesi’nden paleontolog Stephen Jay Gould ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nden Niles Eldredge, Sıçramalı Evrim (Punctuated Equilibrium – Kesintiye Uğramış Denge) adıyla alternatif bir evrim teorisi geliştirdiler ve 1972 yılında bunu yayınladılar. Buradaki tek amaç, stasis gerçeğine bir açıklama getirmekti.
Hayali Çizim |
İki farklı canlı türünün özelliklerini taşıdığı iddia edilen, "ara canlılar" tarihin hiçbir döneminde yaşamamıştır. |
Aslında bu teori, 1930ılarda Avrupalı paleontolog Otto Schindewolf tarafından ortaya atılmış olan "Hopeful Monster" (Umulan Canavar) teorisinin yeniden düzenlenmiş bir haliydi. Schindewolf, canlıların, küçük mutasyonların zamanla birikmesi sonucuyla değil, ani ve dev mutasyonlarla evrimleştiklerini öne sürmüştü. Schindewolf teorisine örnek verirken, tarihteki ilk kuşun, bir "gross mutasyon"la, yani genetik yapıda tesadüfen meydana gelen dev bir değişiklikle, bir sürüngen yumurtasından çıktığını iddia etmişti.28 Aynı teoriye göre, bazı kara hayvanları, geçirdikleri ani ve kapsamlı bir değişiklikle birdenbire dev balinalara dönüşmüş olabilirlerdi.
Bilinen tüm genetik, biyofizik ve biyokimya kurallarına aykırı olan bu iddialar, ancak kurbağaların prenslere dönüştüğünü anlatan çocuk masalları kadar bilimseldi. Schindewolf'un bu fantastik "Hopeful Monster" teorisi, 1940'lı yıllarda da Berkeley Üniversitesi’nden genetikçi Richard Goldschmidt tarafından benimsendi ve savunuldu. Ama teori o kadar tutarsızdı ki, kısa zamanda terk edildi.
Gould ve Eldredge’i bu teoriye yeniden sarılmaya zorlayan etken ise, başta belirttiğimiz gibi fosil kayıtlarının hiçbir "ara form" olmadığını göstermesiydi. Bu kayıtlardaki "durağanlık" ve "aniden ortaya çıkış" gerçeği o kadar açıktı ki, bu iki isim, bu durumu açıklamak için "umulan canavarlar"a yeniden el atmak zorunda kaldılar. Gould'un, "Return of the Hopeful Monsters" (Umulan Canavarların Geri Dönüşü) adlı ünlü makalesi, bu zorunlu geri dönüşün bir ifadesiydi. 29
1. Niles Eldredge | 2. Stephen Jay Gould |
Elbette Gould ve Eldredge, Schindewolf'un fantastik teorisini aynen tekrarlamadılar. Teoriye "bilimsel" bir kimlik kazandırabilmek için, söz konusu "ani evrimsel sıçrayış"lara bir tür mekanizma geliştirmeye çalıştılar. (Teori için seçtikleri "punctuated equilibrium" şeklindeki ilginç terim, bu bilimsellik çabasının bir ifadesiydi.) Gould ve Eldredge’in teorisi ilerleyen yıllarda diğer bazı paleontologlar tarafından da benimsendi ve detaylandırıldı. Oysa sıçramalı evrim teorisi, en az Darwin’in aşamalı evrim teorisi kadar büyük çelişki ve tutarsızlıklarla doluydu.
Aşamalı evrim yanlıları, durağanlığı görmezden geliyorlardı ama fosil kayıtları sürekli olarak stasis örnekleri sergiliyor ve canlıların milyonlarca yıl boyunca değişmediğini öngörüyordu. S. J. Gould ve N. Eldredge’in diğer Darwinistlerden tek farkı, fosil kayıtlarındaki stasis gibi kesin ve mutlak bir gerçeğe artık kayıtsız kalınamayacağını fark etmeleriydi. Fosillerin ortaya koyduğu Yaratılış gerçeğini kabul etmektense, kendilerini yeni bir evrim anlayışı geliştirmeye mecbur hissetmişlerdi.
Stephen Jay Gould, bu konuyla ilgili olarak şu sözleri söylüyordu:
(Fosil kayıtlarındaki) eksiklik stasis’i nasıl tevil edebilir ki? ... stasis bir veridir. Eldredge ve ben, pek çok meslektaşımızın bu son derece açık noktayı anlayamamaları karşısında o kadar hayal kırıklığına uğradık ki, ... bu küçük sözcük öbeğini bir slogan halinde birleştirmeyi teşvik ettik. Bunu, bir hafta boyunca kahvaltılardan önce on kere söyleyin. O zaman bu konu bilinçsizce belleğinize yerleşecektir: "stasis bir veridir, stasis bir veridir..."30
Gould, Eldredge ve diğer sıçramalı evrim taraftarları, aşamalı evrim savunucularını, stasis gerçeğini görmemelerinden dolayı kıyasıya eleştirmektedirler. Aslında onların yaptıkları şey de, diğer Darwinistlerden farklı değildir. Fosil kayıtlarının bekledikleri gibi bir sonuç vermemesinden dolayı hayali evrimin şeklini değiştirmişler ve bunu oldukça detaylı şekilde kurgulamışlardır. Aşamalı evrim yanlılarına kızgınlıklarının ve yoğun eleştirilerinin tek nedeni, bu meslektaşlarının fosil kayıtlarındaki durağanlığı kabul etmedikleri sürece, kamuoyunda evrim teorisinin inandırıcılığını kaybetmesine sebep olacak olmalarıdır. İşte bu nedenle, fosil kayıtlarının gösterdiği gerçekler karşısında "artık doğruyu bulmuş" oldukları izlenimi oluşturmaya çalışmaktadırlar. Oysa sıçramalı evrim teorisi, en az aşamalı evrim kadar asılsız, delilsiz ve çürütülmüş bir teoridir.
Stephen Jay Gould'un "geçmişteki hatalı bakış açısı" ile ilgili itirafları, aşamalı evrim taraftarlarına yönelttiği bir eleştiridir:
Uzun zamandır stasis ve ani ortaya çıkış konusundan haberdarız. Ama bunu, yetersiz fosil kayıtlarının üzerine atmayı tercih ettik. 31
Niles Eldredge ise, aşamalı evrim taraftarlarının önemli bir gerçeği görmezden geldiklerini şu sözlerle anlatmaktadır:
Paleontologlar, Darwin’den beri (genellikle boşu boşuna), Darwin’in evrimsel sürecin doğal ürünü olarak düşündüğü, türlerin toplu değişim örnekleri olarak duran, sezilmeyecek şekilde birbirlerine dönüşen fosil dizilerini arayıp duruyorlar. Türlerin çoğunun, çeşitli çağlara ait jeolojik katmanlarda bulundukları süre boyunca, tam olarak aynı görünümde kaldıkları, neredeyse hiç değişmemiş oldukları ... şaşırtıcı bir gerçek olmasına rağmen, bu paleontologların az bir kısmı, buna (fosil arayışına) itiraz etmek için bir sebep görüyor.32
Resimde görülen 120 milyon yıllık kaplumbağa fosili, kaplumbağaların başka canlılardan türemediklerinin, herhangi bir ara aşamadan geçmediklerinin, milyonlarca yıldır aynı yapılarıyla var olduklarının bir delilidir. |
Niles Eldredge ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nden arkeolog Ian Tattersall fosil kayıtlarındaki durağanlık nedeniyle Darwin’in evrim iddiasının çürütülmüş olduğunu şu sözlerle vurgulamaktadır:
Darwin’in aşamalarla olsa da, yaygın olan ve şu ana kadarki tüm soyları etkileyen değişim iddiası çürütülmüştür. Fosil kayıtları karşımızdadır ve kayıtlar olağanüstü bir anatomik korunma göstermektedir. Darwin’in beklediği anlamda değişiklik, fosil kayıtlarında bulunmamaktadır. 33
Stephen Jay Gould başka bir sözünde, bir "evrimsizlik" delili olan durağanlığın evrim taraftarları tarafından nasıl görmezden gelindiğini şu şekilde anlatmaktadır:
Pek çok fosilleşmiş türün, tüm jeolojik yaşam süreleri boyunca stasis veya değişmezlik göstermeleri, tüm paleontologlar tarafından dile getirilmeyen ama bilinen bir gerçekti. Ama bu durum, neredeyse hiçbir zaman açık bir şekilde incelenmedi, çünkü hakim olan teori, stasis’i, evrimsizlik için cansız bir kanıt olarak görüyordu. … Stasis’in olağanüstü derecede yaygınlığı, fosil kayıtlarında utanç verici bir özellik halini aldı. İşte bu yüzden, hiçbir şeyi temsil etmiyor gerekçesi ile (yani evrimsizliği temsil ettiği için) bu gerçek görmezden gelinmeliydi.34
Gould ve Eldredge’in tüm çabaları, vazgeçemedikleri evrim teorisini fosil kayıtlarına uyarlayabilmekti. İşte bu nedenle stasis’i kendi alternatif evrim iddiaları için en önemli kanıt olarak ortaya attılar. Fosil kayıtlarındaki değişmezlik, her nasılsa değişimin bir delili haline getiriliyordu. Fosil kayıtları teoriye uygun hale gelmeyince, teori fosil kayıtlarına uygun hale getirilmişti. İşte sıçramalı evrim teorisi bu anlayışla ortaya atıldı.
Oxford Üniversitesi müzesi zoolojik koleksiyonlar müdürü Tom S. Kemp, New Scientist dergisindeki makalesinde, tıpkı sıçramalı evrim örneğinde olduğu gibi, "bulguların nasıl evrim teorisine delil haline getirildiğini" şu sözlerle ifade ediyordu:
... farz edilen evrimsel süreçler, bu süreçlerin meydana getirmesi gereken fosil örneklerine uymadığında, bu örnek genellikle "yanlış" olarak tanımlanır. Dolambaçlı bir argüman başlar: Fosil kayıtlarını evrim teorisine göre yorumla, yorumu gözden geçir ve bunun teoriyi onayladığını kaydet. Şimdi onaylıyor, değil mi? 35
Sıçramalı evrim taraftarlarına göre, fosil kayıtlarındaki stasis, "kesintiye uğramış denge" (punctuated equilibrium) şeklinde ifade edilen teorideki "denge"yi teşkil ediyordu. Sıçramalı evrim iddiasına göre türler, birkaç bin yıl gibi kısa bir süre içinde evrimleşiyorlar, sonra bir stasis dönemi içine giriyor ve milyonlarca yıl boyunca değişmeden kalıyorlardı. Dolayısıyla, ortaya attıkları bu iddianın canlıların büyük bir bölümünde görülen stasis gerçeğini açıkladığını düşünüyorlardı. Fosil kayıtlarının evrime meydan okuduğu gerçeği, onlara göre bu şekilde örtbas edilmiş oluyordu. Oysa bu, büyük bir aldatmacaydı.
Sıçramalı evrim teorisi, bugünkü haliyle, canlı popülasyonlarının çok uzun süreler boyunca değişim göstermediklerini, bir tür "denge" (equilibrium) durumunda kaldıklarını kabul eder. Bu iddiaya göre evrimsel değişiklikler, çok kısa zaman aralıklarında ve çok dar popülasyonlar içinde gerçekleşir. (Denge, kesintiye, yani "punctuation"a uğratılır.) Popülasyon çok dar olduğu için büyük mutasyonlar çok kısa sürede doğal seleksiyon yoluyla seçilir ve böylece yeni tür oluşumu sağlanır.
Bu teoriye göre, örneğin bir sürüngen türü milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişikliğe uğramadan yaşamını sürdürür. Ancak bu sürüngen türünün içinden bir şekilde ayrılan az sayıdaki bir grup sürüngen, nedeni açıklanamayan bir seri yoğun mutasyona maruz kalır. Bu mutasyonların avantaj sağlayanları (gözlemlenebilmiş hiçbir faydalı mutasyon örneği yoktur) bu dar grup içinde hızlı bir biçimde seçilir. Grup hızla evrimleşir ve kısa sürede bir başka sürüngen türüne, hatta belki de memelilere dönüşür. Tüm bu süreç çok hızlı olduğu ve dar bir popülasyonda gerçekleştiği için de, geriye çok az fosil izi kalır.
Dikkat edilirse, aslında bu teori, "geride fosil izi bırakmayacak kadar hızlı bir evrim süreci nasıl hayal edilebilir?" sorusuna cevap geliştirmek için ortaya atılmıştır. Bu cevabı geliştirirken de, iki temel varsayım kabul edilmektedir:
1. "Makro mutasyonların", yani canlıların genetik bilgisinde büyük değişimler oluşturan geniş çaplı mutasyonların, canlılara avantaj sağladıkları ve yeni genetik bilgi ürettikleri varsayımı.
2. Sayıca dar olan hayvan popülasyonlarının, genetik yönden daha avantajlı oldukları varsayımı.
Oysa her iki varsayım da bilimsel bulgularla açıkça çelişmektedir.
Sıçramalı evrim teorisi, az önce belirttiğimiz gibi tür oluşumuna yol açan mutasyonların çok büyük ölçeklerde gerçekleştiğini ya da bazı bireylerin üst üste yoğun mutasyonlara maruz kaldıklarını varsaymaktadır. Oysa bu varsayım, genetik biliminin tüm gözlemsel verilerine aykırıdır.
Yüzyılın ünlü genetikçilerinden R. A. Fisher’ın deney ve gözlemlere dayanarak ortaya koyduğu bir kural, bu varsayımı açıkça geçersiz kılmaktadır. Fisher, The Genetical Theory of Natural Selection (Doğal Seleksiyonun Genetik Teorisi) adlı kitabında, "bir mutasyonun, bir canlı popülasyonunda kalıcı olabilmesinin, mutasyonun fenotip üzerindeki etkisiyle ters orantılı" olduğunu bildirir36 Bir başka deyişle, bir mutasyon ne kadar büyük olursa, toplulukta kalıcı olma ihtimali de o kadar azalır.
Bunun nedenini görmek de zor değildir. Mutasyonlar, canlıların genetik bilgisinde rastlantısal değişiklikler oluştururlar ve hiçbir zaman canlının genetik bilgisini geliştiren bir etkileri yoktur. Aksine, mutasyondan etkilenen bireyler, ciddi hastalık ve sakatlıklara maruz kalır. Dolayısıyla bir birey mutasyondan ne kadar fazla etkilenirse, yaşama ihtimali de o kadar azalacaktır.
Darwinizm’in ısrarlı savunucularından Harvard Üniversitesi evrim biyoloğu Ernst Mayr, bu konuda şu yorumu yapar:
Mutasyonlar sonucunda genetik canavarların oluşması gerçekten de gözlemlenen bir olgudur, fakat bunlar o kadar garibe canlılardır ki, ancak "umulmayan canavarlar" olarak tanımlanabilirler. O denli dengesizleşmişlerdir ki, dengeleyici seleksiyon mekanizması yoluyla elenmekten kurtulmak için hiçbir imkanları yoktur... Gerçekte bir mutasyon fenotipi ne kadar çok etkilerse, onun (doğal ortama olan) uygunluğunu o kadar azaltır. Bu tip radikal bir mutasyonun, farklı bir adaptasyon sağlayacak yeni bir fenotip oluşturacağına inanmak, bir mucizeye inanmak demektir... Bu "umulmayan canavara" çiftleşeceği uygun bir eş bulmak ve bunların, popülasyonun normal bireylerinden türeyici bir biçimde izole edilmeleri de, bence asla aşılamayacak zorluklardır. 37
Mutasyonların evrimsel bir gelişme sağlamadığı açıktır ve bu gerçek sıçramalı evrim teorisini çıkmaza sürüklemektedir. Mutasyon bir tahrip mekanizması olduğuna göre, sıçramalı evrim savunucularının sözünü ettikleri makromutasyonlar, canlılar üzerinde "makro" düzeyde tahribatlar oluşturacaktır. Kimi evrimciler, DNA’daki "düzenleyici genler" (regulatory genes) üzerinde oluşan mutasyonlara umut bağlamaktadırlar. Ama diğer mutasyonlar için geçerli olan tahrip edici özellik, bu mutasyonlar için de geçerlidir. Sorun, mutasyonun rastgele bir değişim olması sorunudur. Genetik bilgi gibi kompleks bir yapı üzerindeki her türlü rastgele değişim, zararlı sonuçlar verir.
Genetikçi Lane Lester ve popülasyon genetikçisi Raymond Bohlin, The Natural Limits to Biological Change (Biyolojik Değişimin Doğal Sınırları) adlı kitaplarında söz konusu mutasyon çıkmazını şöyle anlatırlar:
Sonuçta dönüp-dolaşıp gelinen temel nokta, herhangi bir evrim modelinde, her türlü genetik varyasyonun mutlak kökeninin mutasyon oluşudur. Bazıları, küçük mutasyonların birikmesi düşüncesinin sonuçlarından rahatsız olmakta ve evrimsel yeniliklerin kökenini açıklamak için makromutasyonlara yönelmektedir. Goldschmidt’in umulan canavarları gerçekten de geri dönmüştür. Ancak makromutasyonlar tarafından etkilenen popülasyonlar, gerçekte yaşam mücadelesinde yenik düşen popülasyonlar haline gelmektedir. Makro mutasyonların, komplekslik artışı sağlamasının (genetik bilgiyi geliştirmesinin) ise izi bile yoktur. Eğer yapısal gen mutasyonları (küçük mutasyonlar) gerekli değişimleri oluşturmakta yetersiz kalıyorlar ise, düzenleyici genler üzerindeki mutasyonlar daha da işe yaramaz olacaktır, çünkü adaptasyon sağlamayan ve hatta yıkıcı etkiler oluşturacaktır... Bir nokta son derece açıktır: Mutasyonların, ister büyük isterse küçük olsunlar, sınırsız bir biyolojik değişim oluşturabilecekleri tezi, bir olgudan çok bir inanç olarak kalmaya devam etmektedir. 38
Gözlem ve deneyler, mutasyonların genetik bilgiyi geliştirmediğini ve canlıları tahrip ettiğini gösterirken, sıçramalı evrim savunucularının mutasyonlardan büyük "başarılar" beklemeleri, açık bir tutarsızlıktır.
Sıçramalı evrim savunucularının vurgu yaptıkları ikinci kavram, "dar popülasyonlar" kavramıdır. Buna göre, yeni bir türün oluşumunun, ancak sayıca son derece az hayvanı ya da bitkiyi barındıran topluluklarda gerçekleştiğini ifade ederler. Bu iddiaya göre, çok sayıda hayvanı barındıran popülasyonlar, evrimsel bir gelişme göstermezler ve "stasis" (durağanlık) halini korurlar. Ancak bu popülasyonlardan bazen küçük gruplar ayrılır ve bu "izole" gruplar sadece kendi içlerinde çiftleşir. (Bunun çoğu zaman coğrafi şartlardan kaynaklandığı varsayılır.) Kendi içlerinde çiftleşen bu küçük gruplarda ise makromutasyonların etkili olduğu ve çok hızlı bir "türleşme" yaşandığı iddia edilir.
Acaba sıçramalı evrim savunucuları neden dar popülasyonlar kavramı üzerinde durmaktadırlar? Sorunun cevabı açıktır: Amaçları, fosil kayıtlarındaki ara form yokluğuna bir "açıklama" getirmeye çalışmaktır. "Evrimsel değişiklikler çok dar popülasyonlarda ve çok hızlı gelişti ve dolayısıyla geriye yeterince fosil izi kalmadı" şeklindeki anlatımlarını bu nedenle ısrarla vurgularlar.
Oysa son yıllarda yapılan bilimsel deney ve gözlemler, dar popülasyonların genetik yönden evrim teorisi için avantajlı değil, dezavantajlı olduğunu ortaya koymaktadır. Dar popülasyonlar, yeni bir tür oluşumuna yol açacak şekilde gelişmek bir yana, aksine ciddi genetik bozukluklar ortaya çıkarmaktadır. Bunun nedeni, dar popülasyonlarda, bireylerin sürekli dar bir genetik havuz içinde çiftleşmeleridir. Bu yüzden normalde "heterozigot" olan bireyler giderek "homozigot" haline gelmektedir. Bunun sonucunda da, normalde çekinik (resesif) olan bozuk genler, baskın (dominant) hale gelmekte ve böylece popülasyonda giderek daha fazla genetik bozukluk ve hastalık ortaya çıkmaktadır.39
Bu konuyu incelemek için, tavuklar üzerinde 35 yıl süren bir gözlem yapılmıştır. Gözlemlerde, dar bir popülasyon içinde tutulan tavukların giderek genetik yönden zayıf hale geldiği belirlenmiştir. Tavukların yumurta üretimi %100'den %80’e düşmüş, üreme oranı da %93’ten %74’e inmiştir. Ancak insanların bilinçli müdahalesiyle, yani başka bölgelerden getirilen tavukların popülasyona karıştırılmasıyla, bu genetik gerileme durmuş ve tavuklar normalleşme eğilimine girmiştir.40
Bu ve benzeri bulgular, sıçramalı evrim savunucularının sığındıkları "dar popülasyonlar evrimsel gelişmelerin kaynağıdır" şeklindeki iddianın bilimsel bir geçerliliği olmadığını açıkça göstermektedir. James W. Valentine ve Douglas H. Erwin, sıçramalı evrim mekanizmalarıyla yeni bir türün oluşmasının imkansızlığını şu sözlerle ifade etmişlerdir:
Gereken değişiklik hızı, ya birkaç büyük adım veya çok sayıda ve aşırı derecede hızlı küçük adımlar anlamına gelir. Büyük adımlar, sıçramalarla eşdeğerdir ve uygunluk bariyerleri problemini beraberinde getirir. Küçük adımlar sayısız olmalıdır ve mikroevrim başlığı altında tartışılan problemleri beraberinde getirir. Stasis süreleri, tüm soyun, fosil kayıtlarında bulunması ihtimalini ortaya çıkarmaktadır ama burada tekrar yinelemek gerekirse, gerçek olduğunu varsaydığımız ara formlardan hiçbirini bulamadık. Son olarak, içinden başarılı soyun seçildiği havuzu oluşturmak için üretilmesi gereken oldukça fazla sayıda tür, hiçbir yerde bulunamamıştır. Sonuç olarak, türlerin seçiminin, daha üst biyolojik kategorilerin kökenine dair genel bir çözüm oluşturma ihtimali yüksek değildir. Aynı zamanda türler seviyesindeki evrimsel değişimleri açıklamak için çelişen teorilerin hiçbiri, -yani kalıtımsal aşamalı evrim veya sıçramalı evrim-, yeni vücut planlarının kökeni problemine uygulanabilir gözükmemektedir.41
Sıçramalı evrimin hayali mekanizması, bugün bilimsel olarak tam anlamıyla çürütülmüştür. Canlıların söz konusu metodlarla evrimleşemeyeceği ispatlanmıştır. New York State Üniversitesi’nden Jeffrey S. Levinton’ın da belirttiği gibi, türlerin söz konusu oluşumu, eğer fosil kayıtlarında açıkça görülemiyorsa, teorinin test edilebilme imkanı yoktur. Levinton, buradan yola çıkarak şu sonuca varmıştır: "Kanıtların tamamı bunu (sıçramalı evrimi), takip etmeye değmeyecek bir teori haline getirmektedir."42
Elbette bu doğrudur. Teorinin temellerini oluşturan iddiası, bilimsel olarak yalanlanmıştır. Ama asıl önemli olan, teorisyenlerin yola çıktıkları fosil kayıtlarının sıçramalı evrime hiçbir delil kazandırmadığı, aksine teoriyi çürüttüğü gerçeğidir. Sıçramalı evrimin iddia ettiği, milyonlarca yıl süren "denge" durumundaki canlıların fosilleri, fosil kayıtlarında milyonlarcadır. Ama her nedense, yine teoriye göre binlerce yıl sürmesi gereken evrimleşmenin izinden eser yoktur. Fosil kayıtları, evrim geçirmesi beklenen sayısız canlının tek bir örneğini bile vermemektedir. Sıçramalı evrimin, herhangi bir şekilde işlediğini gösteren tek bir delil bulunmamaktadır. Evrimciler, büyük bir çaresizlik eseri olarak, Yaratılış gerçeğinin en büyük delillerinden bir tanesini alıp bunu evrime dayanak noktası yapmaya çalışmaktadırlar. Bu gerçek, içine düştükleri vahim durumu açıkça belgelemektedir.
Böylesine tutarsız bir teori, nasıl popüler hale gelmiştir? Şu bir gerçektir ki, sıçramalı evrim savunucularının neredeyse hepsi fosil bilimcidir. Dolayısıyla bu paleontologlar, fosil kayıtlarının Darwinist teoriyi yalanladığını açıkça görmektedirler.
1. Yılan yıldızlarının milyonlarca yıl boyunca hiç değişmediğini gösteren 150 milyon yıllık yılan yıldızı fosili. 2. 50 milyon yıl yaşındaki Percopsidae fosilinin günümüzde yaşamakta olan örneklerinden hiçbir farkı bulunmamaktadır. 3. 208 - 146 milyon yıl yaşındaki ıstakoz fosiliyle günümüzde yaşayan örnekleri arasında hiçbir fark bulunmamaktad›r. |
Adeta bir panik yaşamakta ve teoriyi her ne pahasına olursa olsun ayakta tutmaya çalışmaktadırlar.
Öte yandan genetikçiler, zoologlar ya da anatomistler, doğada bu tür "sıçramalar" oluşturacak bir mekanizma olmadığını görmekte ve bu nedenle de ısrarla Darwinist kademeli evrim modelini savunmaktadırlar. Oxford Üniversitesi zooloğu Richard Dawkins, sıçramalı evrim modelini savunanları şiddetle eleştirmekte ve onları "evrim teorisinin inandırıcılığını ortadan kaldırmakla" suçlamaktadır.
İki taraf arasındaki bu sonuçsuz diyaloğun ortaya koyduğu asıl sonuç ise, evrim teorisinin içine düştüğü bilimsel krizdir. Ortada hiçbir deney, gözlem ya da paleontolojik bulgu ile uyuşturulamayan hayali bir "evrim" efsanesi vardır. Ortaya atılan hiçbir iddia test edilememektedir. Her evrimci teorisyen, bu efsaneye kendi uzmanlık alanına göre bir dayanak bulmaya çalışmakta, ancak diğer bir bilim dalının bulguları ile çatışmaya girmektedir. Bu karmaşa, kimi zaman "bilim bu tür akademik tartışmalarla ilerler" gibi yüzeysel yorumlarla geçiştirilmeye çalışılmaktadır. Oysa sorun, bu tartışmaların, doğru bir bilimsel teoriyi geliştirmek adına yapılan fikir jimnastikleri değil, yanlış bir teoriyi inatla savunmak adına yapılan dogmatik spekülasyonlardan ibaret olmasıdır.
Sıçramalı evrim teorisyenlerinin istemeden ve farkında olmadan ortaya koydukları gerçek ise, fosil kayıtlarının hiçbir şekilde evrim kavramıyla uyuşmadığını göstermeleri ve kayıtlardaki en önemli gerçeklerden biri olan stasisi görülür hale getirmeleridir. Gould bunu şu sözlerle ifade etmiştir:
… kaçınılmaz olarak evrimin yokluğu anlamına gelen stasis, bir konu değilmiş gibi muamele gördü. Oysa tüm paleontolojik olguların en yaygın olanının ilgi veya dikkat gösterilemeyecek bir konu olarak tanımlanması ne kadar da garip!43
Artık Darwinistlerin tümü, görmek istemedikleri, bile bile arka plana attıkları, bir veri olarak bile kabul etmedikleri fosil kayıtlarındaki stasis gerçeğini, kabul etmek zorunda kalmışlardır. Fosil kayıtlarında evrim geçirmekte olan canlıların belgelenmeyişi, yani kayıtlarda ara geçiş formlarının bulunmaması ise, stasis üzerine yapılan tüm spekülasyonları ortadan kaldırmış ve bunun açıkça Yaratılış gerçeğinin en önemli delili olduğunu ortaya koymuştur. Sıçramalı evrim, hem ileri sürdüğü mekanizmalar, hem de delil olarak göstermeye çalıştığı fosil kayıtları tarafından çürütülmüş durumdadır.
28 Stephen M. Stanley, Macroevolution: Pattern and Process, San Francisco: W. H. Freeman and Co. 1979, s. 35, 159.
29 Gould, S. J. 1980. "Return of the Hopeful Monster"; The Panda’s Thumb, New York, New York: W. W. Norton Co., s. 186-193.
30 http://www.blavatsky.net/features/newsletters/2005/fossil_record.htm
31 Stephen J. Gould, "The Paradox of the First Tier: An Agenda for Paleobiology", Paleobiology, 1985, s. 7 - http://www.genesispark.org/genpark/after/after.htm
32 Niles Eldredge, "Progress in Evolution?", New Scientist, vol. 110, 1986, s. 55 - http://www.genesispark.org/genpark/after/after.htm
33 N. Eldredge and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, 1982, s. 48
34 Stephen J. Gould, "Cordelia’s Dilemma", Natural History, 1993, s. 15
35 Kemp, Tom S., "A Fresh Look at the Fossil Record", New Scientist, vol. 108, 1985, s. 66-67
36 R. A. Fisher, The Genetical Theory of Natural Selection, Oxford, Oxford Univesity Press, 1930
37 Ernst Mayr, Populations, Species, and Evolution, Cambridge, Mass: Belknap Press, 1970, s. 235
38 Lane Lester, Raymond Bohlin, The Natural Limits to Biological Change, Probe Books, Dallas, 1989, s. 141
39 M. E. Soulé and L. S. Mills, "Enhanced: No Need To Isolate Genetics", Science, 1998, vol. 282, s. 165
40 R. L. Westemeier, J. D. Brawn, J. D. Brawn, S. A. Simpson, T. L. Esker, R. W. Jansen, J. W. Walk, E. L. Kershner, J. L. Bouzat and K. N. Paige, "Tracking The Long-term Decline and Recovery of An Isolated Population", Science, 1998, vol. 282, s. 1695.
41 Valentine and Erwin, 1985, s. 96 - http://www.arn.org/docs/abstasis.htm
42 http://www.dhushara.com/book/evol/evop.htm
43 Gould. S. J. and Eldredge. N., 1993. "Punctuated Equilibrium Comes of Age", Nature, 366, s. 223, - http://www.answersingenesis.org/tj/v8/i2/punct.asp