Bir milletin devlet kurma ve yönetmedeki yeteneği, hiç şüphesiz, o milletin kendine özgü değerleri ile yakından ilgilidir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Türkler'in tarih boyunca kurmuş oldukları büyük devletlerin çokluğu, Türk Milleti'nin teşkilatçılığının bir göstergesidir. Tarihte eşine ender rastlanır bu başarıyı tam anlamıyla kavrayabilmek için Türk Milleti'nin medeniyet ve kültürünü, üstün ahlakını, vatan ve millet anlayışını, idari ve askeri yapılanmasını iyi tanımak gereklidir.
Türk Milleti sadece kendisi için değil, aynı zamanda hakimiyeti altındaki tüm milletler için Türk'e yakışır bir şekilde hareket etmiştir. Osmanlı Devleti'nin üç kıtaya yayılmış sınırları üzerinde, onlarca milleti yüzyıllar boyu barış içinde birarada tutmasının özünde Türk'ün yüksek seciyesi yatar.
Herşeyden önce, Türkler'de kan bağına dayanan asillik, aralarında uçurumlar bulunan kast veya sınıflar yoktur. Türkler'de millet devletin, devlet de milletin hizmetindedir.
Osmanlılar'da millet kavramı yalnızca Türkler'i değil, devlet içindeki tüm insanları kapsayan bir anlayışın ifadesidir. Atatürk'ün "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözü ve "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuranlara ve burada yaşayanlara Türk denir" tanımlaması da, bütünleştirici bir anlayışın ifadesidir.
İlerleyen sayfalarda Türk'ün yüksek karakteri tarihten örneklerle gözler önüne serilecektir. Yabancı gözüyle Türk'ün seciyesine özel bir yer ayrılacaktır. İster dost olsun ister düşman, herkesin ittifakla kabul ettiği bu üstün seciye detaylarıyla ele alınacaktır.
Türk orduları tarih boyunca tüm milletlere örnek olmuştur. Düşmanlarına korku, dostlarına ise güven vesilesi olan Türk askeri bugün de üstün vasıflarıyla tüm dünyaya örnektir. | ||
Türkler'in ön plana çıkmış meziyetlerinden biri doğuştan asker olmalarıdır. Türk askeri cesur, fedakar ve itaatkardır. Tarih boyunca kurulan Türk devletlerinin temeli düzenli bir askeri teşkilata dayanmıştır. Askerlik, Türkler'de milli bir görev olmuştur. Türkler'in mükemmel askeri kuruluşları ve değerli komutanları tüm dünyanın hayranlığını kazanmıştır. Arap düşünür Cahiz, "Türk'e karşı hiçbir şey duramaz. Hiçbir kimse onu, yutulacak bir lokma olarak kabul edemez"43 diyerek Türk ordularının üstünlüğüne işaret etmiştir.
Kanuni devrinde 7 yıl boyunca (1555-1562) Avusturya sefiri olarak İstanbul'da bulunan Ogier Ghiselin de Busbecq, Türkler'in askeri yönünden şöyle söz eder:
"Türkler, sefer esnasında sabırlı, tahammüllü ve iktisatlı hareket ederler. Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese edince istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bu ordu galip gelecek ve payidar olacak, biz ise mahvolacağız. Çünkü Türkler hiç sarsılmamış kuvvete sahip oldukları gibi, kendilerine has zafer itiyatları, meşakkatlere tahammül kabiliyeti, intizam, disiplin, kanaatkarlık ve uyanıklık var."44
Türk devletlerinin kuruluş ve gelişmelerinde askeri teşkilatlanmanın önemi inkar edilemez. Tarih boyunca Türk orduları diğer tüm milletlerin hem imrendikleri hem de korktukları, çekindikleri bir güç olmuştur. Türk askeri, düşmanlarına korku dostlarına ise büyük güven vermiştir. Bu güven İmam-ı Azam tarafından "Kılıç, Türkler'in elinde bulunduğu sürece senin dinine zeval yoktur"45 şeklinde dile getirilmiştir. Bu sözle İmam-ı Azam, Türk askeri yeryüzünde bulunduğu sürece İslam dinine kimsenin zarar veremeyeceğine işaret etmiştir.
Türk ordusu teşkilatlanma ve savaş düzeni açısından kendine has özelliklere sahip olmuş; diğer devletler için bir model teşkil etmiştir. Atı bir savaş aracı olarak ilk kez kullanan Türkler, bu sayede büyük bir hız ve manevra kabiliyeti elde etmişler, kısa zamanda geniş coğrafyalara hakim olmayı başarabilmişlerdir. Eski Türk silahları da ordunun hareket kabiliyetine uygun olarak hafif ve etkili silahlardan oluşmuştur. Türkler, at üzerinde hareket halindeyken bile silahlarını büyük bir ustalıkla kullanmışlardır.
| ||
Türk silahları çeşit ve nitelik bakımından zaman içerisinde gelişip çoğalmıştır. Bununla birlikte askeri teşkilat ve savaş taktiği, temel özelliklerini bütün Türk toplumlarında muhafaza etmiştir. Merkez, sağ ve sol kollardan oluşan ordu, savaş düzeninde kendine özgü taktiklere başvurarak, kendinden daha büyük orduları dahi bozguna uğratmayı bilmiştir. Düşmanın imhası ile kesin sonuç alınan bu savaş taktiği "bozkır taktiği", "turan taktiği" ve "bozkurt taktiği" gibi çeşitli isimlerle tarihe geçmiştir. Bu taktik, sahte ricat (geri çekilme) ile düşman ordusunu merkezden uzaklaştırıp pusuya düşürmek, ordunun sağ ve sol kolları ile bir hilal içerisine alarak imha etmek esasına dayanmıştır. Dandanakan Savaşı'nda, Malazgirt Meydan Muharebesi'nde, Mohaç'ta ve hatta Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nde bu yöntem başarıyla uygulanmıştır.
Türkler'de bir devletin yıkılmasının ardından kurulan devlet hemen hemen aynı askeri teşkilatı devam ettirmiştir. Eski Türkler'de sivil veya asker diye bir ayırım yapılmamıştır. Tanınmış kültür tarihçimiz Bahattin Ögel, Türkler'de "halk ordu, ordu da halktır" diyerek konuyu özetlemiştir. Yani ordu ile halk iç içe girmiştir. Bir bölgeye sefer yapılacağı zaman sadece eli silah tutan kişiler değil, onların aileleri de sefere katılmışlardır. Fethedilen bölgeleri asla talan etmemişler; oralarda yerleşerek Türk-İslam kültür ve ahlakını yaymışlardır.
Başkumandan M. Kemal Atatürk'ün önderliğindeki Türk Ordusu Kurtuluş Savaşı'nı kazandı. Bu ölüm-kalım savaşındaki zaferimiz, Türk askerlik ruhunun ölmediğini ve ölmeyeceğini bir kere daha tüm dünyaya gösteren önemli bir örnektir. | ||
Türkler'de şehitlik ve gazilik mertebeleri kutsaldır; Allah yolunda, din, vatan ve millet uğrunda savaşırken ölenler "şehit", sağ kalanlar "gazi" olarak adlandırılırlar. Yakın tarihimizdeki Kurtuluş Savaşı "ölürsem şehit, kalırsam gazi" inancıyla kazanılmıştır. Bu ölüm-kalım savaşındaki zaferimiz, Türk askerlik ruhunun ölmediğini ve ölmeyeceğini bir kere daha tüm dünyaya göstermiştir.
Allah Kuran ayetlerinde peygamberlerin ve onlarla birlikte inkar edenlere karşı mücadele eden Müslümanların güçlü karakterlerini ve hiçbir zorluk karşısında yılmayan üstün ahlaklarını örnek vermektedir.
İşte Türk devletlerinin üstün askeri gücü ve kahraman karakteri de salih Müslümanların ayetlerde bildirilen üstün karakterleriyle çok büyük benzerlikler göstermektedir. Bunun nedeni Türkler'in sahip oldukları İslam ahlakıdır. Allah Al-i İmran Suresi'nde iman edenlerin güçlü ve cesur karakterlerini şu şekilde tarif eder:
Nice peygamberle birlikte birçok Rabbani (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever. Onların söyledikleri: "Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kafirler topluluğuna karşı yardım et" demelerinden başka bir şey değildi. (Al-i İmran Suresi, 146-147)
Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz. (Al-i İmran Suresi, 139)
| ||
Tarihte hiçbir millete nasip olmayacak kadar uzun ömürlü devletler kuran Türk Milleti, idaresi altındaki çeşitli ırk ve dinden insanlara her zaman adil ve hoşgörülü davranmıştır. Osmanlı İmparatorluğu bunun güzel bir örneğidir; topraklarındaki çeşitli dinlere, dillere ve kültürlere sahip insanların inançlarına, geleneklerine müdahale edilmemiştir. Osmanlı sınırları içerisinde bulunan hiçbir bölge sömürge muamelesi görmemiş; ayırım yapılmaksızın her topluluğa kültür ve medeniyet götürülmüştür. Padişahlar ve yöneticiler bu uygulamanın takipçileri ve destekçileri olmuşlardır.
Türkler, Kuran'da "Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor..." (Nisa Suresi, 58) şeklinde bildirilen emri yüzyıllardır uygulamışlardır; uygulamaya da devam edeceklerdir. Türkler, yaşamaktan şeref duydukları İslam ahlakının bir gereği olarak, kendi aleyhlerine olsa bile adaleti uygulamaktan vazgeçmemişlerdir. Ayetlerde bildirilen bu ahlak özelliği onların üstün adalet anlayışının da temelini oluşturmaktadır:
Ey iman edenler kendiniz, anne babanız ve yakınlarınız aleyhinde dahi olsa Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva(tutku)larınıza uymayın... (Nisa Suresi, 135)
... Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah'tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır. (Maide Suresi, 2)
Boğdan Beyi Büyük Stefan'ın oğullarına vasiyetinde söz konusu gerçek şöyle dile getirilmiştir:
"Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız. Asla Rus'a yanaşmayın, haindir sizi yok eder. Fakat kendinizi Osmanlılar'a emanet edin, adil ve merhametlidirler." 46
Mohaç Savaşı'nda Türkler'e esir düşen Bartholomeus Georgievic'in 1544 tarihli Türkler'in Gelenek ve Görenekleri isimli eserinde, Türkler'in sefer zamanında dahi adaleti gözettiklerine şöyle dikkat çekilmiştir:
"Savaş zamanında öyle sıkı bir disiplin vardır ki, hiçbir asker adaletsiz bir şey yapmaya cesaret edemez. Adaletsizlik yapan hiç acımaksızın cezalandırılır. Gözcüler ve düzen sağlayıcılar vardır... Geçip gidilen yolların kıyısındaki bağ ve bahçelerde sahiplerinin izni olmaksızın, bir elma bile koparılamaz." 47
Türk'ün namuslu bir hayat yaşamak konusundaki kararlılığı Batılı yazarların kitaplarına konu olmuştur. Örneğin, Türkiye'yi gezen Fransız yazar Aubry de la Motraye, Türk Milleti'nin namusuna düşkünlüğünü özellikle belirterek başından geçenleri şöyle anlatmıştır:
"Birçok tanıdıklarımın ve bilhassa daimi dalgınlığımdan dolayı herkesten fazla benim başıma gelmiş bir hal vardır: Muhtelif dükkanlardan öteberi satın alırken para vermek için koynumdan çıkardığım kesemi veyahut vakti anlamak için baktığım saatimi eşya yığınları arasında unuttuğum çok olmuştur. Bazen de vereceğim paranın iki mislini bıraktıktan sonra dükkancının mallarını ortadan kaldırıp yanlışlıkla fazla verdiğim parayı görmesine vakit kalmadan çekilip gittiğim olurdu. İşte bu dalgınlığıma rağmen Türk dükkanlarında hiçbir zaman tek bir meteliğim kaybolmamıştır; çünkü o gibi vaziyetlerde dükkancılar peşimden adam koşturmuşlar ve hatta eğer dalgınlığımın neticesini anladıktan sonra dükkana dönmemişsem, unuttuğum şeyi iade için ikametgahımın bulunduğu Beyoğlu'na kadar adam gönderip bir çok defalar beni aratmışlardır. Mesela bir gün küçük bir Türk dükkanının önünde durmuştum. Bu yelpazeci dükkanında Türk erkeklerinin yaz sıcaklarında kullandıkları yelpazeler satılıyordu. Birçoklarına baktım; düz deriden ve en harcıalem olanlarından birini alıp parasını verdikten sonra çekilip gittim... Aradan tam üç hafta geçtikten sonra bir gün tesadüfen yelpaze aldığım dükkanın önünden geçerken, yelpazeci beni görür görmez çağırıp saatimi gösterdi... Elime teslim etti. Ben bu Türk namuskarlığının daha yüzlerce misalini sayabilecek vaziyetteyim. Bizzat kendi başımdan geçen vakalar otuzdan fazla olduğu halde, bunların hiçbirinde hiçbir zaman Türkler'in namuskarlıktan ayrıldıklarını görmedim."48
Görüldüğü gibi, insanlar arasında ayırım yapmamak ve her koşulda hakkaniyetten ayrılmamak Türk'ün seciyesinin bir parçasıdır. Bu, onun Kuran ahlakına göre yetiştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Allah ayetlerinde iman edenlere şu şekilde emretmektedir:
... Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız." (Araf Suresi, 85)
Sakın mizanda 'haksızlık ve taşkınlık yapmayın.' Tartıyı adaletle tutup-doğrultun ve tartıyı noksan tutmayın. (Rahman Suresi, 8-9)
Dolmabahçe Sarayı'ndan görüntüler | ||
İsveç'in İstanbul sefirliğinde bulunmuş ve 17. yüzyıl Osmanlısını anlatan en önemli eser sayılan Tableau Général de l´Empire Ottoman (Osmanlı İmparatorluğu'nun Genel Tablosu)'un yazarı Mouradgea D'Ohsson da Motraye'inkine benzer tespitlerde bulunmuştur:
"Osmanlı Türkleri, diğer faziletleri kadar namuskarlık, dürüstlük ve doğruluk gibi Kuran'ın en kuvvetli hükümlerine dayanan meziyetleri itibarıyla da şayan-ı takdirdirler... Osmanlı Türkleri'nin medhüsena edilecek meziyetlerinden biri de verdikleri söze umumiyetle sadık olmaları, hemcinslerini aldatmaktan ve emniyeti suiistimal ile insanların sade-dilliğinden istifadeye kalkışmaktan veyahut safderunluğunu istismar etmekten vicdan azabı duymalarıdır. Kendi milletdaşlarına karşı bütün muamelelerine hakim olan bu hisseye, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bütün yabancılara karşı da riayet ederler. Bu noktada Müslümanla gayrimüslim arasında hiçbir fark gözetmezler... Faziletle içtimai nizamın idamesi bakımından fevkalade bir kıymeti olan bu fikirler kanun esaslarıyla Kuran'ın şu güzel ayetlerine dayanmaktadır:
- Hiç kimseyi aldatmayın; ölçüyü tam doldurun; doğru tartın; sözlerinizde, yeminlerinizde kendi aleyhinize bile olsa doğruluktan ayrılmayın.
- Mukavelelerinizle pazarlıklarınızda hilekarlıktan kaçının.
- El malını haksız yiyen, karnını yakacak bir ateş yemiş olur." 49
| ||
Türkler fethettikleri tüm topraklarda güvenilir karakterleriyle tanınmışlardır. Bu özellik, onların Kuran ahlakını örnek alıp yaşamalarının bir sonucudur. Allah Kuran'da iman edenler için "(Bir de) Onlar, kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde (harfiyyen) riayet edenlerdir" (Mearic Suresi, 32) şeklinde bildirmektedir.
Türkler'in Türk-İslam ahlakından kaynaklanan güvenilir karakterleri sadece kendi halklarının değil, bu döneme şahit olan tüm gayrimüslimlerin de dile getirdikleri apaçık bir gerçektir. Nitekim 19. yüzyılda İstanbul'da birkaç sene kalan tarihçi A. Ubicini, La Turquie Actuelle (Güncel Türkiye) isimli kitabında o devri objektif bir şekilde tasvir etmiştir. Ubicini, Türk beldelerinin emin yerler ve Türkler'in de son derece güvenilir olduklarını şöyle anlatmıştır:
"Bu muazzam payitahtta (İstanbul'da) dükkancı herkesçe malum namaz saatlerinde dükkanını açık bırakıp gittiği ve gece evlerin kapıları alelade bir mandalla kapatıldığı halde, senede yalnız 4 hırsızlık vakası bile olmaz...
Taşralarda da iffet ve istikamet ayni derecededir. Son zamanlarda (Daily-News) gazetesinde neşredilen mektubunda bir İngiliz seyyahının anlattığı şu menkıbeyi lütfen dinleyin:
Bugün kendi eşyamla, yol arkadaşım olan eski bir Macar zabitinin eşyasını nakletmek üzere bir köylünün yük arabasını kiraladım. Sandıklar, portmantolar, denkler, paltolar, kürkler, atkılar hep açıktaydı. Buralarda yatağın hayali bile mevcut olmadığı için, gece üstüne uzanmak üzere ben biraz kuru ot satın almak isteyince son derece nazik bir Türk bana refakat teklifinde bulundu. Köylü de öküzlerini koşumdan çıkarıp bizim bütün eşyamızla beraber sokağın ortasında bıraktı. Ben onun uzaklaştığını görünce:
Burada birisi kalmalı dedim. Yanımdaki Türk hayretle sordu:
Niçin?
Eşyalarımızı beklemek için.
Müslüman-Türk şu cevabı verdi:
A! Ne lüzumu var. Eşyalarınız bir hafta gece-gündüz burada kalsa bile dokunan olmaz.
Ben bu sözü kabul ettim ve döndüğümde herşeyi yerli-yerinde buldum. Şu noktayı da unutmamalı ki, o sırada İslam askerleri mütemadiyen gelip geçmekteydi... Bu vaka bütün Londra kiliselerinin kürsülerinden Hıristiyanlara ilan edilmelidir; içlerinden bazıları rüya gördüklerini zannedeceklerdir: Artık uykularından uyansınlar!" 50
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta vardır. Türkler hakkında olumsuz kanaatler taşıyan yabancılar dahi söz konusu gerçeği teyit etmişlerdir. 18. yüzyılda İngiltere'nin İstanbul sefiri olarak görev yapmış James Porter'ın itiraf mahiyetindeki açıklamaları şöyledir:
"Türkiye'de yol kesme vakalarıyla ev soygunculukları ve hatta dolandırıcılık ve yankesicilik vakaları adeta meçhul gibidir. Harp halinde olsun, sulh halinde olsun, yollar da evler kadar emindir; bilhassa ana yolları takip ederek tekmil (bütün) imparatorluk arazisini en mutlak bir emniyet içinde baştan başa katetmek her zaman mümkündür; daimi bir seyrüseferle yolcu adedinin çokluğuna rağmen vukuatın fevkalade azlığına hayret etmemek elde değildir; birçok yıllar içinde ancak bir tek vakaya tesadüf edilebilir."51
Jean Antoine Guer'in 1747 yılında Paris'te yayınlanan Moeurs et Usages des Turcs (Türkler'in Gelenek ve Alışkanlıkları) isimli eserinde, Osmanlı topraklarındaki insanların emniyetinin teminat altında olduğuna dikkat çekilmiştir:
"Gerek İstanbul'da, gerek Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkan bırakmayacak surette ispat etmektedir ki, Türkler hiçbir zaman görülmemiş bir derecede medenidirler..."52
Çeşitli vesilelerle Türkiye'de bulunan yabancıların ortak bir görüşü vardır. Müslüman bir Türk ile iş yaptıklarında mukaveleye gerek olmadığını, sözün yeterli olduğunu ifade ederler. Elbette bu durum Türk-İslam ahlakının doğal bir sonucudur. Kuran ahlakına sahip olan Müslümanlar Bakara Suresi'nde "... ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler..." şeklinde tarif edilir. Ayetin devamında ise "İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır." (Bakara Suresi, 177) şeklinde buyrulur.
Fransız generallerinden Comte de Bonneval, Türkler'in dürüstlüğüne hayran kaldığını şöyle belirtmiştir:
"Haksızlık, tekelcilik, hırsızlık gibi suçlar Türkler arasında adeta yok gibidir. Kısacası ister vicdani bir akideden, ister ceza korkusundan mütevellit olsun, o kadar dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türkler'in doğruluğuna hayran kalır."53
Bir Türk tüccarın dürüstlük konusundaki titizliği başka bir kaynakta şöyle dile getirilir:
"Yabancı bir kumaş tacirinin Osmanlı ülkesine gelerek bir kumaş imalathanesinin mallarını beğenip hepsini almak istedikten sonra, mal sahibinin kumaş toplarını denklerken bir top kumaşı ayırdığını görüp bu hareketinin sebebini sorması üzerine, Osmanlı esnafı "Onu sana veremem, kusurludur" cevabını vermiştir; yabancı tacirin "Ziyanı yok, önemli değil" demesine rağmen Osmanlı esnafı o kumaş topunu vermemekte direterek, "Benim malımın kusurlu olduğunu söyledim biliyorsunuz. Fakat siz onu kendi memleketinizde satarken, alıcılarınız orada benim bunları size söylemiş olduğumu bilmeyeceklerdir. Böylece de müşterilerinize kusurlu mal satmış olacağım. Neticede Osmanlı'nın gururu, şeref ve haysiyeti rencide olacak, bizi de hilekar sanacaklardır. Onun için bu sakat topu asla size veremem..." diyerek kumaşı vermeyişinin sebebini izah etmiştir." 54
Türkler'i diğer milletlerden ayıran özelliklerden birisi Türkler'in hile ve yalan bilmemeleridir. İslam dini, Türkler'in güzel ahlaki nitelikleri benimsemelerini, kötüleri ise reddetmelerini sağlamıştır. Bu gerçek 19. yüzyıla ait bir kaynakta şöyle anlatılır:
"Milli seciyeyi halkın orta tabakasında, yani sanatlarıyla yaşayan ve zenginlerle fakirler arasındaki zümreyi teşkil eden insanlar arasında aramalıyız. İşte bu tabakaya mensup olan Türkler arasında içtimai ve ailevi faziletler, kendi ihtiyaçlarına ve bilhassa ilk resuller devrine layık nazikane muaşeret kaidelerine uygun bir tahsil seviyesiyle birleşir. Namuskarlık Türk tüccarının vasfıdır... Rumlarla karışık olmayan Türk köylerinde hayatın masumiyetiyle örf ve adetlerin sadeliği pek şayanı dikkattir ve hilekarlıkla dolandırıcılık oralarda tamamıyla meçhuldür." 55 (İngiliz yazar T. Thornton)
Fransız seyyah Du Loir'ın 17. yüzyıldaki şu tespiti konuyu özetler mahiyettedir:
"Hiç şüphesiz ki ahlak bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir." 56
Beylerbeyi Sarayı | ||
Türkler vaatlerinde durmaya ve sözlerini yerine getirmeye son derece önem verirler. Bu, İslam ahlakını yaşayan insanların sahip oldukları çok üstün bir özelliktir ve birçok Kuran ayetinde iman edenlerin bu özelliği haber verilmektedir:
Ahidleştiğiniz zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın; çünkü Allah'ı üzerinize kefil kılmışsınızdır. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir. (Nahl Suresi, 91)
... Ahde vefa gösterin. Çünkü ahid bir sorumluluktur. (İsra Suresi, 34)
(Yine) Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir. (Müminun Suresi, 8)
Türkler'in bu konudaki kararlılığı ve güvenilirliği Batılı kaynaklarda da yaygın olarak belirtilmiştir:
"Türkler vaatlerine dindarane bir sadakat gösterirler."57 (Comte de Bonneval)
"Müslüman Türkler yeminleriyle ahitlerine de son derece sadıktırlar. Fakat Allah'ın adını ağızlarından düşürmemek itiyadına bakılırsa, sözlerine Cenabı Hakkı şahit göstermeden hiçbir şey söylemek istemedikleri anlaşılır. O takdirde bir yemin tabiri olarak Vallahi kelimesini kullanırlar. Bir şeyi teyit için Billahi kelimesini de ilave ettikleri gibi, son bir katiyet mertebesi izafe etmek üzere ekseriya Tallahi kelimesini de eklerler."58 (Mouradgea d'Ohsson)
Beylerbeyi Sarayı'ndan bir görüntü | ||
A. Brayer, 19. yüzyılda Paris'te yayınlanan Neuf annees a Constantinople (Konstantinopolis'te Dokuz Yıl) isimli eserinde, Türk tevazusunun üzerinde durmuş; bunun kaynağının Kuran olduğunu şöyle belirtmiştir:
"Müslüman Türkler arasında kibir ve gurur adeta bilinmez. Kuran'ın en şiddetle yasakladığı temayüllerin biri de budur... Bir taraftan da sürekli olarak alçak gönüllülük telkin edilir... İşte bundan dolayı Müslüman Türk'ün yürüyüşünde vakar ve ihtişam olmakla beraber, katiyen kibir ve azamet yoktur. Daima yavaş sesle konuşur; el ve kol hareketlerinde hiçbir zaman zorla hükmeden bir eda sezilmez; hizmetinde tatlılık ve kolaylık vardır."59
Bir ayette iman edenlerin tevazulu karakterleri şu şekilde tarif edilir:
O Rahman (olan Allah)ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman "Selam" derler. (Furkan Suresi, 63)
Sözlüklerde yer alan "İstanbul efendisi" veya "Osmanlı beyefendisi" gibi tabirleri araştırırsanız, bunların Türkler'in kibarlığını, inceliğini ve nazikliğini anlatmak için kullanıldıklarını görürsünüz. Her türlü yapmacıklıktan uzak ve candan bir nezakete, Türk toplumunun her kesiminde rastlamak mümkündür. Türkler bu yönleriyle de dünya milletlerine örnek olmuşlardır.
Söz konusu durum, çeşitli Batılı araştırmacıların eserlerinde de sık sık dile getirilmiştir:
"... Müslüman-Türk nezaketinden bahse mecbur olduğumu zannediyorum... (Nezaket) Türkler'de bilakis milli seciyelerini teşkil eden sarsılmaz hakkaniyet ve adaletle hayırhahlık ruhunun tabii bir neticesidir. Zaten Kuran'da nezakete ait ayetler vardır ve o mukaddes kanunun bütün düsturları gibi bu ayetler de aynen ve harfiyen tatbik edilir."60 (A. Brayer) "
(Türk kayıkçıları) Son derece naziktirler. Adeta bir harp halini andıran karışıklıklar içinde bile insan hiçbir hakarete uğramadan ve hatta hiçbir küfür sözü işitmeden hedefe vardığını görünce hayretler içinde kalır."61 (Antoine-Laurent Castellan, yazar, ressam, seyyah)
"Paşasından sokak satıcısına kadar istisnasız hepsinde birer derebeyi ihtişamı vardır. Hepsi aynı terbiyeyi görmüş ve bir nevi asalet vakarı içinde yetişmiş oldukları için, eğer kıyafet farkları olmasa, İstanbul'da bir aşağı tabakanın mevcut olduğunu ilk bakışta hiç kimsenin fark etmesine imkan olamaz... Gerçekten, görünüşe göre İstanbul'un Türk halkı Avrupa'nın en nazik ve en kibar cemaatidir." 62 (Edmondo de Amicis, Yazar)
İyilikseverlik, hayırseverlik gibi faziletler Türk ahlakının ayrılmaz parçalarıdır. Türk'ün insaniyeti, misafirperverliği, hayrat ve hasenatı asırlar boyunca dillere destan olmuştur. Türkler hiçbir karşılık beklemeden yaptıkları yardımlar nedeniyle, dost-düşman tüm dünya milletlerinin saygı ve takdirini kazanmıştır.
Konuyla ilgili olarak yabancı eserlerde şu övgü dolu ifadelere rastlarız:
"Hiçbir istisnası olmamak şartıyla bütün Türkler hayır severler; ne din farkına, ne de ihtiyaç sahiplerinin geçmiş fiil ve hareketlerine bakmaksızın bütün muhtaçlara yardım ederler. Çünkü onların nazarında herhangi bir şaki (eşkıya) hayat değiştirip mükemmel bir veli olabilir. İşte bundan dolayı Türk hayrat ve hasenatından hiçbir kimse mahrum edilmez."63 (Comte de Bonneval, Fransız general)
"Bütün gezilerimde Türkler'in hatırşinaslıklarıyla lütufkarlıklarını gösteren birçok vaziyetlerle karşılaştım. Şahit olduğum deliller beni bu milletin iyi kalpli ve insanı minnettar edecek hareketlere pek meyyal olduğuna... ikna etmiş oldu. İstanbul civarındaki gezintilerimde ben hep bu milletin lütufkarlığıyla misafirperverlik aşkına şahit oldum. Rastgeldiğim hangi Türk'e yol sorsam, hemen bana rehberlik etme teklifinde bulunuyor, yiyecek ve içecek şeyler hususunda elinden gelen ikramda kusur etmemek suretiyle de hep aynı kibarlığı gösteriyordu." 64 (L.H. Delamarre) "Türkler'in nazarında hayrat ve hasenat imandandır...
Türkler kadar kelimenin tam manasıyla insaniyetperver hiçbir millet bilmiyorum." 65 (A. Ubicini)
"Türkler'in riayet ettikleri İslam'ın beş şartının dördüncüsü de zekattır... Türkler bu şartın ifasında kusur etmezler, çünkü çok hayır severler; din ve mezhep ayırt etmeksizin ister Müslüman, ister Hıristiyan, ister Yahudi olsun, bütün muhtaçlara yardım ederler; onun için Türkler arasında fukaraya pek az tesadüf edilir... Kimisi daha hayattayken servetiyle fukaraya bakar, kimisi ölürken hastaneler tesisi yahut köprülerle kervansaraylar veyahut yol boylarında çeşmeler inşası için muazzam sermayeler bırakır; hatta birçokları da bu hayrat ve hasenatı daha sağlıklarında yaparlar; bazıları ölürken köleleriyle cariyelerini azat ederler; keseleriyle hayrat yapamayanlar ana yolların tamirinde çalışarak, yol boylarındaki su haznelerini doldurarak, sellerde suların civarında durup yolculara tehlike işareti vererek kollarıyla hayır işlerler, bütün bunlara mukabil katiyen para almazlar ve hatta eğer teklif edilecek olursa para için değil, fisebilillah çalıştıklarını söyleyerek reddederler." 66 (M. Thevenot)
"Hayrat ve hasenat yalnız Kuran ile Türk imamları tarafından iyice telkin ve teşvik edilmiş olmakla kalmayıp halk tarafından da o kadar sadakatle ve öyle bir el birliği ile tatbik edilir ki, bütün Türkiye ile Kırım'da dilenciliğin veyahut dilenciliği meslek ittihaz etmiş fukaranın ne olduğu bile malum değildir." 67 (Aubry de la Motraye)
"Dünyada esirlere, kölelere, cariyelere ve hatta kürek mahkumlarına Müslüman Türkler'den daha iyi bakan ve daha iyi muamele eden hiçbir millet yoktur." 68 (Mouradgea d'Ohsson)
Türkler'in bu sözlerde ifade edilen güzel ahlak özellikleri daha önce de vurguladığımız gibi, onların Kuran ahlakına olan bağlılıklarının bir sonucudur. Onlar hayatlarının her anında, savaşta, barışta, bir ülkeyi fethettiklerinde, kendilerine düşmanlık besleyenler ile karşı karşıya olduklarında, önemli kararlar alırken hep adaleti gözetmiş, insanlara iyilikle davranmış, hoşgörüyü ve hakkaniyeti temel düstur edinmişlerdir. Ayetlerde İslam ahlakının insana kazandırdığı güzel özelliklerden birkaçı şu şekilde bildirilir:
Topkapı Sarayı'ndan bir görüntü | ||
... Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. (Al-i İmran Suresi, 114)
Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Al-i İmran Suresi, 134)
Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. "Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür." (İnsan Suresi, 8-9)
Yabancı yazarlar, araştırmacılar ve gezginler Türkler'in vakarından oldukça etkilenmişlerdir. Ağırbaşlılığın, her kesimden ve her yaştan Türk'ün ortak vasfı olduğu çeşitli eserlerde şöyle ifade edilmiştir:
"Türkler ağırbaşlı ve düşüncelidirler... Türkler'in umumi vasıfları olan ağırbaşlılıkla vakar, nezaket tezahürleriyle selamlaşma merasimlerine büyük bir heybet izafe eder."69 (T. Thornton)
"Osmanlı Türkleri'nin milli seciyesini teşkil eden vakarın, ağırbaşlılığın tasviri kolay değildir. Dünyada huzur ve sükuna bundan daha müptela millet yoktur... Biraz fevkalade bir şey ve mesela bir ecnebi kıyafeti, garip bir şey, tuhaf bir hayvan görecek olursa biraz durur, soğukkanlılıkla bakar, gülümser ve daha fazla oyalanmaya lüzum görmeyerek yoluna devam eder. Sokakta toplanmak, birini kovalamak, sevinç veyahut hayret taşkınlıklarına kapılmak gibi haller hiçbir Müslüman Türk şehrinde halk arasında bile hiçbir zaman görülmeyen hareketlerdir." 70 (Mouradgea d'Ohsson)
"Türk çocukları başka memleketlerdekilere benzemezler. Ne gürültü ederler, ne de ağlayıp dururlar. Şarkta geçirdiğim üç seneye yakın zaman zarfında hiçbir Türk çocuğunun bağırıp çağırdığını işitmedim. Mektebe gittiklerini gördüğüm yavruların tavırları sakin, yürüyüşleri tıpkı yaşlı başlı Osmanlılar gibi vakurdu." 71 (A. Ubicini)
Türkler'in konuşmalarına şahit olan bazı Batılı gözlemciler, Türkler'deki güzel hitap biçimini şöyle anlatırlar:
"Bu milletin o kadar tatlı bir konuşma tarzı vardır ki bütün medeni milletlere örnek olabilir."72 (Charles Mac Farlane)
"Öfke ile intikam hissinin mahsulü olduğu kadar kumarbazlığın da tabii bir neticesi olan küfürbazlık Hıristiyan memleketlerinde müthiş surette ve tamamıyla kafirce sarfedilip durduğu halde, Türkiye'nin ne sokaklarında duyulabilir, ne de evlerinde işitilir. Bu halin bizim yüzlerimizi kızartacak ve bizi hayretler içinde bırakacak tarafı da şudur ki, Türkler'in yalnız ağızlarında değil, dillerinde de küfür kelimeleri yoktur. Onlar yalnız 'Vallah' diye Allah'a kasem ederler."73 (Du Loir)
İstanbul'un fethi ile ilgili bir tasvir | ||
İstanbul'un fethi ile ilgili bir tasvir | ||
Aile her zaman Türk toplumunun temeli olmuştur. Türk'ün üstün karakterinin oluşumunda aile terbiyesinin özel bir yeri vardır. Aile bağları beşikten mezara kadar devam etmektedir. Evlada şefkat ve muhabbet ile ana-babaya sevgi, saygı ve itaat Türkler'in alametifarikasıdır. 19. yüzyılda İstanbul'da bulunan bir araştırmacının konuyla ilgili gözlemleri şunlardır:
"Erkeklerde de kadınlarda da evlat sevgisi çok barizdir. Türkler'in hafta tatiline tesadüf eden Cuma günü ve bilhassa Ramazan ve Bayram günleri sokaklarda Müslüman Türk'ün göğsünü kabartan oğlunun elinden tutup ağır ağır gezdirdiği, çocuk yorulunca kucağına aldığı, daima devam ettiği kahvede yanına oturtup şefkatle hitap ettiği, evladına tam bir ana özeniyle baktığı, ihtiyarlarından gençlerine kadar bütün diğer Müslüman Türkler'in de çubuklarını bırakıp çocuğa alakayla baktıkları ve ilerde (İnşallah) ihtiyarlık desteği olacak bir oğul sahibi olduğu için babayı tebrik ettikleri görülür... Bu şefkat tezahürlerine başka memleketlerde de tesadüf edilir; fakat arada dağlar kadar fark vardır! Birtakım boş menfaat kaygıları, eğlence düşkünlükleri, çok defa kadınların da iştirak ettikleri ticari muamele gaileleri, kısacası başka memleketlerin herşeyleri çocuklara karşı şefkatlerini azalttığı halde, harem hayatı bilakis bütün bu hislerin bir merkezde toplanıp artmasını temin etmektedir. İşte bundan dolayı Türkiye'de çocuklar yetişip adam oldukları zaman analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları halde, başka memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez analarıyla babalarından ayrılmakta, mali menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe münakaşa etmekte ve hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları halde onları sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta ve zavallılara karşı adeta yabancılaşmaktadırlar."74 (A. Brayer)
Avrupa'da hayvanlar ve ağaçların kıymeti bilinmezken, Türkler'in bunları korumak için teşkilatlar, vakıflar ve hastaneler kurdukları tarihi bir gerçektir. Bu durumu bizzat kendi gözleriyle gören Avrupalı araştırmacılar hayretler içinde kalmışlardır:
"Türk şefkati hayvanlara bile şamildir. Bunları beslemek için vakıflar ve ücretli adamlar vardır; bu adamlar sokak başlarında köpeklerle kedilere et dağıtırlar. Bu hayvanlar o sadakaya alışmış oldukları için, besicilerinin seslerini o kadar iyi tanırlar ki, işitir işitmez hemen sokak başına üşüşmekte hiçbir zaman kusur etmezler... Kısır ağaçların kuraklıktan kurumalarına meydan vermemek üzere bir işçiye ücret verip sulanmalarını temin edecek kadar hayrat ve hasenatta ileri giden... Müslümanlara da tesadüf edilir. Birçok Türkler de sırf azat etmek için kuş satın alırlar... Kasaplar her gün muayyen miktar kedi ve köpek beslemekle mükellef kılınır. Şam'da hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisine mahsus bir hastane vardır."75 (Jean Antoine Guer)
"Türkler'in tabiat güzelliklerine o kadar hürmetleri vardır ki, eğer bir ağaç bulunan yerde ev yapacak olurlarsa, damlarının en güzel ziyneti saydıkları bu ağaca kafi gelecek bir açıklık bırakırlar. İşin doğrusunu isterseniz, bir bacayı güzel bir ağaçlıkla mukayese edin de ondan sonra bana Türkler'in haklı olup olmadıklarını söyleyin." 76 (Lady Craven)
"Türkler canlı ve cansız mahlukatın hepsiyle iyi geçinirler: Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah'ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başı boş bırakılan veyahut tazib edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler."77 (Lamartine)
Ünlü Fransız şair Lamartine, Türkler'in tabiat güzelliklerine olan sevgisini ve estetik duygusunu şöyle tasvir etmiştir:
"Bu sarayların hususiyeti, Türk Milleti'nin bir seciye hususiyetini gösterir: Tabiatı anlayış ve tabiat aşkı... Güzel manzaralara, parlak denizlere, gölgeliklere, membalara, karlı dağ tepeleriyle çevrelenmiş muazzam ufuklara karşı beslenen temayül bu milletin en büyük meylidir.
Onun bu hissinde asıl ve menşeini hatırlamaktan hoşlanan ve bütün zevkleri tabii ve sade olan bir milletin hatırası sezilir. İşte bu millet padişahlarının sarayını, yani payitahtın merkezini bütün imparatorluğun ve belki de bütün dünyanın en güzel tepesinin yamacına yerleştirmiştir.
Osmanlı hat sanatından örnekler | ||
Bu sarayda Avrupa saraylarının ne dahili ihtişamı, ne o esrarengiz şehvanilikleri görülebilir. Bunda yalnız ağaçların tıpkı bakir bir ormanda olduğu gibi alabildiğine ve ebedi surette geliştiği, suların şarıldadığı ve güvercinlerin dem çektiği geniş bahçeler vardır. Burada daima açık tutulan birçok pencereli odalar, bahçelerle, denizlere hakim eyvanlar ve kafeslerinin arkasına oturan padişahlar için hem tenhalığın tadını, hem o sihirli Boğaz manzarasının zevkini aynı zamanda hissetmek imkanını temin eden kafesli köşkler vardır.
Türkiye'nin her tarafında böyledir; hünkarla halk, büyüklerle küçükler meskenlerinin tanziminde hep aynı ihtiyaca, aynı hisse tabidir: Güzel bir ufuk manzarasıyla gözlerin aydınlanması istenir. Yahut da eğer evlerinin vaziyetiyle yoksulluğu müsait değilse, harabelerinin etrafındaki toprağın bir köşesinde hiç olmazsa bir ağaç, bir koyun, birkaç kuş ve beş on güvercin olmasını isterler."78
Avrupa milletleri sağlığa zarar veren şeylerden kaçınmayı ve temizliği Türkler'den öğrenmişlerdir. Avrupa'da salgın hastalıkların kol gezdiği ve Avrupalıların temizliğin ne olduğunu bilmedikleri çağlarda, Türkler'in temizliği ve sıhhati tarihi belgelerle sabittir:
"Hem vücutlarını tertemiz tutmak, hem sıhhatlerini idame etmek için Türkler hamama çok giderler. Onun için şehirlerde birçok güzel hamamlar mevcut olduğu gibi, hiç olmazsa bir tek hamamı olmayan hiçbir köy yoktur. Bütün hamamlar hep aynı şekilde yapılmıştır ve aralarında bazılarının daha büyük ve mermerlerle daha fazla süslenmiş olmasından başka hiçbir fark yoktur...
Türkler çok yaşarlar ve az hasta olurlar. Bizim memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalıkların hiçbirini bilmezler. Öyle zannediyorum ki Türkler'in bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık hamama gitmeleri ve yiyip içmedeki itidalleridir. Çünkü az yemek yerler, Hıristiyanlar gibi karmakarışık şeyler yemezler, umumiyet itibarıyla içki alemleri yapmazlar ve daima idman yaparlar." 79 (M. Thevenot)
"Türk evlerinde temizlik azami derecededir: Döşeme tahtaları halılar ve Mısır hasırlarıyla kaplıdır; pabuçlarla kunduraların merdiven önünde bırakılması adet olmak itibarıyla, odalarda, sofalarda çamurlara ve ayak izlerine pek nadir tesadüf edildiği halde, bütün evlerde her hafta muntazam tahta silinir." 80 (M. Thornton)
"... Sünnet olmak ve vücuttaki tüyleri izale etmek, saçları kesmek, geniş elbiseler giymek, günde beş vakit abdest almak, her tabii ihtiyacın defini ve en ehemmiyetsiz kirleri müteakip yıkanıp temizlenmek, yemekten sonra el ve ağız yıkamak, her hafta ev temizlemek, haftada bir kere ve hatta ekseriya birkaç kere hamama gidip gayet ucuz yıkanmak gibi adetleriyle Türkler'i görürüz." 81 (A. Brayer)
| ||
Türkler karşılık beklemeksizin çeşmeler, yemekhaneler, misafirhaneler, hanlar, mektepler yaptırmışlar; bu amaçla vakıflar kurmuşlar; üstelik yaptıkları yardımlarda din ve millet farkı gözetmemişlerdir. Türkler'in en fakirinden en zenginine cömert insanlar oldukları Avrupalı seyyahların kaleme aldıkları eserlerde de işlenmiştir. Konuk oldukları Türkler'in kendilerinden paralarını ve mallarını esirgememeleri yabancıları bir hayli duygulandırmıştır.
Selçuklu Sultanı Melikşah ile büyük vezir Nizam-ül Mülk arasında geçen şu olay, Türkler'in cömertliğine güzel bir örnektir. Bir defasında Nizam-ül Mülk, fakirlere ve sufilere yılda 300.000 dinar vermek suçlamasıyla sultana şikayet edilmiştir. Muhalifler bu kadar yüksek meblağdaki para ile İstanbul'un bile fethedileceğini iddia ederek sultanı, vezirin aleyhine kışkırtmaya çalışmışlardır. Melikşah durumu Nizam-ül Mülk'e sorduğunda şu cevabı almıştır:
"Ey alemin sultanı! Allah sana ve bana, kullarından hiç kimseye nasip olmayan lütuf ve ihsanda bulunmuştur. Buna karşılık sen, Allah'ın dinini yükseltmeye çalışan, O'nun Aziz Kitabı'nı hamil bulunan kimselere yılda 300 bin dinar sarf etsen çok mudur?" 82
Osmanlı medeniyetinin güzel geleneklerinden biri, hali vakti yerinde olan ailelerin Ramazan'da iftara davet ettikleri misafirleri uğurlarken "diş kirası" adı altında bir miktar para veya kıymetli eşyayı hediye etmeleriydi. Bu sayede ihtiyaç içinde olanlara, gururlarını incitmeden yardım edilirdi. Sözü edilen yardımlar büyük miktarlara ulaşırdı. Mesela, Rıfat Paşa'nın bir Ramazan sonu diş kirası hesabı toplamının 5000 altın olduğu bilinmekteydi.83
Sultan Ahmet Cami | ||
Türkler'in Müslümanlığı kabul etmeleri hem İslam alemi hem de dünya tarihi açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Türkler, İslamiyet'e girer girmez karışıklık içinde bulunan İslam dünyasının koruyuculuğunu üstlenmişlerdir. Selçukluların Abbasi halifelerini himaye etmeleri; Türkler'in Batıdan gelen Haçlı Seferlerine, doğudan gelen Moğol akınlarına karşı set oluşturmalarıyla İslam dünyası dağılmaktan kurtulmuştur. İslamiyet'e savaş açmaya yeltenenler, karşılarında hep Türk Milleti'ni bulmuş ve eriyip gitmişlerdir. Bin yıla yakın bir süre Türk Milleti, Müslümanlığın bayraktarlığını yapmış; böylece İslam ülkeleri büyük tehlikelerden kurtulmuşlardır. Türkler bu yüce gaye uğruna, gerektiğinde canlarını seve seve vermekten çekinmemişlerdir.
Türk Milleti İslam'ı sadece dış düşmanlara karşı değil, iç düşmanlara karşı da savunmuştur. İslam'ı içten yıkmak isteyen ve bu amaçla Müslümanlar arasında sapkın inançlar yaymaya ve bölücülük yapmaya çalışanlara aman verilmemiştir. Türkler İslami değerlerin korunması için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamışlardır.
İslamiyet'in dünyaya tebliğ edilmesi görevini Türkler, Araplardan devralmış; bunu da başarıyla devam ettirmişlerdir. Önce Asya'da İslamiyet'in yayılmasına hizmet etmişler; daha sonra batıya yönelmişlerdir. Anadolu'nun Türk ve İslam toprağı olmasının ardından Avrupa'da ve Afrika'daki faaliyetlerine hız vermişlerdir. Türk-İslam tarihinin en büyük olaylarından biri Malazgirt Zaferi diğeri de İstanbul'un fethi olmuştur. Peygamber Efendimizin "İstanbul elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır. Onu fetheden asker ne güzel askerdir" şeklindeki müjdesi, Fatih Sultan Mehmet ile onun askerlerine nasip olmuştur.
Türk Milleti her gittiği yere İslam medeniyetini, İslam adaletini ve ahlakını götürmüş; Türkler'in idaresinde sadece Müslümanlar değil, diğer dinlere ve milletlere mensup insanlar da huzur ve güven içinde yaşamışlardır.
Gerçek anlamda Türk birliği, Türkler'in İslam'a sıkı sıkıya sarılmalarıyla gerçekleşmiştir. Günümüzde dünyanın her köşesindeki Türkler Müslümandırlar. Bununla birlikte Müslüman olmayan Türk soyundan gelme topluluklar da vardır; ancak bunlar başka dinlere girmekle Türklüklerini de tamamen unutmuşlar; diğer milletlerin içinde asimile olmuşlardır.
Türkler İslam kültür ve medeniyetine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Maturidi mezhebinin kurucusu Ebu Mansur Maturidi, Peygamberimizin hadislerini Sahih-i Buhari adlı kitapta toplayan Muhammed b. İsmail Buhari, büyük İslam düşünürü ve bilgini İmam Gazali, Mevlana Celaleddin Rumi, Türk Milleti'nin yetiştirdiği çok sayıdaki alimden sadece birkaçıdır. Pek çok Türk alimi, yazdıkları kıymetli eserlerle asırlar boyu insanları aydınlatmışlardır.
11. yüzyılda Selçuklu veziri Nizam-ül Mülk tarafından Bağdat'ta kurulan Nizamiye Medreseleri yepyeni bir çığır açmıştır. Nizamiye Medreseleri modern üniversitelere öncülük etmiştir. Bu çağlarda eski Yunan medeniyeti eserleri de yaygın olarak araştırılmıştır.
Farabi, Biruni ve İbni Sina gibi Türk bilginleri kendilerinden sonraki yüzyıllarda bilime öncülük edecek eserler bırakmışlardır. Onların çalışmalarıyla tıp, felsefe, matematik, fizik, astronomi, geometri alanında çok değerli eserler ortaya çıkmıştır. Bunlar daha sonra Hıristiyanlar tarafından Avrupa'ya taşınmıştır. Günümüz bilimine giden yolun taşları Müslüman Türk bilginleri tarafından döşenmiştir.
Türk mimari üslubunun eşsiz örneklerini camiler, medreseler, saraylar, kasırlar, çarşılar, kervansaraylar ve çeşmelerde görmek mümkündür. Türk mimarları tarafından yapılan pek çok benzersiz sanat eseri günümüzde ayakta durmaktadır.
Yazı, cilt, çini, minyatür sanatları ile seramik, dokumacılık, taş ve maden işçiliği gibi alanlarda da Türkler unutulmaz eserler vücuda getirmişlerdir.