| ||
Buraya kadar bahsi geçen Türk toplulukları, savaşlar ve göçler sonucunda Moğolistan'dan Tuna boylarına kadar uzanan oldukça geniş bir bölgeye yayılmışlar; pek çok farklı kültür ve inançlara sahip halklar ile tanışma imkanı bulmuşlardır. Bu durum onların çeşitli dinlerin etkisinde kalmalarına neden olmuştur. Bununla birlikte, ilerleyen sayfalarda anlatılacağı gibi, Türkler asıl kimliklerini Müslümanlık ile bulmuşlar; yüzyıllar boyunca İslamiyet'in koruyuculuğunu ve bayraktarlığını yapmışlardır. Türkler'in güneye ve batıya doğru gerçekleştirdikleri göçlerin başlıca nedeni ekonomikti. Batıya göç eden Türkler, İran'da Sasani İmparatorluğu engeli ile karşılaşınca daha ileriye gidemediler. Bunlardan bir kısmı İran'a yakın bölgelerde yerleşirken, bazıları Hindistan'a doğru yöneldiler.
Sasani İmparatorluğu, belirli bir süre Türkler ile Müslümanlar arasında bir set teşkil etmiş; Arap ordularının Yermuk (634), Kadisiye (635) ve Nihavend (641) Savaşlarının ardından İran'ı ele geçirmeleriyle ortadan kaldırılmıştır. Buralarda yerleşik bulunan Türkler, önceleri Araplar'la mücadele etmişlerse de, Talas Savaşı'nda (751) Çinlilere karşı Araplar'ın yanında yer almışlardır. Savaş sonrasında Çin'in Orta Asya'dan çekilmesiyle bölgeye Araplar hakim olmuşlardır. Bu tarihten itibaren de Türkler'in hak din olan Müslümanlığı tanıma imkanı doğmuştur.
Türkler'in Araplar ile yakınlaşması sonucunda, Maveraünnehir bölgesindeki Türkler Müslümanlığı kabul etmeye başladılar. Ancak, ilk Müslüman Türk Milleti bu bölgedekiler değil, İtil boyunda yaşayan Türkler'in oluşturduğu Bulgarlar oldu.
10. yüzyılın başında İtil Bulgarları ile Abbasiler arasında diplomatik ilişkiler kuruldu. İtil Bulgarları İlteberi, yani hükümdarı Almış'ın isteği üzerine, Bağdat'taki Abbasi Halifesi kendisine din adamı ve askeri uzmanlardan oluşan bir heyet gönderdi. Müslüman heyetin İtil'e ulaşmasının ardından İtil Bulgarları 922 yılında topluca Müslüman oldular. Böylece İtil (Volga) Bulgarları ilk Müslüman Türk devleti oldu. O yıllarda Hazar Hanları Museviliği, Uygurlar Maniciliği, Doğu Avrupa'daki Türkler Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi.
Tarihçilerin yazdıklarına göre, Cuma hutbelerinde "Allah'ım, Bulgar İlteberini doğru yola götür" deniyordu. Hükümdar, babası Müslüman olmadığı için onun adının yerine Abdullah adını kullandı.10 Bulgar Türkleri o sırada eski örf ve adetlerini, bazıları İslam'a uymasa da devam ettiriyorlardı. Diğer taraftan Müslümanlığın şartlarını yerine getirme konusunda da çok kararlı idiler. Nitekim Başkurt Türkleri o sırada Hıristiyan olacakken Bulgarlar bunu engellediler.11
Diğer bir gelişme, Maveraünnehir bölgesinde yer alan şehirlerdeki Müslüman Türk nüfusunun artması oldu. Buralarda yaşayan Türkler, maddi imkanlarının çoğunu İslam dinini yaymak amacıyla harcıyorlardı. "Putperest" dedikleri soydaşlarını hak yola çevirmek üzere onların ülkelerine akın eden Türkler'e maddi yardımda bulunuyor, onların yiyecek gibi ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Aynı dönemde göçebe Karluk ve Oğuz boylarının kitleler halinde Müslüman oldukları görülüyordu. Göze çarpan bir nokta da, Müslüman Türkler'in yoğun oldukları şehirlerde, Müslüman Türk alimlerin tarih sahnesinde görünmeye başlamalarıydı.
Türkler'in İslamiyet'i tanımalarında etkili olan sadece Müslüman heyetler değildi. Bu süreçte Müslüman tüccarlar, dervişler ve Abbasi ordularında görevli Müslüman Türk askerler de önemli görevler üstlendiler. 19. yüzyılın ortalarında Abbasi ordularında çok sayıda Türk vardı. Bu tarihte, Türkler Bizans sınırında görev alarak Hıristiyanlara karşı İslam dünyasını korumaya; aynı zamanda da İslamiyet'i yakından öğrenmeye başladılar. Kahraman Türk akıncıları unutulmaz başarılar kazandılar; Battal Gazi Destanı şanlı tarihimizin önemli yapraklarından biri oldu.
Şöyle özetlenebilir ki, Türkler'in Müslümanlığa geçişleri 10. yüzyıla kadar yavaş, bu tarihten sonra ise büyük bir hızla gerçekleşmiştir.
Türkler'in İslamiyet'i kabul etmeye başladıkları dönemler hakkında günümüze ulaşan eserlerin sayısı oldukça azdır. Dolayısıyla İslam dünyasında Türkler'in nasıl tanındıklarına ilişkin bilgilerimiz sınırlıdır. Zeki Velidi Togan tarafından yayınlanan İbn-i Fadlan Seyahatnamesi bazı ipuçları vermektedir. İbn-i Fadlan, başkanlığını yaptığı Abbasi elçilik heyetiyle bazı Türk boylarını ziyaret etmiş ve gözlemlerini kaleme almıştır. Diğer bir kaynak olan, Ebu Dülef Seyahatnamesi de bununla benzer görüşler içermektedir.12
780-869 yılları arasında yaşamış Arap edibi ve düşünürü Cahiz'in Hilafet Ordusu Menkıbeleri ve Türkler'in Faziletleri gibi çalışmaları bulunmaktadır.13 Türkler'in Faziletleri isimli eser Türkler'in karakteri hakkında yazılmış ilk kitaptır. Söz konusu eserde Türkler, düzeni seven, kabiliyetli, aynı zamanda da mütevazı insanlar olarak tanıtılmıştır. Cahiz, "Türk tek başına bütün bir cemiyet demektir" diyerek Türkler'in üstün niteliklerine işaret etmiştir.14 Aynı kitapta, Türkler'in at üzerinde geçirdikleri zamanın yerde ve uykuda geçirdikleri zamandan çok daha fazla olduğu; ok atma ve ata hakim olma yetenekleri belirtilmiştir. Bunların yanı sıra, diğer milletlerin meziyetleri sayılırken Türkler'in askerlikte en ileri seviyede olduklarına dikkat çekilmiştir.
Söz konusu kitapta Cahiz, Türkler hakkında övgü dolu ifadeler kullanmıştır:
"Savaş sanatı Türk'e bilgi, tecrübe, siyaset ve sair yüksek vasıflar kazandırmıştır. Türk daima sözünde durur ve hile bilmez. Türk Hakanı hileyi sadece savaşta da olsa yapmak zorunda kaldığını üzülerek belirtir ve iki yüzlü olanları daima en kötü insan sayar... Arap ordularını Türkler kadar titreten başka bir Millet yoktur. Türkler daima soylarıyla iftihar ederler, vatanlarına ve dillerine çok bağlıdırlar. Düşmanları esir alınca onlara iyilik ve ikram eder, alicenaplık gösterirler."15
Türk tarihinin anlatıldığı bir kaynakta, o çağlarda, İslam dünyasının Türkler'e yaklaşımı şöyle anlatılır:
"Araplar Maveraünnehir'e geldikleri zaman Türkler'in yüksek ahlaki meziyetlere, büyük bir idarecilik ve askerlik maharetine sahip olduklarını görmüşlerdi. Bunların şöhreti ta uzak İslam beldelerine kadar yayılıyor, herkes Türkler'den bahsediyordu. Müslümanlar arasında, Türkler İslamiyet'e girdikleri takdirde artık hiçbir gücün İslam'a karşı çıkamayacağı inancı doğmuştu. Nitekim birçokları vaktiyle Hazreti Muhammed'in Türkler'le ilgili övgülü ve müjdeli sözler söylediğini rivayet ediyor, hatta bazı Kuran ayetlerinde Türkler'in ima edildiği söyleniyordu."16
Türkler, İslam'ı hiçbir zorlama olmaksızın ve büyük bir içtenlikle kabul ettiler. Bu, tüm tarihçilerin kesinlikle üzerinde ittifak ettikleri bir konudur. Böyle bir gelişmede, onların Gök-Tanrı dinleriyle Müslümanlık arasında birtakım benzerliklerin bulunması önemli rol oynamıştır.
Eski Türkler, inandıkları yaratıcıyı "Tengri" olarak isimlendiriyorlardı. Tanrı'nın tek olduğuna ve herşeyi yarattığına inanıyorlardı. Öldükten sonra, iyi insanların "uçmağ" denilen cennete, kötülerin ise "tamu" olarak adlandırılan cehenneme gideceklerini düşünüyorlardı. Kadere inanırlardı. İbn-i Fadlan'ın yazdıklarına göre, Türkler'de zina ve eşcinsellik yasaktı; hırsızlık yapanlar ağır cezalara çarptırılırlardı; iyilik yapmaya son derece riayet edilirdi.17 Tüm bunlar Türkler'in Müslüman oluşlarını hızlandıran ve kolaylaştıran etkenlerdi.
Türkler tarih boyunca çeşitli dinlere girmişlerdir. Buna rağmen İslamiyet dışındaki dinlere girenler Türklüklerini koruyamamış; diğer kültür ve dinler içinde eriyip gitmişlerdir. İslam dini, milli yapıya uygun olduğu içindir ki Türkler kitleler halinde bu dini kabul etmişler ve milli varlıklarını muhafaza etmişlerdir. Diğer bir deyişle İslam, bütün Türkler'i birleştiren bir din olmuştur. Bu gerçekler, Türk Tarihinden Yapraklar isimli eserde şöyle ifade edilmiştir:
"Türkler, Müslüman dinini samimi olarak, kendi istekleriyle, hiçbir zorlama ve dış baskı olmaksızın kitle halinde kabul edince, tarihlerinin yeni bir devresine ayak basmış oluyorlardı. Bu yeni devre, 10. asırdan önceki asgari 1200 yıllık devreden daha da şanlıydı. Müslümanlık, Türk milli bünyesi için uygun bir din haline geldi. Türkler, Müslüman olma suretiyle Türklüklerini kemale erdirmiş, adeta tamamlamışlardı."18
Türkler arasında Müslümanlık, daha çok tarikatlar ve kendini dine adamış hizmet ehli insanlar vesilesiyle yayılmıştır. Başka dinlerin de yaygın olduğu Maveraünnehir bölgesinde, Müslüman alim, hukukçu ve bilim adamlarının yetişmesi ve çoğalması İslamiyet'in yayılmasına hız kazandırmıştır. Bu sırada medreseler kurulmuş; "yüksek İslam" adı verilen yazılı geleneğe bağlı İslam anlayışı ve yorumu uygulanmıştır.
İlk Kuran tercümeleri 10. yüzyılda Farsça çevirisiyle karşılaştırılarak satır aralarına yazılmıştır. Müslümanlığın kabulünden sonra, Kuran'ın yazılı tercümeleri, Türkçe yazı dilinin gelişmesine ve yaygınlaşmasına da katkıda bulunmuştur.19
Türkler'in İslam dinini kabul etmeleri önemli bir gelişmeye daha vesile olmuştur. İslamiyet, Türkler'in bayraktarlığında dünyaya yayılmış; bu durum da dünya tarihini şekillendirecek pek çok oluşuma öncülük etmiştir. Profesör Erol Güngör bu gerçeğin altını şöyle çizmiştir:
"Türkler İslam'ı kendileri için bir milli din haline getirdiler, bütün benlik ve samimiyetleriyle bu dine sarılarak on birinci yüzyıldan itibaren İslam dünyasının bütün düşman kuvvetlere karşı korunması işini tek başına yüklendiler.
İslamiyet devrine kadar Türkler her türlü yüksek meziyete sahip olan, fakat henüz dünyada kendi yerini tam bulamamış olan bir milletti. İslam, onun yolunu aydınlatan bir ışık oldu ve Türk Milleti bu ışığı takip ettikçe hep yükseldi."20
Bilindiği gibi, tarihte Türkler tarafından kurulan ve yönetilen, fakat halkının çoğunluğu Türk olmayan devletler vardır. Bunlar arasında Tolunoğulları, İhşidoğulları ve Sacoğulları devletlerinin ayrı bir önemi vardır. Söz konusu üç devletin kurucuları Müslüman Türkler'dir.
Abbasi Halifeliği sınırları içerisinde biraraya gelen müstakil ilk Türk devletinin kurucusu, Oğuz Türkleri'nden cesaret ve bilgisi ile nam salmış Tolun Ahmed'dir. 868 yılında Mısır Valisi olan Ahmed, burayı başarıyla yönetirken aynı zamanda kuvvetli bir ordu kurmuş, Bağdat ile arası açılınca bağımsızlığını ilan etmiştir. Mısır'ın ekonomisini düzeltip halkı yoksulluktan kurtardığı için burada oldukça sevilmiştir. Yerine geçen oğlu Humareveyh zamanında devletin sınırları Toroslar ve Irak'a kadar genişlemiştir. Ancak onun ardından gelenler iyi yönetim gösterememişler; bunun sonucunda Abbasi kuvvetleri 905 yılında Mısır'a girerek Tolunoğulları yönetimine son vermişlerdir.
Mısır'da kurulan ikinci Türk devleti İhşidoğulları Devleti'dir. (935-969) Kurucusu Mısır Valisi İhşid'dir. O yıllarda İhşidoğulları'nın sınırları Mısır'dan Suriye'ye kadar olan bölgeyi kapsamıştır. Ölümünden sonra oğulları başa geçtiyse de, çıkan iç karışıklıklardan faydalanan Fatimiler bu devleti yıkmışlardır.
Sacoğulları Devleti'nin kurucusu Abbasilerin Azerbaycan ve Ermenistan Valisi Afşın'dır. Sacoğulları yaklaşık kırk yıl bu bölgede, Abbasilerden bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürmüştür.
9. yüzyılda Karahanlılar, Orta Asya'da belirgin bir güce sahiplerdi. 10. yüzyılda Satuk Buğra Han'ın İslamiyet'i devletin resmi dini ilan etmesiyle, Karahanlı Devleti Orta Asya'daki ilk Müslüman Türk devleti oldu. Satuk Buğra Han ile birlikte 200.000 Türk ailesi de İslamiyet'i kabul etti.21 Böylelikle Orta Asya'daki güçler dengesinde İslamiyet yerini almış oldu.
Karahanlılar, İslamiyet'i sadece seçmekle kalmamış; onun diğer Türk boylarına duyurulması görevini de üstlenmişlerdir. Bu dönemde özellikle Kaşgar bölgesinde, kapsamlı İslami çalışmalar yapılmış ve eşsiz eserler yazılmıştır. Dönemin en önemli kitapları arasında, Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilik (Mutlu Kılan Bilgi) adlı eseri ve Kaşgarlı Mahmud'un Divan-ı Lügat-it Türk isimli eserleri sayılabilir. Birinci eser devlet yönetimi, ikincisi de dil bilimi alanında türlerinin ilk örnekleri olmuştur.
İslamiyet, Türkler'e yeni ufuklar açtı. 11. yüzyıl, Türkler'in İslam dünyasında gün geçtikçe güçlendiği bir dönem oldu. Tarihçilerin aktardığına göre, Hazreti Muhammed (sav)'in Müslüman Araplara "İleride bu ümmetin efendisi Türkler olacaktır" dediğine dair rivayetler dilden dile dolaşıyordu. Kaşgarlı Mahmud'un kitabının başında Türkler'e hakimiyet verildiği, herkesin Türkler'e muhtaç olduğu ve bu nedenle Türkçe öğrenmesi gerektiği yazmaktaydı.
Karahanlılar devri özellikle Türk kültür ve sanat tarihi bakımından önem taşır. Bu dönemde, yerleşim merkezlerinde camiler, köprüler, kervansaraylar ve benzeri yapılar inşa edilmiş; eğitim kurumları açılmış; Buhara ve Semerkant bilim merkezi durumuna gelmiş; Türk dili de büyük bir gelişme olanağı bulmuştur.
İlk Türk mutasavvıfı Ahmed Yesevi Karahanlılar zamanında yaşadı. Ahmed Yesevi ve halefleri, Orta Asya'da İslamiyet'e çağıran elçiler oldular; bu topraklarda İslamiyet'in yayılması için büyük çaba harcadılar. Anadolu Türk evliyalarının çoğu Ahmed Yesevi'den eğitim aldı. Ahmed Yesevi ve onun ardından gelenler Türkçeyi yaygın olarak kullandılar; böylece Türkler'in İslamiyet'i tanımalarına unutulmaz katkılarda bulundular. Bunun Türk Birliği'nin kurulması yolundaki önemli kilometre taşlarından birisi olduğu açıktır.
Karahanlı Devleti 13. yüzyılın ilk çeyreğine kadar ayakta kaldı; bu tarihteki Moğol istilaları sonucunda yıkıldı.
Gazneliler Devleti, adını Doğu Afganistan'da bulunan başkentleri Gazne'den almış; çağının en güçlü devletlerinden biri olmuştur. 997 yılında Gazneli Mahmud'un iktidara gelmesiyle en parlak çağını yaşamıştır. Gazneli Mahmud Müslümanlığı yayma konusundaki çabalarıyla herkesin takdirini kazanmış; devletin sınırlarını Toharistan ve Maveraünnehir'den Pencap'a, Multan'a ve Sind'in bir bölümüne kadar genişletmiştir. Hindistan'a 17 kez sefer düzenlemiş ve Kuzey Hindistan'ı topraklarına katmıştır. Bölge insanları büyük oranda İslamiyet'i seçmişler; böylece günümüzdeki Pakistan Devleti'nin temeli atılmıştır.
Gazneli Mahmud'un İslamiyet'i tebliğ etme yolundaki çalışmaları Bağdat'taki halife tarafından da desteklenmiş ve ona "Sultan" unvanı verilmiştir. Türk tarihinde sultan unvanını ilk defa o kullanmıştır. Şüphesiz Gazneli Mahmud Türk-İslam tarihinin en büyük şahsiyetlerinden biridir.
Aynı devirde, ünlü Türk düşünürü Ebu Reyhan el-Biruni, Gazne'de çalışmalarını sürdürmüştür. Bu gelişme, söz konusu dönemin Türk-İslam kültür tarihinin en önemli çağlarından birisi olarak anılmasında rol oynamıştır. Firdevsi'nin "Şehname"si de yine bu dönemde Sultan Mahmud'a sunulan yapıtlar arasındadır.
Sultan Mahmud'un ardından yerine oğlu Sultan Mesud geçmiştir. Dandanakan Savaşı'nda Gazneliler, Tuğrul ve Çağrı Beyler komutasındaki Oğuz kuvvetlerine yenilmiş ve Selçuklu hakimiyetine girmişlerdir.
Türk Milleti'nin her devirde en büyük bölümünü oluşturan Oğuzlar, siyaset ve medeniyet sahasında da en büyük rolü oynamışlardır. İslamiyet'i seçmelerinden önce Göktürk Devleti'ni; İslamiyet'le tanışmalarından sonra Harzemşahlar, Akkoyunlu ve Karakoyunlular Devletlerini, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarını kuranlar Oğuzlar'ın soyundandır. Oğuz adı, kabile, boy anlamı da bulunan ok sözünden eski Türkçede çoğul eki olan "z" ekiyle türetilmiştir. 24 boy halinde yaşayan Oğuzlar, boy yapılarını her gittikleri yere taşımışlardır.
Oğuzlar'ın 24 boyu, Oğuz Han'ın Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ ve Deniz adlarındaki altı oğlunun ve bu altı oğlun her birinin dörder oğlunun soyundan türemiştir. 24 boyun on ikisi Bozoklar, on ikisi Üçoklar şeklinde adlandırılmıştır. Bozoklar'ın sembolü yay, Üçoklar'ın sembolü ok olmuştur. (Bugün Türkiye'de yaşayan Türkler'in soy ağaçlarına bakılırsa, çoğunun 24 Oğuz boyundan birine mensup olduğu görülür. Türkiye'deki birçok yer adı ve buralarda yaşayanların isimleri de Oğuz boylarının isimleridir.)
Bozoklar, Oğuz Han'ın Gün Han, Ay Han ve Yıldız Han adlı oğullarından meydana gelmişlerdir: Kayılar, Bayatlar, Alkaevliler, Karaevliler, Yazırlar, Dodurgalar, Dögerler, Yaparlılar, Avşarlar, Beğdililer, Kızıklar, Karkınlar.
Üçoklar, Oğuz Han'ın Gök Han, Dağ Han ve Deniz Han adlı oğullarından meydana gelmişlerdir: Bayındırlar, Peçenekler, Çavuldurlar, Çepniler, Salurlar, Eymürler, Alayuntlular, Yüregirler, İğdirler, Büğdüzler, Yıvalar ve Kınıklar.
Peçenekler'i önlerine katarak Doğu Avrupa'ya yönelen Oğuzlar, kalabalık topluluklar oluşturdular; Uz veya Guz şeklinde adlandırıldılar. Ruslar ise bunlara doğrudan doğruya Türk adını verdiler. Peçenekler'in ardından göçlerine devam eden Uzlar'ın büyük bir kısmı 1064 yılında Tuna'yı aşarak Balkanlar'a geçti; diğer bir bölümü bugünkü Ukrayna'nın güneyinde yerleşti. Bunlardan bazıları Karakalpak adıyla tanındılar. 11. yüzyıl ortalarında Balkanlar'da yurt tutan Uz topluluklarının bir bölümü Vardar Ovası'ndaki başka Türk unsurlarla karışarak, buranın tam bir Türk yurdu olmasını sağladılar. Uzlar'ın kalan kısmı Dobruca'da yerleşerek, bugünkü Gagauzlar'ın temelini meydana getirdiler.
Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan'ın kumandanlığında kazanılan Malazgirt Meydan Savaşı'yla beraber Anadolu'nun kapıları Türkler'e tamamen açılmıştır. | ||
Oğuzlar'ın Aral Gölü ile Hazar Denizi arasındaki bölgede yerleşen kısmı, tarihte yepyeni bir çığır açtı. İslam dininin Oğuzlar arasında yaygın duruma gelmesiyle diğer Türk boyları onları Türkmen şeklinde isimlendirdiler.
Selçuk Bey, Dukak Bey'in oğluydu; Oğuzlar'ın Üçoklar dalından Kınıklar boyundandı. Selçuk Bey'in torunları olan Tuğrul ve Çağrı Beyler döneminde Oğuzlar, 1040 yılında, Dandanakan'da Gaznelileri yenerek Büyük Selçuklu Devleti'ni kurdular. Daha sonra İran'ı fethedip, Doğu Anadolu'nun kapılarına dayandılar. Tuğrul Bey ile Çağrı Bey'in kesin bir birlik ve beraberlik içinde hareket etmeleri, başarılarındaki en önemli etken oldu. Tuğrul Bey, halife tarafından Sultan olarak tanındı; sağlığında Sünni İslam dünyasını tek bir çatı altında topladı. Ölümünün ardından yerine, Çağrı Bey'in oğlu Alparslan geçti.
Alparslan hiç tartışmasız Türk tarihinin en önemli isimlerinden biridir. Türk tarihinde bir dönüm noktası olan, Anadolu'nun kapılarını açan Malazgirt Zaferi'nin (1071) mimarıdır. Alparslan, büyük bir devlet adamı ve komutan olmasının yanında üstün ahlakıyla da tanınır. Şu satırlar onun seciyesini anlatması açısından anlamlıdır:
"Büyük Kumandan Alparslan'ın saray mutfağında her gün elli koyun veya keçi kesilerek fakirlere dağıtılmaktaydı. Sultan'ın divanında sayılamayacak kadar çok fakir kimselerin isimleri kayıtlı olup bunlara muntazaman maaşları verilmekteydi. O Koca Sultan bazen tevafuk eseri hasta ve fakir bir kimseyi gördüğü zaman, son derece hassasiyete kapılarak teessüründen ağlayıp derhal yardımına koşmaktaydı." 22
Bizanslılar'ın Malazgirt Savaşı'ndan sonra yapılan anlaşmaya uymaması nedeniyle Sultan Alparslan komutanlarına Anadolu'nun tamamen fethedilmesi emrini verdi. Alparslan'ın yerine geçen Melikşah zamanında da bu fetih hareketleri devam ettirildi. Kutalmışoğlu Süleyman Bey ve kardeşi Mansur gibi hanedan üyeleri ile Artuk Bey, Tutak, Danişment Gazi, Mengücek, Ebulkasım gibi isimlerin komutasındaki Türkmenler Anadolu içlerine akınlar düzenlediler. Anadolu'nun fatihi olan bu değerli komutanlar veya oğulları hakim oldukları bölgelerde kendi devletlerini kurdular. Bunlar, Anadolu'da kurulan ilk Türk devletleridir. Melikşah'ın 1092'de öldürülmesinden sonra, bu Türkmen beylikleri daha bağımsız hareket etmişlerse de çoğu siyasi bakımdan Irak Selçukluları'na bağlı kaldılar. Anadolu'nun Türkleşmesinde önemli rol oynayan ilk Türk devletleri, genellikle küçük, mahalli yapıdaydılar. Ancak Saltuklular, Danişmentliler, Mengücükler ve Artuklular diğerlerinden daha güçlüydüler. Zamanla Anadolu Selçukluları, diğerleri üzerinde hakimiyet kurarak, Anadolu'da Türk birliğini sağladılar.
Melikşah ve veziri Nizam-ül Mülk döneminde, Selçuklu İmparatorluğu en parlak yıllarını yaşadı. Ancak her ikisinin de öldürülmesinin ardından gelişen bazı olaylar Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun dağılmasını hızlandırdı. Bunlardan en önemlileri, taht mücadeleleri ile Hıristiyan dünyasının ortak harekete geçmesi sonucunda düzenlenen Haçlı Seferleri oldu.
| ||
Alparslan'ın Büyük Selçuklu tahtına geçmesiyle birlikte, Anadolu'ya yapılan akınlar tekrar hız kazandı. Bu akınlarda Orta ve Güney Anadolu baştan başa geçilerek birçok şehir alındı. Alparslan'ın bir amacı da Mısır'ı fethederek İslam dünyasındaki ayrılıkçı hareketlere son vermekti. Ancak o sıralarda başka bir durum ortaya çıktı.
Aynı yıllarda Bizans'ta iç karışıklıklar hüküm sürmekteydi. Bizans, Türk akınları karşısında aciz kalmıştı. Yeni imparator Romanos Diogenes Anadolu'yu kaybetmekte olduklarının farkına varınca bu gelişmeyi durdurmak ve Türkler'i Anadolu'dan çıkarmak amacıyla Anadolu'ya geçti; Selçuklular'a karşı büyük bir ordu kurma çalışmalarına başladı. Anadolu'ya iki sefer düzenledi, bazı tahribatlar verdi, ancak imparatorun amacı Türkler'e son ve kesin bir darbe vurmaktı. Bu nedenle, Ermeni, Gürcü; ücretli Frank, Norman, Rus askerleri; Türk soyundan Uz ve Peçenek kuvvetlerinden oluşan 200 bin kişilik büyük bir ordu hazırladı.
Hazırlıkların ardından Bizans ordusu doğuya doğru sefere çıktı. Bu sırada Alparslan, Mısır seferine çıkmış, kuvvetleriyle Halep'i kuşatmıştı. Bizans ordusunun ilerleyişini duyunca süratle geri dönmeye karar verdi. Yaşlı ve yorgun askerlerini bırakarak emrindeki genç ve dinç kuvvetlerle Malazgirt yakınlarına geldi. Birkaç kez barış teklif ettiyse de bunu Alparslan'ın korkusuna yorumlayan Romanos Diogenes barışı reddetti; artık savaş kaçınılmazdı.
Tarihi kaynaklara göre Bizans'ın 200 binlik ordusuna karşı, Selçuklu kuvvetleri 50 bin kadardı. İki ordu Malazgirt Ovası'nda mevzilendiler.
İslam ülkelerinin her köşesinde, Alparslan'ın zafer kazanması için hutbe okunuyor, dua ediliyordu. Sultan Alparslan 26 Ağustos 1071 Cuma günü sabahı etkileyici ve coşkulu bir konuşma yaptı:
"Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya şehit olur cennete girerim... Askerlerim! İşte atımın kuyruğunu bağladım. Bir er gibi savaşa gireceğim. Üzerimde sultanlık belirtisi hiçbir şey yoktur. Şehit olursam, üzerimdeki şu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır... Ya Rabbi! Seni kendime vekil ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve Senin uğrunda savaşıyorum. Ey Tanrım, niyetim halistir, bana yardım et. Sözlerimde yalan varsa beni kahret." 23
Halife de bütün camilerde okunmak üzere her tarafa gönderdiği hutbesinde şöyle dua etmişti:
"Allah'ım, Müslümanlığın bayraklarını yükselt ve hayatlarını sana kulluk uğrunda esirgemeyen mücahitlerini yalnız bırakma; Alparslan'ı düşmanlarına muzaffer kıl ve askerlerini meleklerin ile teyit eyle!.."
Alparslan, askerlerine hitabının ardından kılıcını ve gürzünü kuşanarak ordusunun başına geçti. Alparslan sayıca çok üstün olan Bizans kuvvetlerine karşı, Türk savaş taktiği olan "Turan taktiği"ni başarıyla uyguladı. Askerlerin bir kısmı savaş alanının iki yanındaki tepelerde pusuya yattı. Diğer kuvvetler önce düşmana saldırdı, sonra da kaçar gibi yaparak geri çekildiler. Türkler'in bozguna uğradığını zanneden Bizans kuvvetleri disiplinsiz bir şekilde Selçuklu kuvvetlerini takibe başladı ve merkezden epey ayrıldılar. Pusuya doğru çekilen Bizans ordusu, bu tuzağı geç fark etti. Geri çekilmeye çalıştıkları sırada Ermeniler ve bazı yedek kuvvetler savaş alanından kaçtılar. Bizans ordusundaki Uzlar ve Peçenekler de Türkler'in safına geçtiler. Tam anlamıyla çembere alınan Bizans ordusu, akşama kadar süren Türk hücumlarıyla adeta yok edildi; Diogenes de yaralı olarak ele geçirildi. Alparslan, imparatorun umduğunun aksine ona çok iyi muamele etti, saygı gösterdi ve onunla bir anlaşma yaparak serbest bıraktı.
Malazgirt Zaferi sonuçları itibarıyla hem Türk tarihi, hem de dünya tarihi bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır. Böylece Anadolu kapıları Türkler'e tamamen açılmıştır. Anadolu'nun çeşitli yerlerinde irili ufaklı Müslüman Türk devletleri ortaya çıkmış; Türkiye Cumhuriyeti'ne kadar uzanan Türkiye tarihi başlamıştır. Artık Anadolu, ebediyen Türk ülkesi olmuştur. Bu zaferle, Türkler'in İslam dünyasındaki prestiji ve liderliği daha da güçlenmiştir.
Malazgirt Zaferi, Avrupa'da da derin izler bırakmıştır. Bizans'ın yenilmesi üzerine kendilerini de tehlikede gören Hıristiyan Avrupa, Türkler'e karşı ittifaklar kurmuştur. Diğer bir ifadeyle, Haçlı ittifakı aslında bu zafere bir tepki olarak doğmuştur. Haçlı Seferleriyle Türk ilerleyişi durdurulmak istenmiştir.
Müslüman Türk Devletleri, tarih boyunca hakimiyetleri altındaki topraklarda gayrimüslimlere adaletle davranmış ve hürriyetlerini sağlamışlardır. Bunun farkına varan Ermeni ve Rum azınlıklar da Anadolu'ya barış ve huzur getiren Türkler'in yönetimini tercih etmişlerdir. | ||
Anadolu, Türkler tarafından fethedilmeden önce Bizans hakimiyeti altındaydı. Ermeniler, Gürcüler, Süryaniler ve Yakubiler gibi topluluklar Bizans idaresi altında yaşıyorlardı. Ancak halk, yönetimden memnun değildi; siyasi, ekonomik ve dini yönden baskı görüyordu. Ağır vergi yükü halkın belini bükmüştü. Baskı politikasına direnen azınlıkların ya köyleri yıkılıp yakılıyor ya da mallarına el konuluyordu. Ortodoksluk dışındaki mezheplere mensup Hıristiyanlar bile büyük zulüm gördüler; tehditlerle Ortodoks mezhebini kabul etmeye zorlandılar.
Türkler'in Anadolu'ya ayak basışı, Bizans boyunduruğu altında inleyen azınlıklar için bir kurtuluş umuduydu. Bu gerçeği ilk fark edenler Ermeniler oldu. Nitekim Malazgirt Savaşı'nda Bizans kuvvetlerindeki Ermenilerin savaş alanını terk etmeleri, Diogenes'i zor durumda bırakmış ve Türkler'in savaşı kazanmasında önemli rol oynamıştı. Ermeniler ne kadar doğru hareket ettiklerini Türkler'in Anadolu'yu fethetmelerinin ardından daha iyi anladılar. Alparslan ve Melikşah onlara topraklarını, haklarını ve özgürlüklerini iade ettiler.
Ermeni Patriği Basile'nin Selçuklu Sultanı Melikşah'ın vefatının ardından yazdıkları, Anadolu Ermenileri'nin Müslüman Türkler'e bakış açısını en güzel şekilde ortaya koymaktadır:
"Her tarafta barış ve hakimane bir idare kurdu. Bütün hükümdarlardan daha akıllı ve kudretli idi. Bildiklerimizin hepsinden de daha adil olduğundan kimseye keder vermedi. Yüksek fikirleri, adil ahlakı ve şefkati ile kendisini herkese sevdirdi. Böylece harp ve şiddetle değil, gönülleri kazanmak suretiyle hiçbir hükümdarın elde edemediği memleketlere sahip oldu. Eğer ömrü vefa etse idi, çok süratle artan kudreti dolayısıyla, Avrupa'yı da devletinin hudutları içerisine alacaktı." 24
Daha da ilginci, Anadolu'da yaşayan azınlıkların yanı sıra Rumlar'ın da Türkler'in yönetimini tercih etmeleriydi. Gün geçtikçe artan sorunlardan bunalan Rumlar da Ermeniler gibi, bölgeye adalet ve barış getiren Türkler'e sıcaklık duymaya başlamışlardı:
"Türkler'in pek geniş olan dini müsamahaları ve Müslüman, Hıristiyan farkı gözetmeden tatbik ettikleri adilane hükümet sistemi de Bizans tiranlarından bıkmış olan Rum ve Ermeni ahalisi için Türk hakimiyetini tercih sebeplerindendi."25
Kısacası Türkler Anadolu'da kurtarıcı olarak karşılandılar. Şunu da eklemek gerekir ki savaşlar, salgın hastalıklar, Bizans'ın zorbalıkları ve tehcir (zorla göç ya da hicret ettirme) politikası nedeniyle Anadolu'da nüfus oldukça azalmıştı. Böylece Türkler adeta terk edilmiş olan, tarım ve hayvancılığa son derece elverişli Anadolu topraklarında yerleşmeye başladılar. 13. yüzyıldaki Moğol baskısı sebebiyle ikinci bir göç dalgası daha yaşandı. Böylece Anadolu'nun Türkleşmesi tamamlanmış oldu.
Osmanlı Devleti, idaresi altındaki azınlıkların temel hak ve özgürlüklerine herhangi bir müdahalede bulunmamış, dinlerini ve geleneklerini özgürce yaşamaları için gerekli ortamı sağlamıştır. | ||
Selçuklular, Anadolu'ya gelen Kayı Türkleri'ni Bizans sınırına yerleştirmişlerdi. İşte böyle ortaya çıkan Osmanlı Beyliği bu avantajı iyi kullanarak kısa sürede büyük bir devlet haline geldi. Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkıldığı sırada, Bizans topraklarındaki Osmanlı fetihleri devam ediyor; Bizans'ın Hıristiyanlar üzerindeki etkinliği günden güne azalıyordu. Bizans valilerinin siyasi, dini ve ekonomik baskılarından bunalan azınlıklar bir kurtuluş yolu arıyorlardı. Bu yıllarda, Bilecik, Yarhisar, İnegöl ve Köprühisar bölgeleri Osmanlı yönetimindeydi. Buralardaki azınlıkların temel hak ve özgürlüklerine herhangi bir müdahalede bulunulmuyor; azınlıklar dinlerini ve geleneklerini özgürce yaşayabiliyorlardı. Osmanlı Devleti'nin, toprakları üzerinde yaşayanlara gösterdiği şefkatli tavır kısa zamanda etrafta duyuldu. İşte bu durum, Bizans tarafından ezilen insanlar için bir kurtuluş oldu; hatta birçok şehrin hiçbir direnç göstermeden Osmanlı idaresine geçmelerine yol açtı.
Örneğin, Bursa'nın fethi bu şekilde oldu. Civar yerleşim merkezlerindeki adil ve merhametli idareden etkilenen Rumlar, Bursa'nın fethi sırasında Osmanlı akıncılarına karşı koymadılar. Orhan Gazi'nin "neden teslim oldunuz?" sorusuna Bursa Rumları'nın verdiği cevap bu gerçeğin dile getirilişiydi:
"Senin baban nice zamandır Bursa'nın köylerini zaptedip kendine bağladı, onlar rahat ve emniyet içinde yaşarlarmış. Biz de onların rahatlığına heves ettik." 26
Türk tarihçiliğinin en önemli isimlerinden Dimitri Kantemir'in Osmanlı İmparatorluğu'nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi adlı eserinde, İznik'in Osmanlı yönetimine geçişiyle ilgili şu ifadelere yer verilir:
"İznik şehri ahalisi kendisine (Orhan Gazi'ye) elçiler gönderir ve hayatlarının bağışlanması ve İstanbul'a gitmeleri için izin verilmesi isteğinde bulunurlar. Orhan Bey de beklenilmeyen bir yüce gönüllülükte bulunarak, salt sağ-salim gitmelerine izin vermekle kalmaz, beraberlerinde götürebilecekleri kadar mal ve eşyalarını da almalarına müsaade eder. Orhan Bey'in bu merhametli davranışı karşısında duygulanan İznik halkı, malikane ve evlerinde özgür kalmayı ve gönüllü olarak Osmanlı Devleti'ne haraç vermeyi yeğlerler… Orhan Bey'in uyruğuna karşı olan bu yüce gönüllülüğü ve insanlığının ünü, bütün komşu ülkelere yıldırım hızıyla yayılıverir. O kadar ki, içlerinden birçoğu kuşatma korkusundan kaçan salt İznikliler değil, Türk kuvvetlerinin henüz erişemediği öteki kent ahalisi de yığın halinde İznik'e gelmeye başlarlar. Bunun sonucu İznik'in nüfusu bir yıldan az bir zaman içinde İstanbul'la yarışacak kadar çoğalır." 27
Osmanlılar'ın yüksek seciyelerinin ve ahlaklarının önemli bir sonucu da Hıristiyanlar arasında İslamiyet'in hızla yayılması olmuştur. Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılan bölgelerdeki pek çok Hıristiyan, Türk-İslam ahlakının üstün vasıflarından etkilenerek Müslümanlığı tercih etmiştir. Hatta bazı tekfurlar kendi istekleriyle Osmanlı hakimiyeti ile birlikte Müslümanlığı da kabul etmişlerdir. Bunlardan biri olan Köse Mihal, Osman Gazi ile Orhan Gazi'nin yanında üst düzey bir görev almıştır.
| ||
Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi'nin portresi | ||
Türkler'in Anadolu'da hakimiyeti ele almalarının öncesinde Anadolu'da yaşanan toplumsal bunalımın benzeri Rumeli'de de yaşanıyordu. Halk yönetime karşı toplumsal bir patlamanın eşiğine gelmişti. Gerek Bizans yönetimi gerekse derebeylerin gaddar politikaları sonucunda, günlük hayat adeta bir işkence halini almıştı. Ortodoks ve Katolikler arasında mezhep çatışmaları sürerken, Bogomil mezhebine bağlı olan Boşnaklar iki mezhebin baskısı altında eziliyorlardı.
Rumeli'ye giden Osmanlı ordusunun başında Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa bulunuyordu. Kısa bir zaman içinde Balkan ülkelerinin tamamı Osmanlı topraklarına katıldı. Yöneticilerinden memnun olmayan halk Osmanlı ordusunu sevinç gösterileriyle karşıladı. Osmanlılar'ın Balkanlar'da ilerleyişinin kolay gerçekleşmesi şüphesiz tebaasına gösterdiği merhamet ve adalet ile yakından ilgilidir:
"13. yüzyılın sonlarında ve 14. yüzyılın başlarında Bizans şehirleri ekonomik ve siyasal bakımdan parçalanmıştı. Rakip hükümdarlar ve savaşçı asilzadelerin idaresinde sosyal ve dini kavgalarla yıpranmış olan Balkan Yarımadası istilaya elverişli idi. Türkler ülkeyi ele geçirince, toprağı yoksul köylülere dağıttıkları için halk onları kurtarıcı gibi karşıladı. Büyük toprak sahiplerini ortadan kaldıran Türkler, Balkanlar'da derebeyliğe son verip küçük çiftçilere geniş imkanlar tanıdılar. Toprağa kavuşan köylü, Türk idaresini memnuniyetle kabul edip sadakatle bağlandı. Hem Katolik hem de Yunan Ortodoksların zulmüne uğramış olan Bogomil mezhebinden birçok kişi Türkler'e bir kurtarıcı gözü ile baktılar."28
Osmanlı'nın Balkanlar'a adım atışı beraberinde sadece ekonomik alanda değil dini yaşamda da büyük bir rahatlık ortamı getirdi. Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan çeşitli dinlere mensup insanlar gerçek anlamda ilk defa inanç ve ibadet hürriyetine sahip oldular.
Balkan milletleri bugün varlıklarını sürdürüyorlarsa; bunun tek nedeni, Osmanlı Devleti'nin onları zorla Türkleştirme ve Müslümanlaştırma siyaseti izlememesidir. Diğer bir deyişle, Balkan halkları Türkler'e minnet borçludurlar. Osmanlılar'ın Balkanlar'daki uygulamaları Türk-İslam ahlak, kültür, adalet ve hoşgörüsünün unutulmaz örnekleri olmuştur. Çeşitli dinlere ve milletlere mensup olan halkların kültür ve geleneklerini korumalarına izin verilmiş; özgürce yaşamaları garanti altına alınmıştır.
Romanya eski Adliye Nazırlarından Constantin Dissescu, Romenlerin Türkler'e duydukları hisleri şöyle dile getirmiştir:
"Kim ne derse desin, biz Romenler bugünkü mevcudiyetimizi Türkler'in ulvi cenabına borçluyuz. İdareleri altına aldıkları milletlere karşı hakiki bir şefkat, mürüvvet ve müsamahakarlık ile muamele, onların dillerine, milli ve dini müesseselerine müsaade etmemiş olsaydılar, onların yerine biz herhangi bir komşu milletin tahakkümü altına girmiş bulunsaydık, bu anda yeryüzünde bir tek Romen kalmazdı." 29
Balkanlar'da Bizans ve derebeylerine tepki olarak Osmanlı yönetimi altına kendi istekleriyle giren Bulgar halkı, Türkler'in Balkanlar'a girişini sevinçle karşılayan milletler arasındaydı. Dışarıda Bizanslılar, Sırplar ve Macarlar, içerideyse kendi kralları tarafından ezilen Bulgarlar çareyi Osmanlı idaresinde buldular ve milli varlıklarını muhafaza ettiler:
"Bulgaristan Türkler'in idaresine geçtikten sonra Bulgarların sesleri bir daha çıkmadı. Çünkü halk, Bulgar kralları idaresinde görmedikleri rahatı, huzuru ve sükunu Türk idaresinde bulmuşlardı."30
Yunan milletinin başka toplumlar içinde kaybolup gitmemesinde Türkler'in rolü, tarihçi Nikos Bees tarafından şöyle ifade edilir:
"Türk hakimiyeti devrinde Mora'da Yunanlılığın bekasına hizmet eden amiller (etkenler) arasında Osmanlılar'ın bahşetmiş olduğu siyasi haklar büyük rol oynamıştır." 31
Yüzyıllar boyunca Arnavutlar, Elenler ve Slavlar'la sürekli bir mücadele içinde olmuşlardır. Arnavutlar'ın yok olmaktan kurtulmasının iki temel nedeni vardır: Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'da adil bir düzen kurması ve Arnavutlar'ın Müslümanlığı kabul etmeleri.
Profesör Tayyip Gökbilgin'in şu yorumu aslında konuyu çok güzel özetlemektedir:
"Batı dünyasının hiçbir yerinde ayrı bir dine hatta bir mezhebe tahammül edemeyen ve yaşatmayan sistem, Osmanlı Devleti'nde de mevcut olsaydı, bugün ne Sırp ne Bulgar ne de Yunan vs. ismine rastlanmazdı. Tarihin muhtelif devirlerinde isimlerini bırakarak kendileri kaybolan veya başka milletler içinde eriyen kavimler gibi olurlardı." 32
Balkanlar'da yaşayan Boşnaklar Bogomil mezhebine bağlıydılar. Bu mezhep Hıristiyanlığın dejenere olmuş unsurlarının çoğunu reddediyordu. Bu durum Katolik ve Ortodoksların büyük tepkisine neden oluyordu. Türkler'in Balkanlar'a gelmeleri büyük zulüm gören Boşnaklar için bir umut ışığı oldu. Bogomil mezhebine mensup olan Boşnaklar Türkler'in Balkanlar'a hakim olmasıyla birlikte Katolik ve Ortodokslarla eşit haklara sahip duruma geldiler:
"15. asırda Bogomillerin çektikleri sıkıntılar o kadar dayanılması imkansız bir dereceye varmıştı ki, artık bundan kurtulmak için Türkler'den yardım talebinde bulunmuşlardı. Çünkü Bosna Kralı ve rahipleri, saldırılarını evvelce misli görülmemiş dereceye vardırmışlardı… 1462'de Sultan II. Mehmet Bosna'yı ele geçirdiği sırada oranın Katolikleri krallarını terk etmişlerdi. Kralın makamının bulunduğu Bobovaç şehri kalesinin anahtarları Bogomil mensuplarından olan vali tarafından Türkler'e teslim edildi. Diğer şehirlerle kaleler de buna uyduklarından bir hafta zarfında yetmiş kadar kasaba padişahın hakimiyeti altına geçti... Türk fetihleri başladığı sırada Bogomiller toplu olarak İslam'a geldiler." 33
Bosna-Hersek'in fethi ile birlikte Türkler'e yakınlık duyan Boşnaklar kitleler halinde İslam dinini kabul etmeye başladılar. 15. yüzyılın sonlarında Boşnaklar'ın tamamı Müslümanlığı kabul etmişti.
Boşnaklar Müslüman olduktan sonra Osmanlı yönetiminde önemli görevler aldılar. Osmanlı tarihindeki dokuz sadrazam, çok sayıda komutan, vali ve devlet adamı Boşnak asıllıydı. Bosna Ordusu, hem Avrupa seferlerinde Osmanlı ordusunun yanında yer alıyor, hem de Osmanlı İmparatorluğu'nun en uç karakolu olarak Batıya karşı koruyuculuk görevini üstleniyordu.
Osmanlı padişahları, yönetimini ele aldıkları tüm topraklarda adaletli oldular ve bu sayede asırlar boyunca dini, dili farklı insanlar arasında barış ve hoşgörü ortamı yaşandı. | ||
İspanya'nın güneydoğusunda kurulan Endülüs Devleti, uzun bir süre Müslümanların diğer halklarla birlikte huzur ve refah içinde yaşamalarına imkan sağlamış; İslam medeniyetinin Avrupa'da tanınmasına ve yayılmasına büyük katkıda bulunmuştu. Endülüs Müslümanları Hıristiyan saldırıları karşısında yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalınca, Sultan II. Beyazıt'a elçi göndererek acil yardım talep ettiler. II. Beyazıt bu duruma kayıtsız kalmadı ve derhal Kemal Reis'i görevlendirdi. Kemal Reis komutasındaki askerler İspanya sahillerine çıkarma yaparak İspanya Kralına göz dağı verdiler. Ayrıca binlerce Müslüman Kuzey Afrika'daki güvenli topraklara taşındı ve İspanyollar'ın zulmünden kurtarıldı.
16. yüzyılın başında Portekizliler'in Hint Denizi'nde boy göstermeleri nedeniyle buradaki bazı Müslüman devletler zor durumda kalmışlardı. Bunlardan birisi Gucurat Devleti'ydi. 1530 yılında, Portekiz saldırıları üzerine Gucurat hükümdarı, Kanuni Sultan Süleyman'dan yardım istedi. Bunun üzerine Hint Seferi'ne çıkılarak, Portekizlilere karşı Gucurat Müslümanlarına askeri yardımda bulunuldu. Yine aynı bölgede yaşayan Ace Müslümanları da Portekiz tehdidine karşı İstanbul'dan yardım istediler, Osmanlı Padişahını tanıdıklarını bildirdiler. Kanuni, Ace Müslümanlarının bu isteğine de olumlu cevap vererek Lütfi Bey ve bir topçu birliğini bölgeye yardıma gönderdi. Bu tarihten itibaren Osmanlı sınırları resmi olarak olmasa da fiili olarak Güneydoğu Asya'ya kadar uzanmış oldu.34
Doğu Afrika sahillerinde yaşayan zenci Müslümanlar 1584 yılında yine kurtarıcı olarak gördükleri Türkler'den yardım istemişlerdi. Bu çağrıya gösterilen icabet, Türkler'in hamiyetperverliklerinin sayısız örneğinden birisi oldu. Ali Bey, emrindeki Osmanlı birlikleri ile Aden'e hareket etti. Tüm Kenya sahillerini Müslüman azınlıklara karşı tehlike oluşturan unsurlardan temizledi:
"Osmanlı Türkleri bu ülkelerin imdadına tam zamanında koşmamış olsalardı, buralar şüphesiz sömürgeci kahyalar tarafından istila edilmekle kalmayacak, bu istila İslam dini için de en büyük bir darbe olacaktı. Bundan böyle İslamiyet'in Orta ve Batı Afrika'da yayılması şöyle dursun, Kuzey Afrika'da bile (Endülüs Müslümanları misali) İslam varlığı büyük bir tehlikeye düşecekti. Belki de silinip gidecekti... Bugün sayıları milyonlarla ifade edilen Müslüman Afrikalıların nerede olursa olsun, Osmanlı Türkleri'ne karşı büyük bir minnet borcu vardır." 35
Dünyanın dört bir yanında mazlum halkların yardımına koşan Osmanlı İmparatorluğu, Rus tehdidine karşı Kırım Tatarları'nın tek sığınağı olmuştu. Sıcak denizlere inmeye çalışan Ruslar'ın saldırıları nedeniyle yok olma tehlikesine maruz kalan Kırım Tatarları Osmanlı himayesine sığındılar. Bunun ardından Karadeniz adeta bir "Türk Gölü" haline geldi;36 üç yüzyıl boyunca da bu niteliğini korudu.
Kafkasya eski tarihlerde de birçok ırk ve dinden insanın yaşadığı bir bölgeydi. Kafkasya'daki Çerkezler'in yardımına koşan yine Osmanlı oldu. 19. yüzyılın ortalarında Rus zulmüne ve saldırılarına dayanamayarak bölgeyi terk etmek zorunda kalan Çerkez Müslümanlarına kapılarını sadece Osmanlı İmparatorluğu açtı. Bu yıllarda 1.5 milyon Çerkez, Osmanlı topraklarının çeşitli yerlerinde yerleştirildi.
Osmanlılar, Türkistan'daki Türkler'e yardım amacıyla ellerinden geleni yapmışlardır. Bununla birlikte bazı imkansızlıklar bu yardımın belirli bir düzeyde kalmasına neden olmuştur.
Yahudiler ile Türkler arasındaki ilk ilişkiler Büyük Selçuklu Devleti döneminde kuruldu. O çağlarda Yahudiler, Bizans'ın ekonomik ve dinsel baskılarından kaçarak kitleler halinde Türk topraklarına göç ettiler. Bundan sonra Türk topraklarındaki Yahudiler, hemen her dönem dünyanın diğer yerlerindeki Yahudilere kıyasla daha iyi koşullarda yaşadılar.
Osmanlı Devleti kurulduğunda Bursa'da kalabalık bir Yahudi toplumu vardı. Bursa'nın fethinden sonra Yahudiler kendi dini liderleri tarafından yönetilme hakkına kavuştular.
Türkler'in Balkanlar'a yerleşmeleri Yahudi azınlık tarafından memnuniyetle karşılandı. Türk adalet ve hoşgörüsünün namını duyan Balkan Yahudileri, fetihlerin ardından Osmanlı topraklarına göç etmeye başladılar. Aynı dönemde Başhaham İshak Safetti, Avrupa'daki Yahudilere Osmanlı topraklarına göç etmeleri yönünde çağrıda bile bulundu. Söz konusu davette, Başhaham şu ifadelere yer veriyordu:
"Beni dinleyiniz: Museviler, dünyanın hiçbir yerinde Türkiye'de olduğu kadar rahat edemez… Bu memleket içinde kendi yaşamlarımızı daha rahat düşünür, istediklerimizi yapabiliriz. Hayalinizden ne geçiyorsa... bütün bunları Türkler'in yanında yapabilirsiniz. Size kimse dokunmaz… Şimdi tembellik etmeyiniz, rahat yere geliniz... Bundan başka, bu memleketin faydaları ve halkının iyiliği Almanya'da bulunmaz." 37
Avrupa'dan Türk beldelerine en büyük Yahudi göçü 1492 yılında gerçekleşti. Endülüs Devleti yıkılınca korumasız kalan yüz binlerce Yahudi, Osmanlı Padişahı Sultan II. Beyazıt'ın verdiği izinle Osmanlı yönetimindeki şehirlere yerleştiler. 1492 yılı Yahudi tarihi açısından bir dönüm noktası oldu.
Yahudilerin Türkler'e karşı duyduğu minnettarlık, Yahudi yazar Avram Galanti tarafından özlü bir biçimde şöyle ifade edilir:
"Dünyanın hiçbir memleketinin Yahudileri, Türkiye Yahudileri kadar himaye görmemiştir. Yahudiler bunu biliyor ve Yahudi tarihi de bunu altın harflerle yazıyor." 38
Yahudilerin kültürlerini ve dinlerini muhafaza etmesine izin verildiği Osmanlı topraklarında böylece Yahudi nüfusu hızla çoğaldı. 16. yüzyılın sonunda sadece İstanbul'da yaklaşık 150.000 Yahudi özgür bir şekilde yaşamaktaydı. 39
Osmanlı'yı böylesine etkili ve görkemli kılan unsurlardan biri de devletin üstün askeri gücüydü. Yanda Osmanlı'nın en meşhur denizci komutanlarından Piri Reis ve altta Osmanlı donanmasını Preveze Deniz Savaşı'nda tasvir eden resim görülüyor. | ||
"Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye", şüphesiz, Türk-İslam medeniyetinin bir şaheseridir; yüzyıllar boyunca üç kıtaya hükmetmiş, dünya tarihinin en uzun ömürlü ve en büyük devletlerinden biri olmuştur.
Osmanlı'yı böylesine etkili ve görkemli kılan unsurlar hem devletin üstün askeri gücü, hem de Osmanlı padişah ve yöneticilerinin adalet, hoşgörü gibi güzel özellikleriydi.
Tarihe araştırmacı ve ön yargısız bir gözle bakıldığında, şu gerçek bütün çarpıcılığıyla ortaya çıkar: Osmanlı'yı "cihan devleti" haline getiren unsurların başında temelini dayandırdığı ve gücünü aldığı manevi değerler vardır. Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar uzanan geniş toprakları asırlarca hakimiyeti altında tutan güç, Türk Milleti'nin özünde var olan ve Türkler'in İslam'ı kabul etmesiyle birlikte asıl kimliğini bulan ahlak anlayışıdır.
Osmanlı Devleti'nin uçsuz bucaksız sınırları içinde farklı dinler, mezhepler, ırklar, diller ve kültürlere sahip olan milyonlarca insan barış ve huzur içinde yaşamışlardır. Bunun nedeni Osmanlı'nın zora ve baskıya değil, adalet ve hoşgörüye dayalı yönetim modeli olmuştur. Gerek padişahlar gerekse devletin önde gelen yöneticileri Türk kültürüyle yoğrulmuş, İslam terbiyesi almış, her zaman hakkın ve haklının yanında olan insanlardan oluşmuştur.
Osmanlı Devleti tarihteki diğer büyük devletler gibi almak değil, vermek düsturuyla yola çıkmış; gittiği ülkelere refah ve medeniyet götürmüştür.
İşte bu nedenledir ki Osmanlı Devleti dünya tarihinde eşine az rastlanır, örnek alınacak bir model teşkil etmiştir.
Osmanlı Devleti, söz konusu yüce değerler üzerine bina edilmiştir. Osman Bey'in nesilden nesile, dilden dile aktarılan şu rüyası oldukça anlamlıdır:
"Bu rüyaya göre, Şeyh'in koynundan çıkan bir ay Osman Gazi'nin koynuna girer; aynı anda göbeğinde bir ağaç biter ve gölgesi bütün dünyaya yayılır; ağacın altından dağlar yükselir ve dağlardan da ırmaklar akmaya başlar. Bu rüyasını Şeyh Edebalı'ya anlatan Osman Gazi'ye Şeyh'in cevabı aynen şöyledir: "Hak Te'ala sana ve nesline padişahlık verecek. Mübarek olsun. Kızım da senin helalin olacak." 40
Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Bey, vefat ederken oğlu Orhan Bey'e "Tanrı buyruğundan başka iş işleme" şeklinde öğüt vermiştir.41 Osman Bey, vasiyetinde bahsi geçen gerçekleri şöyle dile getirmiştir:
"Hayatın endişeleri senden uzak dursun. Seni çevreleyen kutlulukla asla müstebit (zorba) olma, bakışlarını zalimlikten kaçır. Adaleti geliştir ve yeryüzüne süs yap...
Hıristiyan krallar ile hakka dayanan dostluklar kur. Alimleri daima şereflendir; böylece ilahi adaleti sağlamlaştırmış olursun; ve nerede olursa olsun bir adamın alim olduğunu duyarsan onu servete boğ, onu yükselt ve şefaatini esirgeme.
Orduların ve servetin seni hiçbir zaman kibirli yapmasın. Etrafında daima kanunla aydınlatılmış kişiler bulunsun ve kanunun, kralları ayakta tutan tek temel olduğuna inanarak, onu daima darbelerden koru. İlahi kanun bizim tek gayemiz olmalıdır; attığımız her adımda Tanrı'ya biraz daha yaklaşalım.
Ne boş teşebbüsler ne de verimsiz kavgalarda vaktini geçirme; çünkü yanlış ihtiraslar dünya imparatorluğunun sonu olur. Bana gelince, ben iman gücünü yaymak için çalıştım. Sen ise benim arzularımı tamamlayacaksın.
Bulunacağın mevki, senin herkese karşı büyük bir lütufla davranmanı gerektiriyor. Halkına karşı pek çok ödevin var; ona karşı iyilik ve bağışlama ile davranırsan hanlık unvanına layık olursun.
Durmadan tebaana karşı nasıl iyilik yapacağım diye düşüneceksin. Ancak o zaman Tanrı'nın teveccühünü kazanırsın."42