İnsanların büyük bölümünde, içinde bulundukları dönemde mevcut olan ülke sınırlarının hiç değişmeyeceği yönünde batıl bir inanış vardır. Haritaya baktıklarında gördükleri dünyanın, hep öyle kalacağını sanırlar. Kendi ülkelerinin ya da komşu ülkelerin sınırlarının, sanki ilahi bir kanunla değişmemek üzere belirlenmiş olduğunu düşünürler.
Oysa dünya üzerindeki ülkelerin sınırları sık sık değişir. Bu sınır değişiklikleri ise, çoğunlukla dünyayı ya da en azından bir bölgeyi köklü bir biçimde etkileyen dönüm noktaları sonucunda olur. Napolyon Savaşları'nın ardından gelen Viyana Kongresi, ardından 1878'deki Berlin Anlaşması, sonra I. Dünya Savaşı... Bu dönüm noktalarında, özellikle de I. Dünya Savaşı'nda dünyanın coğrafyası büyük ölçüde değişmiştir. Çok-uluslu imparatorluklar yıkılmış, yerlerine (çoğu yapay olan) ulus devletler kurulmuş, özellikle de Ortadoğu ve Balkanlar'da yepyeni bir harita ortaya çıkmıştır. İnsanların çoğu bu savaş sonucunda oluşan haritayı istikrarlı ve kalıcı bir harita sanmışlardır, ancak bu harita da fazla uzun ömürlü olmamış, II. Dünya Savaşı ile köklü bir değişime uğramıştır.
İnsanlar her dönüm noktasında, dünyanın artık "ideal" haritaya kavuştuğunu düşünmüşler ama her seferinde bunun ardından yeni bir dönüm noktası ve yeni bir revizyon gelmiştir.
Dolayısıyla, bugün içinde yaşadığımız dünyanın, hele de içinde yaşadığımız istikrarsız coğrafyanın "ebedi" olduğunu düşünmek saflık olacaktır. Önümüzdeki ilk tarihsel dönüm noktası, haritalarda büyük değişiklikler yapabilir.
Türkiye için uzun vadeli bir strateji belirlemek gerektiğinde ise, bu gerçeğin göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Bu stratejileri geliştirirken, ülke sınırlarını aşarak düşünmek zorunludur. Asıl dikkate alınması gereken faktörler, haritadan çok daha kalıcı olan coğrafya ve sosyolojik yapı (dini, etnik ve kültürel dağılım) olmalıdır.
Bu uzun vadeli stratejik gözle Balkanlar'a bakıldığında, Türkiye'nin doğal sınırlarının Edirne'den çok daha ötelere uzandığı görülür.
1912'deki Balkan Savaşı'na dek, İstanbul'dan yola çıkıp, Adriyatik denizine kadar Devlet-i Ali Osmaniye'nin sınırları içinde gitmek mümkündü. Tüm Batı Trakya, Makedonya, Arnavutluk, hatta bugünkü Yugoslavya'nın sınırları içinde yer alan Kosova ve Sancak bile Osmanlı egemenliği altındaydı. Selanik, İmparatorluğun ikinci büyük kentiydi. Dahası, sözkonusu "Rumeli" toprakları üzerinde yaşayan ahalinin de çoğunluğu Türk ya da Müslümandı: Batı Trakya ve Makedonya'da zamanında Anadolu'dan göçmüş olan Türkler, Müslüman Pomaklar, hatta Müslüman Slavlardan oluşan bir Türko-İslami halk, ağırlığı oluşturuyordu. Arnavutluk, Kosova ve Batı Makedonya'da yaşayan Arnavutlar da, Müslüman olmaları hasebiyle, Devlet-i Ali'nin "has" tebasından sayılıyordu.
Ama İttihatçı paşaların saflığı ile Rusya'nın desteklediği Pan-Slavik Balkan ittifakı aynı zaman diliminde çakıştı ve 1912'de tüm bu topraklar Devlet-i Ali'nin elinden çıktı. O tarihten sonra da, anavatana büyük göçler yaşandı. Türko-İslami ahalinin önemli bir bölümü, Sırp, Bulgar ya da Yunan egemenliği altında yaşamak yerine "exodus"ü tercih etti.
Geride kalanlar ise büyük zorluklarla karşılaştılar. Yunanistan'da kalanlar, Türkiye sınırındaki Batı Trakya bölgesindeydiler. Atina tarafından, özellikle de Türk-Yunan ilişkilerinin gerginleşmeye başladığı 60'lı yılların ardından, "beşinci kol" olarak algılandılar ve asimile edilmeye çalışıldılar. Bulgaristan'da kalanlar daha da büyük sıkıntılarla karşılaştılar. Jivkov rejimi, komünist bir rejimdi, dahası "Homojen Bulgaristan" yaratmayı hedefleyecek kadar aşırı milliyetçiydi. Arnavutluk'taki Arnavutlar, modern tarihin en totaliter diktatörlerinden Enver Hoca'nın kurduğu "ateist devlet"in beyin yıkaması ile karşılaştılar. Makedonya, Tito'nun yumuşak sosyalizmi içinde göreceli olarak daha rahattı. Ancak yine de, bu ülkedeki Türko-İslami ahali (Arnavutlar ve Türkler), Sırbistan'ın soğuk baskısını üzerinde hissetti, özellikle de geçtiğimiz 10 yılda. Kosova ve Sancak'taki Arnavut ve Slav Müslümanlar ise, Sırbistan sınırları içinde yaşamanın verdiği sıkıntıya göğüs gerdiler.
Geride kalanlar, büyük zorluklarla karşılaşmışlar, asimilasyona zorlanmışlar, hatta kimi zaman katledilmişlerdi. Ama, farkında olarak ya da olmayarak, büyük bir misyonu sürdürdüler. Devlet-i Ali Osmaniye'nin mirasını, ya da bir başka deyişle Türkiye'nin "hayat sahasını", muhafaza ettiler.
Bu "hayat sahası" üzerinde hareket edilerek, Edirne'den Adriyatik'e varmak mümkündür.
İstanbul'dan yola çıkıp Yunanistan'a girdiğinizde, Türk azınlığın yaşadığı Batı Trakya toprakları üzerinde ilerlersiniz. Daha yukarda, Bulgaristan'da ise daha da kalabalık ve geniş bir Türk azınlık yaşamaktadır. Edirne'den Batı'ya doğru uzanan bir Müslüman-Türk bloktur bu. Daha da ilerleyince Makedonya'ya varırsınız. Yeni bağımsız olmuş ve Yunanistan'la Sırbistan'ın arasında sıkışmış olan bu mini Balkan devleti, stratejik olarak Türkiye'yle aynı saftadır. Dahası, Makedonya'da çok sayıda Arnavut ve sayıları yüksek olmasa da ağırlıkları bulunan bir Türk azınlık yaşamaktadır. Daha batıya gittiğimizde ise, Türkiye'ye göçmüş olan milyonlarca soydaşı, Müslümanlığı ve anti-Sırp, anti-Yunan stratejik konumu nedeniyle yine Türkiye'ye yakından bağlı—ve muhtaç—olan Arnavutluk'a ulaşırsınız. Sahil, Adriyatik sahilidir.
Hepsi bu kadar değil. Arnavutluk'tan kuzeye çıkın, bu kez "Sırbistan içindeki Arnavutluk"a, yani Kosova'ya ulaşırsınız. Kosova'nın nüfusunun % 90'ını oluşturmalarına karşın Belgrad yönetimi tarafından sistemli bir biçimde ezilen bu Arnavutlar, baskının doğurduğu radikalleşmenin de etkisiyle, Müslüman kimliğine ve dolayısıyla Türk eksenine psikolojik olarak son derece yakındırlar. Kosova'dan kuzeybatıya doğru ilerlediğinizde ise, Sırbistan ile Karadağ arasındaki sınır boyunca uzanan Sancak bölgesine gelirsiniz. 1912'ye kadar Osmanlı toprağı olarak kalmış olan bu bölgedeki Slav Müslümanları, son derece güçlü bir İslami kimliğe sahiptirler. Sancak'ın bittiği yerde Bosna başlar. Bugün doğu Bosna Sırp işgali altındadır, ama bu işgal biraz yarılsa, İzzetbegoviç'in bırakmamak için çok direndiği "Gorazde koridoru"nu kullanarak Saraybosna'ya ve oradan da Devlet-i Ali Osmaniye'nin sınırlarının vardığı en uç noktaya, Bihaç'a varmak mümkündür.
Kısacası Devlet-i Ali Osmaniye artık yoktur, ama Balkanlar'ı bir uçtan diğer bir uca kat eden bir Türko-İslami kuşak, onun mirası olarak hala ayaktadır.
Sözkonusu Türko-İslami kuşak, Soğuk Savaş döneminde adeta uykuya yatmıştı. Öncelikle, bu kuşağın geçtiği ülkelerin neredeyse tümü—Yunanistan hariç hepsi—komünist rejimlerin egemenliğindeydiler. Dahası, Soğuk Savaş'ın durgun ve sabit atmosferi, Balkanlar'ı da dondurmuştu, bölgede hiç bir "manevra alanı" bırakmamıştı.
Ancak, Soğuk Savaş bitti ve tarih yeni bir döneme girdi. Balkanlar'da rejim, hatta harita değişiklikleri yaşandı. Türko-İslami kuşak ise bu köklü değişimin tam merkezinde yer alıyordu. Bosna'daki savaş, bu kuşağın en batıdaki temsilcisi olan Bosnalı Müslümanlar'a yönelen Sırp saldırganlığının bir sonucuydu. Balkanların "barut fıçısı" sayılan diğer bölgeler de aynı kuşağın parçası ya da akrabasıdırlar; Kosova, Sancak ve Makedonya...
Bu durum kuşkusuz Türkiye'yi çok yakından ilgilendirmektedir. Çünkü Türkiye, her ne kadar bu gerçeği ideolojileri gereği reddetmeye çalışanlar olsa da, Osmanlı'nın devamıdır. Osmanlı'nın mirasına o sahiptir. Bu gerçek ise, Türkiye'ye hem yeni stratejik ufuklar, hem de politik ve ahlaki sorumluluklar getirmektedir.
Yunan siyaset bilimci Thanos Veremis, "Osmanlı faktörü"nün bu "geri dönüş"ünü ve Türkiye ile olan ilişkisini şöyle yorumluyor:
Balkanlar'ı potansiyel olarak destablize edecek ve bölebilecek faktörlerin başında "Osmanlı faktörü"nün yeniden ortaya çıkışı gelir. Osmanlılar'ın bölgeden çekilmesinden bu yana, Türkiye'nin Balkanlar'daki Müslümanlara yönelik ciddi bir ilgisi olmamıştı. Ancak Doğu Avrupa'da komünizmin çöküşüyle birlikte, Türkiye'nin Balkan Müslümanları ile olan ilgisi de önem kazandı.... Bulgar, Türk, Sırp, Hırvat ve Arnavut gibi farklı etnik kökenlerden gelen 5.5 milyon Balkan Müslümanı , Karadeniz'den Adriyatik'e kadar uzanan bir coğrafi kuşak oluşturmaktadırlar. Türkiye'nin, bu Balkan Müslümanlarının koruyuculuğunu üstlenerek bölgedeki etkisini büyütmesi, muhtemel bir gelişmedir.1
Ayrıca, Veremis'in yine aynı makalede vurguladığı gibi, bu kuşağın çok önemli bir stratejik özelliği daha vardır: Yunanistan ile onun kuzeydeki Ortodoks müttefikleri, özellikle de Sırbistan arasında bir duvar oluşturmaktadır. Türkiye eğer bu duvarı güçlendirebilirse, Sırbistan ile Yunanistan'ı—ki gerek Bosna-Hersek yönetimi, gerekse Türko-İslami kuşağın diğer üyeleri için en büyük tehlike bu iki müttefik Ortodoks güçten gelmektedir—birbirinden ayıran bir doğal engel yaratabilir.
Kısacası Yunanlı gözler, Türko-İslami kuşağın Türkiye için büyük bir stratejik avantaj, bir "hayat sahası" imkanı yarattığını görebilmektedir.
Veremis, Türkiye'deki pek çok zihnin göremediği ya da görmek istemediği bir noktayı daha görmekte ve göstermektedir: Yunanlı yazara göre, geçmiş dönemde Türkiye'nin Balkanlar'da etki oluşturamamış olmasının en büyük nedenlerinden biri, "İslam ve Türk milliyetçiliği arasında yapılmış olan zoraki ayrım"dır. Bu yoruma göre, Türkiye, bir milli devlet oluşturmak isterken, İslami kimliğini göz ardı etmeye çalışmıştır. Yine Veremis'e göre, "Türkiye'nin Balkanlar'da etki sahibi olmaya başlamasında ise, Türk milliyetçiliği ile İslami kimliğin yeniden uyum içinde birleştirilmesi"etkili olmuştur. Yazar daha da ileri giderek, Türkiye'nin Balkanlar'da ilerlemesini sağlayacak olan formülün, Ziya Gökalp'in yüzyılın başında formüle ettiği "Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak" triosu olduğunu söylemektedir.
Bu durum, Türkiye'de İslam'ı bir tehlike olarak algılayan ve Türkiye'nin İslami kimliğini elden geldiğince zayıf tutmaya çalışan bazı çevrelerin ne denli bir bir körlük içinde olduklarını göstermektedir elbette. Kendi ideolojik tercihleri, hatta saplantıları nedeniyle Türkiye'nin stratejik çıkarlarını zedelemektedirler bu çevreler. (Bu körlük ve saplantıları, Sırplara karşı var olma mücadelesi veren İzzetbegoviç hükümetini "İslamcı" buldukları için kösteklemelerinde çok açık bir biçimde ortaya çıkmıştı.)
Oysa Türkiye'nin Balkanlar'da güçlenmesi için İslami kimliğini vurgulaması gerekliliği, ideolojik ya da dini bir tercih değil, stratejik bir gerçekliktir. Bölgede, yeni bir Devlet-i Ali'ye muhtaç bir "yeşil kuşak" vardır ve bu durum Türkiye için büyük bir şanstır. Eğer bu şans değerlendirilmezse, Türkiye bölgeden silinir ve "yeşil kuşak" ya iyice zayıflar ya da kendisine başka hamiler bulur. (Bosna örneğinde olduğu gibi; İran, bölge ile hiç bir tarihsel bağı olmayışına karşın, Bosna hükümetinin silah ihtiyacını karşılamada gösterdiği başarı sayesinde, Balkanlar'ın ortasında ciddi bir nüfuz elde etmiştir).
Türkiye'nin sözkonusu "yeşil saplantı" sahibi çevrelerin olumsuz etkisinden kurtulduğunu ve Balkanlar'daki yeşil kuşak üzerinde etkisini artırmaya kesin olarak karar verdiğini varsayalım. Bu durumda, Balkanlar'da bir hayat sahası oluşturma yolunda, "ne yapmalı" sorusu ile karşı karşıya kalırız.
Bu konuda girişilecek somut projelerden önce, genel bir yorum yapmakta yarar var. Bu genel yorum, yalnızca Balkan stratejisi ile değil, aynı zamanda Türkiye'nin tüm bir dış politika kültürü ile yakından ilgilidir.
Dünyada temelde iki tür devlet varlığından söz edilebilir. Aktif devletler ve reaktif devletler. Reaktif devletler, ki BM üyesi 180 küsur devletin çoğunluğunu bunlar oluşturur, uluslararası arenada hep edilgen konumdadırlar. Kendi iç sorunları ile boğuşurlar ve hiç bir zaman da dış dünyayı etkilemek gibi bir amaçları olmaz. Zayıf bir devlet mekanizmasına, bozuk bir ekonomiye, istikrarsız ya da durgun hükümetlere sahip olurlar. Aktif devletlerin de kuşkusuz iç sorunları vardır, ama bunlarla uğraşırken uluslararası arenada da söz sahibi olurlar. Strateji geliştirir ve güçlü devlet mekanizmaları sayesinde bunları kesintiye uğratmadan uygularlar. Diğer reaktif devletler gibi yalnızca kısa vadeli "günü kurtarmaya" yönelik dış politikalar değil, uzun vadeli, bilinçli ve hesaplı dış politikalar izlerler. Ve dikkat çekicidir ki, bu tür devletlerin hemen hepsi güçlü, verimli ve etkili istihbarat servislerine sahiptirler.
Türkiye'nin sözünü ettiğimiz türden bir Balkan stratejisine ve "hayat sahası" arayışına sahip olması, kuşkusuz öncelikle, sözünü ettiğimiz aktif devletler kategorisine girmesi ya da en azından girmek istemesiyle mümkündür. Oysa bugün Türkiye ne yazık ki öteki kategoriye biraz daha yakın gözüküyor. Bunun nedeni, ülkenin içinde bulunduğu daimi ekonomik kriz hali ve ülke dış politikasına ipotek koymuş bulunan Güneydoğu sorunudur.
Siyasi istikrarsızlığın çözümlenmesi, yani güçlü ve istikrarlı hükümetlere sahip olmamız halinde, ekonomik krize ve Güneydoğu sorununa çözüm bulma zemini doğar. Güneydoğu'nun çözümlenmesi, hem Türkiye'nin bölgedeki düşük yoğunluklu savaş nedeniyle yılda harcadığı 7-8 milyar doları ekonomiye aktaracak, hem de Balkanlar'daki azınlıkların haklarını koruma iddiasıyla ortaya çıkacak bir Türkiye'ye uluslararası arenada daha bir güvenilirlik görüntüsü katacaktır.
Ekonomik sıkıntının aşılması, hem Türkiye'ye daha büyük bir itibar kazandıracak, hem de dış politikaya ayrılabilecek kaynakları artıracaktır. Çünkü bir "hayat sahası" oluşturmak, öncelikle ekonomik güç gerektirir.
Tüm bunların ötesinde, bir de Türk toplumunun zihninde "büyük ülke" inancının ve arzusunun uyandırılması gerekmektedir. Bir imparatorluğun mirasçısı olan Türk toplumu, bu inancın mayasına sahiptir, ancak Osmanlılıktan uzaklaştırılmış olması, ekonomik ve siyasi istikrarsızlık içinde umutsuzlaşmış olması nedeniyle o inanç körelmiştir. Eğer toplum büyük bir ülkenin, bir bölge gücünün halkı olacağına inanırsa, bu inanış siyasi eliti de ister istemez etkiler. Siyasi elitin propaganda ve icraatları da toplumu yeniden besler. Bu çift-yönlü iletişim sayesinde, etkin bir "etkin ülke" siyasi kültürü oluşturulabilir. Kompleksler, paranoyalar, güvensizlikler aşılır. Devlet-Ali Osmaniye'nin olgun gururu yeniden uyanır.
Eğer Türkiye bu yapısal değişiklikleri gerçekleştirir de, Balkanlar'da bir hayat sahası oluşturabilecek bir potansiyele ulaşırsa, nasıl bir strateji izlemeli ve hangi taktik projeleri başlatmalıdır?
Öncelikle bilinmelidir ki, bölgedeki muhtemel bir harita değişikliği, tek bir ülkenin inisiyatifi ile gerçekleşemez. Böyle bir değişiklik, ancak tüm bölgeyi çalkalayacak, güç dengelerini değiştirecek ve yeni bir Balkan düzeni kuracak bir sarsıntı sonunda gerçekleşebilir. Mevcut haritalar, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı gibi büyük sarsıntıların sonucunda oluşmuştur. Yeni bir değişiklik, yeni bir sarsıntı sonucunda gerçekleşebilir.
Bu sarsıntıyı uzak, hatta imkansız görmek ise saflık olacaktır. Kosova üzerinden çıkacak bir Arnavut-Sırp savaşı; buna eklemlenecek bir Sırp-Makedon çatışması; üstüne gelecek bir Yunan-Arnavut ve Yunan-Makedon döğüşü; Sırbistan'ın bu çok cepheli savaşını fırsat bilecek bir Boşnak karşı-saldırısı, hatta bir "Sancak ayaklanması", tüm bunlara karşı kayıtsız kalamayacak bir Türkiye; bu müdahaleye karşılık verecek olan Yunanistan'la ciddi bir savaş; Türkiye'nin Balkanlar'a müdahalesi ile hareketlenebilecek olan Bulgar Türkleri...
Bu senaryo her zaman için mümkün bir senaryodur. Bu domino teorisinin bugün gerçeğe dönüşmesini engelleyen şey ise, büyük ölçüde, Balkanlar'da kontrol edemeyeceği ve kendi çıkarlarını da zedeleyecek olan bir patlamadan çekinen ABD'nin statükoyu koruyucu politikası, kısacası Pax Americana'dır. Oysa Pax Americana'nın zayıf bir anında ateş alacak bir kıvılcım, bombayı patlatabilir. Bu bomba ise, büyük olasılıkla, en az Balkan, I. Dünya ve II. Dünya savaşları kadar destablize edici bir rol oynayacak, kısacası haritanın yeniden çizilmesine zemin hazırlayacaktır.
Kısacası, Türkiye için, bölgenin statik olduğu şu dönemde ani—ve haksız olarak algılanacak—bir "fetih" ile Türko-İslami kuşak boyunca genişlemek sözkonusu olamaz. Ancak bölgedeki potansiyel çatışmanın savaşa dönüşmesi halinde, Türkiye'nin de önü sözkonusu "yeşil kuşak" boyunca açılabilir.
Bu nedenle, Türkiye için şu statik dönemde izlenmesi gereken strateji, "yeşil kuşak" üzerindeki etkisini güçlendirmesi ve bu kuşak ile kendisi arasındaki bağı, muhtemel bir çatışma ortamında etki gösterecek kadar sağlam ve gerçekçi hale getirmesidir.
Peki bu nasıl yapılmalıdır? Edirne'den Adriyatik'e, hatta Bihaç'a kadar uzanan bu kuşak nasıl canlandırılmalı ve Türkiye için bir hayat sahasına dönüştürülmelidir?
Bu konuda büyük taktik değeri olan bir proje, Özal döneminde gündeme gelmişti. (Son yılların kaosu içinde unutuldu.) Proje, İstanbul'dan çıkıp Bulgaristan'dan devam edecek, oradan Makedonya'ya ve Arnavutluk üzerinden Adriyatik'e varacak bir otoyol projesiydi. Böylece ticari bir bağla birbirine bağlanacak bu ülkeler arasında ciddi bir politik yakınlık da kurulabilecekti.
Bu proje, son yıllarda Türkiye'nin içine düştüğü istikrarsızlık, hatta "hükümetsizlik" nedeniyle unutuldu. Ancak hala mümkündür ve bölge ülkeleri de böyle bir girişim için istekli olmaya devam etmektedirler. Ekonomik yönden büyük bir geri kalmışlık içinde kıvranan Arnavutluk açısından, kendisine büyük bir ticari canlılık getirecek olan bu otoyol, tam anlamıyla bir "can damarı" olacaktır. Yunanistan ve Sırbistan arasında sıkışmış ve Arnavutluk'un altyapı yetersizliği nedeniyle Adriyatik'e çıkış yapmakta zorlanan Makedonya açısından da böyle bir otoyol can simidi işlevini görecektir.
Tek muhtemel pürüz Bulgaristan olabilir. Gerçekte bu proje Bulgaristan için de ekonomik yönden avantajlı olacaktır, ancak Bulgar yönetiminin stratejik kaygıları olumsuz rol oynayabilir. Aslında, projenin gündemde olduğu bir kaç yıl öncesinde Bulgaristan, Yunan ve Sırp komşularıyla olan tarihsel rekabetinin de etkisiyle, Türkiye'ye yakın bir politika izliyordu, fakat son bir yıl içinde Yunan-Sırp eksenine doğru ılımlı bir geçiş gösterdi. Yine de Türkiye'nin Bulgaristan'ı, bu ülkenin Sırp-Yunan ikilisi ile olan yok edilemez anlaşmazlıkları sayesinde, kendi yanına çekmesi mümkündür. Daha da önemlisi, zorunludur. Çünkü Bulgaristan'ın vizesi olmadan Türko-İslami kuşağa ulaşmak imkansızdır.
Bu otoyol projesinin yanında, bölgedeki "yeşil kuşak" üyesi ya da müttefiki ülkelerle, politik ve askeri ittifaklar kurulması gerekmektedir. Türkiye tarafından bölgeye; Türkçe, Arnavutça ve Sırbo-Hırvatça dillerinde yapılacak doyurucu televizyon yayınları da, yeşil kuşakta yaşayan halkın, "anavatan" ile olan bağlarını güçlendirmede büyük yarar sağlayabilir.
Yeşil kuşakla yapılacak olan ittifakın ilk örneği Bosna olmalıdır. Balkanlar'daki bu kuşağın bu en sivrilmiş temsilcisi, Türkiye'nin desteğine hem en acil olarak ihtiyaç duymaktadır, hem de Türkiye'nin bu ülkeyle yapacağı işbirliğinin sembolik değeri çok büyük olacaktır.
Bosna, Dayton anlaşması ile bir barışa değil, gerçekte ateşkese kavuşmuştur. Yıl sonunda bölgeden ayrılacak olan NATO gücünün ardından, Sırp-Müslüman çatışmasının yeniden başlaması oldukça muhtemeldir. Öte yandan, Hırvatlar'la yapılmış olan ittifak da sağlam temeller üzerinde durmamaktadır. Hırvatlar, zaten yalnızca kağıt üzerinde geçerli olan federasyonu bozup, sonra da yeniden, 1993 yazında olduğu gibi, Sırplarla "Bosna'yı paylaşma" temelinde bir işbirliği yapabilirler.
Türkiye, bu açık tehlikelere karşı, şimdiye kadar denediklerinden çok daha etkili ve gerçekçi yöntemler kullanarak Bosna'nın yanında yer alabilir. İlk yapılması gereken iş, Hırvatistan ile diplomatik temasları artırarak, siyasi, ekonomik, hatta askeri ilişkiler kurmak ve var olanları güçlendirmektir. Türkiye, Almanya ile Sırp saldırganlığına karşı stratejik bir ortak payda geliştirerek, Alman-Hırvat eksenini Bosna'nın yanında tutmak için sistemli bir politika izlemelidir.
Bunun yanında, Dayton'ın bir "ateşkes" olduğu göz önünde bulundurularak, Bosna-Hersek ordusunun eğitimi ve silahlandırılması için Türkiye'nin aktif bir çabası mutlaka zorunludur. Türkiye, krizin başından bu yana izlediği "diplomatik yolla destek" yolunun yanına, bundan çok daha önemli olan askeri desteği de eklemelidir. Giderek artan bir ivmeyle İran'a kaptırılan "Bosna'nın koruyuculuğu" misyonu, ancak bu şekilde üstlenilebilir.
Bosna'daki İzzetbegoviç yönetimine karşı yürütülen uluslararası propagandaya karşı "Bilge Kral"a destek vermek de Türkiye'nin üstlenmesi gereken misyonların başında gelmektedir. İzzetbegoviç'in "köktendinci" olduğu yönündeki provokatif yaygaralara aldırış etmeden, halkının en büyük lideri ve adeta sembolü olan İzzetbegoviç'in arkasında yer almak, Türko-İslami bir siyasetin başta gelen gereklerindendir.
Bosna'ya bu şekilde verilecek bir Türk desteği, Türkiye'nin Türko-İslami eksen üzerindeki popülaritesini ve itibarını tahmin edilemeyecek derecede artıracaktır. Kendilerini Bosna ile özdeş gören; Kosova Arnavutları, Sancak Müslümanları, Arnavutluk ve hatta Makedonya, "Türkiye şemsiyesi" altına girmek için istekli davranacaklardır. Bu iki ülkeyle zaten mevcut ancak yetersiz olan ikili anlaşmalar, çok daha kapsamlı bir zemin, özellikle de askeri zemin üzerinde genişletilebilecektir.
İşte bu sayede, tarihi ve kültürel yönden mevcut, ancak siyaseten kayıp olan Türko-İslami eksen, fiili bir biçimde, askeri ve politik anlamda ortaya çıkacaktır.
Türkiye'ye Osmanlı'dan miras kalan büyük bir Balkan inisiyatifi vardır. Bu bölgede var olan Türko-İslami kuşak, Türkiye'nin önüne hem tarihsel ve moralpolitik bir sorumluluk, hem de büyük bir stratejik fırsat sağlamaktadır. Bu kuşağı ihya etmek, korumak, harekete geçirmek, Türkiye için ciddi bir etki alanı, bir "hayat sahası" oluşturabilir. Hatta, bir kaç aşamalı bir strateji ve Balkan haritasını köklü bir değişikliğe uğratacak muhtemel bir sarsıntı sonucunda, Türkiye'nin haritası da sözkonusu Türko-İslami kuşak boyunca Adriyatik'e kadar uzanabilir.
Bunu basit bir yayılmacılık, bir "toprak fetişizmi" olarak algılamak ise büyük bir yanılgı olacaktır. Çünkü sözü edilen coğrafya üzerinde tarihsel, kültürel ve stratejik yönden Türkiye'ye bağlı ve yakın olan halklar yaşamaktadır. Bu toplumlarla, hem de 1912'ye kadar "bizim" olan topraklar üzerinde bütünleşmek, bir "işgal" değil, "kurtarma" harekatı olacaktır.
Bu arada Türkiye, Balkanlar'da bu şekilde bir hayat sahası oluşturmakla, diğer dış politika yönlerinde, Orta Asya, Kafkaslar ve Ortadoğu'da da büyük bir stratejik avantaj ve siyasi güç elde edecektir. Bir yönde elde edilen "hayat sahası", diğer yönleri de etkileyecektir. Ne de olsa, diğer dış politika yönlerimiz de Devlet-i Ali Osmaniye'nin mirası ile yakından ilgilidirler.