|
Masum insanları hedef alan 11 Eylül saldırıları, tüm dünya tarafından olduğu gibi Müslümanlar tarafından da lanetlenmiştir. |
11 Eylül tarihinde New York Dünya Ticaret Merkezi'ne ve Pentagon'a düzenlenen, binlerce masum insanın ölümüne, pek çok insanın da yaralanmasına neden olan saldırı, dünya düzeninin yeniden şekilleneceği bir dönemin başlangıcı oldu. Pek çok teorisyen tarafından farklı görüşler ortaya konuldu. Bir kısım uzmanlar, bu terör saldırısının daha büyük çatışmalara neden olacağını öne sürerken, büyük bir çoğunluk da Amerika'nın bundan sonra izleyeceği politikanın itidal ve adalet üzerine inşa edilmesinin şart olduğuna dikkat çektiler.
Saldırının ardından, Amerika Birleşik Devletleri teröre karşı geniş çaplı bir mücadele başlattı. Hemen tüm dünya ülkeleri ve uluslararası topluluklar ABD'ye bu mücadelesinde destek verdiler. Teröre ve teröre destek veren tüm unsurlara karşı yürütülen bu mücadelede, ağırlıklı olarak askeri tedbirlere başvuruldu. Ancak bugün gelinen noktada, bazı başarılar elde edilmiş olmasına rağmen, söz konusu mücadelenin kesin çözüme ulaşamadığı açıkça görülmektedir.
Bunun temel nedenlerinden biri, terörle mücadele stratejisinin -büyük ölçüde- askeri tedbirler çerçevesinde belirlenmiş olması ve eğitim ve kültür alanında askeri mücadeleyi destekleyecek gerekli girişimlerin yeterince yapılmamış olmasıdır. Oysa bir sosyo-psikolojik ve ideolojik sorun olan terörü; sadece "teröre destek olan rejimlerin değiştirilmesi" gibi askeri yöntemlerle çözmeye çalışmak yanlıştır. Bu, hem arada masum insanların da hayatlarını kaybedebilecekleri bir trajedidir, hem de radikalizmi ve dolayısıyla terörizmi besleyen yeni bir etken olur. Terörün tam anlamı ile ortadan kaldırılması, ancak terörist grupların propagandalarını etkisiz hale getirecek fikri bir mücadele ile mümkündür, askeri mücadele ise bir noktaya kadar fayda sağlayabilir.
Bu nedenle, terörle mücadelenin uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde yürütülmesi ve olabildiğince barışçı yöntemler izlenmesi gereklidir. Hukuku ve en temel insan haklarını göz ardı eden ve sivil halkın hayatını kaybetmesine neden olan her türlü faaliyetin, haklı gerekçelerle başlayan bu mücadeleye gölge düşürdüğünün unutulmaması gerekir.
|
ABD yönetiminin de, terör karşısındaki stratejisini belirlerken bu gerçekleri göz önünde bulundurması önemlidir. Asıl olarak terörü doğuran ideoloji ortadan kaldırılmalıdır. 11 Eylül'ün ardında olduğu düşünülen sözde "İslami terör"ü besleyen ana kaynak, İslam'ı şiddet arayışlarına sözde bir gerekçe olarak kullanmak isteyen birtakım radikal gruplardır. Bu grupların ideolojik yapıları veya ne şekilde eğitildikleri detaylı olarak incelendiğinde, özünde Darwinist zihniyete sahip oldukları hemen görülmektedir. Dolayısıyla söz konusu grupların sözde İslam adına ortaya çıkıyor olmalarının bir manası yoktur, çünkü bu kimseler aslında Darwinist mantığa sahip olan kimselerdir. Yapılması gereken öncelikle Darwinizme karşı güçlü bir fikri mücadele yürütülmesi ve gerçek din ahlakının, Kuran'ın özünde olan sevginin, şefkatin, merhametin insanlara öğretilmesidir.
İslam ahlakının doğru anlaşılması ve İslam'ı yanlış anlayıp uygulayanların bundan men edilmesi ise, asıl olarak Müslümanlar tarafından yapılabilecek bir iştir. ABD'nin bu konuda izlemesi gereken politika, İslam dünyasının içinden gelecek bir çözümü -kitabın başından beri üzerinde durduğumuz gibi bu çözüm Türk İslam Birliği'nin kurulmasıdır- desteklemesi, bunun yolunu açmasıdır.
Amerikan yaklaşımının bu yönde şekillenmesi, hem ABD, hem İslam dünyası hem de tüm dünya açısından çok daha hayırlı olacaktır. Bunun aksini savunanlar, dünyayı bir kan gölüne doğru sürüklüyor olabileceklerini hesaba katarak bir kez daha düşünmelidirler. Dahası ABD yönetimi, birtakım artniyetli güç merkezlerinin bu konudaki yanlış telkinlerine de itibar etmeme konusunda dikkatli olmalıdır. Söz konusu güç merkezleri, İslam'ı bir din ve medeniyet olarak "düşman" sayma yanılgısına kapılmış, Batı ile İslam dünyaları arasında kanlı bir savaş yaşanmasını şiddetle arzu eden bazı ideolog ve stratejistlerdir. Bunlar, ABD yönetiminin terörle mücadele politikasını ısrarla "İslam'la mücadele" gibi göstermek ve sonuçta da o hale getirmek çabası içindedirler. Amerikan yönetiminin söz konusu "Batı-İslam savaşı" senaryolarını kesin biçimde reddeden sağduyulu açıklamaları, 11 Eylül'den bu yana olumlu sonuçlar vermiştir. Ancak bu açıklamaların uygulanan politikalara da yön verdiğinin dünya kamuoyu tarafından fark edilecek şekilde belirginleşmesi gerekmektedir.
|
Amerikan Savunma Bakanı Yardımcısı Paul Wolfowitz, 11 Eylül saldırıları sonrasında geliştirilen Bush doktrininin teorisyenlerinden biridir. |
11 Eylül olayları ile birlikte Amerikan yönetimi yeni bir dış politika ve ulusal güvenlik stratejisi belirledi. Terör saldırılarından bir hafta sonra Başkan Bush'un ulusa sesleniş konuşmasında ana hatları ifade edilen ve "Bush doktrini" olarak da anılan bu strateji, pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi. ABD'nin kendi ülkesini korumak için her zaman düşmandan önce davranacağı anlamına gelen -ve bu anlamda belli noktalarda meşru kabul edilebilecek- bu stratejisi, yeni bir dönemin başlangıcı demekti. Saldırıların ardından oluşan psikolojik ortamda, Amerikan Başkanı George Bush'un hamiyet duygularından istifade edilerek belirlenen bu strateji, ABD'deki bazı sertlik yanlısı çevreler tarafından farklı yönlere çekilmek istendi. Söz konusu çevreler bu yaklaşıma dayanarak ABD'nin, neredeyse tüm Ortadoğu'yu hedef alan ve yaklaşık 20 yıl sürecek bir savaşa hazırlanması gerektiğini ileri sürdüler. Bu yaklaşımın büyük bir hata olduğuna ve terörü körükleyeceğine dikkat çeken daha ılımlı çevreler ise, bu stratejinin büyük riskler içerdiğine işaret etmektedirler. Bu risklere geçmeden önce, bu doktrinde yer alan "önleyici saldırı" kavramı üzerinde kısaca durmakta fayda vardır.
Bugün dünyanın yegane süper gücü konumundaki ABD'nin, dünyanın farklı bölgeleri için siyasi planları ve stratejileri olması doğaldır. ABD müdahalelerinin zaman zaman olumlu sonuçlar doğurduğu örnekler de vardır. Örneğin 1990'lı yıllarda önce Bosna-Hersek'i ardından da Kosova'yı hedef alan Sırp saldırganlığının dizginlenmesinde, ABD'nin Sırplara yönelik askeri ve diplomatik müdahalelerinin büyük yararı olmuştur. Burada önemli olan, ABD'nin müdahil olduğu coğrafyalarda; farklı grupların haklarını gözeten, adil, insan haklarına saygılı ve barışçı bir politika izleyip izlemediği, kısaca uluslararası hukuka uyup uymadığıdır.
|
Bosna-Hersek ve Kosova'da yaşanan Sırp zulmüne, ABD öncülüğünde yapılan müdahale, Sırp saldırganlığının dizginlemesinde önemli rol oynamıştır. |
Uluslararası ilişkilerde bir ülkenin kendi güvenliğini sağlamaya yönelik aldığı tedbirler belirli ölçülerde anlayış ile karşılanır. Elbette her ülke, kendi bekasını ve geleceğini korumak isteyecek, bunun için çeşitli stratejiler geliştirecektir. Ancak bu koruma duygusu, hiçbir zaman diğer milletlerin veya ülkelerin haklarına haksız yere müdahale etmeyi kapsamamalıdır. Bir ülkenin hem kendi vatandaşları, hem de dünya halkları için izleyeceği en güvenli ve başarılı strateji; barışı ve huzuru korumaya yönelik olan stratejidir. Barışsever her türlü strateji, insanlığa refah ve güvenlik getirir. Barışı ve düzeni bozmaya yönelik her türlü girişim ise son derece tehlikeli ve zararlıdır.
ABD yönetimi içinde bazı çevreler tarafından savunulan, önleyici saldırı anlayışı da son derece riskli bir stratejidir. Bu stratejinin bazı savunucuları, her devletin sahip olduğu meşru savunma hakkını fazlasıyla aşan bir yaklaşım içindedirler. Bu yanlış yaklaşıma göre, "ileride güvenliğime karşı bir tehdit oluşabilir" iddiasıyla her türlü saldırıya zemin hazırlanmaktadır. Bu ise, her türlü sorunu askeri tedbirlerle çözmeye yönelmek demektir. Halbuki, yalnızca askeri tedbirler uygulanarak kesin başarıya ulaşılamayacağı açıktır. Dünya tarihi bunun örnekleri ile doludur.
Pek çok yanılgı içeren bu mantığa göre, uluslararası ilişkiler hukuka değil güce dayalıdır. Bu kimselerin talebi, Amerika'nın bir tür "güç" gösterisinde bulunması, düşmanlarına halen güçlü olduğunu "en etkili" şekilde göstermesidir. Sertlik yanlıları, ABD'nin ancak savaşarak askeri üstünlüğünü sürdüreceği ve her zaman için "ilk vuran" olması gerektiği yanılgısına kapılmışlardır. Elbette bu tehlikeli yaklaşım tüm Amerikan yönetimini temsil etmemektedir.
Sertlik yanlıları zaman zaman Amerikan politikasında ağırlık kazanmakla birlikte, yönetim ve danışman kadrolarında itidalli ve barışçıl bir politika izlenmesi gerektiğini savunan çok sayıda kişi de yer almaktadır.
|
Geçtiğimiz yüzyıl milyonlarca insanın ölümüne ve çok büyük maddi kayıplara neden olan büyük savaşların yüzyılı oldu. Bu yüzyılda daha fazla savaş yaşanmaması için sorunların barışçıl yöntemlerle çözülmeye çalışılması son derece önemlidir. |
Başta ABD olmak üzere tüm dünya ülkelerinin her zaman barış yönünde tavır alması, her koşul altında barışı savunup desteklemesi gerektiği açıktır. "Güçlü olanın haklı olduğu", "sorunların güç kullanımıyla doğru orantılı olarak çözüleceği" gibi yanılgılara sahip olan çevreler, söz konusu telkinleri ile kendi ülkelerini de ciddi bir çıkmazın içine sürüklemektedirler.
Bu çıkmazın bir boyutu, başta da belirttiğimiz gibi terörün güçlenmesi tehlikesidir. Bir diğeri ise savaşların ABD'ye getireceği yüktür. Günümüzde pek çok stratejist Amerika'nın hem ekonomik hem de siyasi olarak güç kaybetmeye başladığına dikkat çekmektedir. Askeri güç ABD için çok büyük bir avantaj olmakla birlikte, sertlik yanlısı kimselerin telkinleri doğrultusunda, sürekli savaş ve seferberlik hali yaşanmasının Amerikan ekonomisine çok büyük bir darbe vuracağı görülmektedir. Bununla birlikte, dünyanın farklı köşelerinde devamlı savaş durumunda kalan bir Amerika pek çok insanın gözünde, insan hakları, demokrasi ve hürriyet gibi evrensel değerlerin koruyucusu olmak konumundan da çıkacaktır. Sertlik taraftarlarının politikaları neticesinde, tüm toplumlar tarafından saygı duyulan bir Amerika yerine kendisinden sadece korkulan bir Amerika ortaya çıkacaktır. Bu durumda çeşitli askeri zaferler elde edilse bile, bunlar ekonomik olarak zor duruma düşecek ve dünya çapında imajı sarsılacak olan Amerikan halkı için gerçek bir başarı olmayacaktır. Aslında Amerikan yönetiminin de böyle bir duruma düşmek istemeyeceği açıktır, bu nedenle yapılması gereken sertlik yanlısı çevrelerin yanlış telkinlerine karşı dikkatli olunması ve itidalli, sağduyulu bir politika izlemekten vazgeçilmemesidir.
Ayrıca söz konusu çevreler, savundukları bu uygulamalar ile diğer devletlere nasıl bir örnek teşkil edeceklerini de göz önünde bulundurmalıdırlar. Diğer ülkelerin de kendilerini koruma güdüsüyle harekete geçmelerinin ve uluslararası hukuka ve teamüllere kendilerini bağlı görmemelerinin nelere mal olacağını hesaba katmalıdırlar. Rusya, Çin, Hindistan -ve elbette İsrail- gibi nükleer silahlara sahip ülkelerin de benzer bir "önleyici saldırı" stratejisini uygulamaya geçirmeleri durumunda, dünyanın nasıl büyük bir karmaşa ve çatışma içine düşeceği aşikardır. Böyle bir olasılığın gündeme gelmesi bile büyük bir tehlikedir.
Elbette tüm ülkeler gibi ulusal menfaatlerini korumak ve kendisini potansiyel tehlikelere karşı savunmak ABD'nin de hakkıdır ve uluslararası toplum, özellikle de 11 Eylül olaylarından sonra, ABD'nin bu hakkına büyük saygı göstermektedir. Bu hakkın hem ABD hem de dünya ülkelerinin faydasına olacak şekilde kullanılması ise, atılacak adımların uluslararası hukuk çerçevesinde belirlenmesiyle sağlanabilir. Söz konusu stratejinin keyfi uygulamalara neden olmasını engelleyecek en önemli öge, uluslararası hukuk ve bu hukuk çerçevesinde uluslararası toplumun mutabakatının sağlanması olacaktır. Aksinde ise stratejinin uygulayıcılarının, hem kendi ülkelerini büyük bir krizin içine itmeleri hem de dünya barışını tehdit edici unsurlara dönüşmeleri kaçınılmazdır.
|
Savaşın çözüm olmadığı gerçeği Amerikan vatandaşları ve sivil toplum kuruluşları da dahil olmak üzere pek çok çevre tarafından ifade edilmiştir. Bunlardan biri de yanda açıklamaları yer alan Amerikan Ulusal Kiliseler Konseyi'dir. Onlarca din adamı bu çağrıları ile dindar Amerikalıların barıştan yana olduklarını ifade etmişlerdir. |
Tüm bu nedenleri göz önünde bulundurarak Amerikan yönetiminin bu stratejisini bir kez daha gözden geçirmesi şarttır. Dünya barışını korumak ve istikrar sağlamak isteyen bir Amerika'nın bunun için başvuracağı yol sertlik ve şiddet değil, itidal, sağduyu ve adalet olmalıdır.
Terörle mücadelede, ABD'nin izlemesi gereken öncelikli yol, kültürel çalışmaların desteklenmesidir. Sorunların şiddete başvurarak çözülmesi gerektiğini savunan, insanlar arası ilişkileri menfaatten ibaret gören, saldırganlığı meşrulaştıran her türlü ideolojinin fikri olarak çökertilmesi, teröre zemin hazırlayan ortamın ortadan kaldırılması demektir. İnsanlara bu ve benzeri kötülükleri aşılayan ve din ahlakına karşı olan ideolojilerin yerine, vicdanlı olmayı, şefkatli davranmayı, sevgiyi ve merhameti emreden gerçek din ahlakının yaygınlaşması başta terör olmak üzere pek çok toplumsal sorunun kalıcı çözümü olacaktır.
Bu yönde yapılacak kültürel çalışmalarda, ABD yönetimi sivil toplum kuruluşları ile iş birliği yapabilir. Son dönemlerde bu konuda çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşlarının sayısında artış olmuştur ve bu sevindirici bir gelişmedir. Ancak sorunun tam anlamıyla çözüme kavuşması için, hem yapılan faaliyetlerin etki alanı genişletilmeli, hem de bu faaliyetler devlet yönetimi tarafından destek görmelidir.
Tüm bunların yanı sıra Amerikan yönetimi, Hıristiyanlığın temel değerlerinin de savaşa ve düşmanlığa karşı olduğunu unutmamalıdır. Allah insanlara yeryüzünde kargaşa çıkarmamalarını, huzuru ve güvenliği bozmamalarını emretmiştir. İnançlarına değer veren bir Amerika'nın dünyaya korku ve tedirginlik değil, huzur ve güven vermesi, barışçıl yaklaşımı ile tüm insanlığa örnek olması gerekir. İnançlı Hıristiyanlar olduklarını sık sık vurgulayan Bush yönetimi üyeleri, İncil'e göre Hz. İsa (as)'ın kendilerine, "Ne mutlu barış yapanlara" (Matta Bap 5, 9) sözleri ile yeryüzünde barış elçileri olmalarını emrettiğini unutmamalıdırlar.
Bu doğrultuda Amerikalı din adamları da, Amerikan yönetimine olumlu çağrılarda bulunmaktadır. Amerikan Ulusal Kiliseler Konseyi tarafından (50'ye yakın imza ile), Başkan Bush'a hitaben yazılan bir mektup bu çağrının örneklerinden biridir. Henüz Irak Savaşı'nın başlamadığı günlerde kaleme alınmış olan mektup, önemli hatırlatmalar içermektedir:
... Bu mektubu, Allah tarafından bizlere verilmiş olan nimetlerin, milletimizin yapacağı eylemler nedeniyle zarar görebileceği endişesiyle yazıyoruz. Amerikan kiliseleri ve kiliselere bağlı örgütlerin liderleri olarak, tarafınızdan ve yönetimde yer alan bazı kimseler tarafından, Irak'a karşı yapılması düşünülen "önleyici askeri saldırı" ile ilgili açıklamalarınız bizleri alarma geçirdi. Saddam Hüseyin'in komşularına ve kendi halkına ve hatta Amerika'nın çıkarlarına karşı bir tehdit olduğunu kabul etmekle beraber, böyle bir askeri harekatın tamamen yanlış olduğunu düşünüyoruz. Ahlaki değerlere dayanarak, Amerika'nın Irak'a saldırıda bulunmasına karşıyız... Saddam Hüseyin hükümetine karşı yapılacak askeri bir harekat ve sonrasında gelişecek olaylar, çok fazla sayıda sivilin hayatını kaybetmesine veya yaralanmasına neden olacak, pek çok masum insan acı çekecektir... Milyonlarca vatandaşımızı temsil eden Hıristiyan liderler olarak, hükümetimizin bizim için önemli olan ahlaka ve değerlere uygun hareket etmesini; savaşı değil barışı savunmasını, uluslararası toplum ile birlikte hareket etmesini, uluslararası kanun ve sözleşmelere saygı göstermesini ve insan hayatına değer vermesini talep ediyoruz.21
|
Hayır, kim (güzel davranış ve) iyilikte bulunarak kendisini Allah'a teslim ederse, artık onun Rabbi Katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 112) |
Savaş, savaşın tüm taraflarına her zaman acı ve gözyaşı getiren, büyük kayıplar verdirten çok büyük bir zulümdür. Din ahlakı insanların anlaşmazlıklarını barışçıl yollarla ortadan kaldırmalarını, uzlaşmacı bir tavır göstermelerini gerektirir. Din ahlakını yaşayan bir insan kin, intikam, öfke gibi kötü özelliklerden sakınır, affedici ve şefkatli bir tutum sergiler. İnsanların din ahlakından uzaklaşmaları ise hem toplum içinde, hem de toplumlar arasında çatışmanın teşvik edildiği bir ortam meydana getirir. Yakın tarihte yaşanan iki büyük dünya savaşı da din ahlakına uygun olmayan ideolojilerin insanları sürüklediği büyük belalardır.
TERÖRÜN KÖKENİ DARWİNİZM'DİR |
10 milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı, Avrupa'dan Ortadoğu'ya çok geniş bir cephede büyük yıkımlar meydana getirdi. I. Dünya Savaşı gibi hiçbir haklı ve meşru nedene dayanmayan II. Dünya Savaşı da çok kanlı bitti; 55 milyon insan bu acımasız savaş nedeniyle hayatını kaybetti. Üstelik bu savaşı yaşayanlar tarihte eşine az rastlanır vahşetlere şahit olmuş, toplama kamplarında milyonlarca masum insanın yok edilişine tanıklık etmişlerdi.
|
Düzene konulması (ıslah)ından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın... (Araf Suresi, 56) |
Yaşanılan iki büyük dünya savaşı ve bu savaşların sebep olduğu yıkımlar, insanların savaşın ne kadar büyük bir felaket olduğunu öğrenmeleri için yeterli olmadı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra da dünyanın çeşitli bölgelerinde çatışmalar ve savaşlar yaşandı. Katliamlar devam etti. Az sayıda insanın siyasi ihtirasları ve çıkar arayışları nedeniyle milyonlarca insan öldü, on binlerce insan sakat kaldı, şehirler yakılıp yıkıldı, ülkeler harap oldu. Savaşlar yalnızca insanlara fiziksel olarak zarar vermekle kalmadı, savaşa tanıklık eden kişilerde ciddi piskolojik sorunların yaşanmasına, bir neslin ruh sağlığının tamamen alt üst olmasına neden oldu. Bomba sözcüğünü duyduğunda, bir üniforma gördüğünde dahi dehşete kapılan, titreme ve korku nöbeti geçirenler, savaşlarda yaşadıkları vahşet dolu anlar nedeniyle yıllarca şizofren bir ruh halinde kalanlar, topluma uyum sağlamakta büyük zorluk çekenler hep savaşların eseriydi.
|
Darwinizm'in fikren tam anlamıyla ortadan kaldırıldığı, Türk İslam Birliği'nin tesis edildiği bir ortamda bu acı manzaraların hiçbirine bir daha rastlanmayacaktır. Kuran ahlakının getirdiği sevecenlik, şefkat, merhamet ve sevgi tüm insanları kuşatacak, her dinden, her düşünceden insan kardeşçe birarada yaşayacaktır. |
Günümüzde de karşılaşılan sorunları savaşarak çözümleyeceğini sananlar, yalnızca askeri tedbirlerden medet umanlar, başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde yeni savaşlar planlayanlar tüm bu insani trajediyi bir kez daha hatırlamalı ve bu tehlikeli planlarından vazgeçmelidirler.
Öte yandan Irak Savaşı'nın maliyeti üzerine yapılan çalışmalar da, olayın ayrı bir boyutunu gözler önüne sermektedir. Bu araştırmalar çok çarpıcı bilgiler ortaya koymakta, tüm Ortadoğu'yu içine alabilecek bir savaşın bütün dünyayı sarsabilecek neticeleri olduğunu göstermektedir.
Irak Savaşı'nın öncesinde ve sonrasında savaşın maliyeti ile ilgili özellikle ABD'de çeşitli istatistiksel çalışmalar yapılmıştır. Farklı kurumlar ve kişiler tarafından gerçekleştirilen bu çalışmalar, savaşın Amerika'ya maliyetini farklı açılardan değerlendirmişlerdir. Bu çalışmalar, savaşın doğrudan etkileri dışında dolaylı etkilerinin de önemli olduğunu ortaya koymuştur.
|
Irak Savaşı'nın maliyeti savaş öncesinde ve sonrasında çok tartışıldı. Yukarıda, ünlü strateji kurumlarından Brookings Institute'un internet sitesinde yer alan, "Savaşın Ekonomik Maliyeti" başlıklı yazı görülmektedir. Sağda ise The New York Times'da konuyla ilgili yayınlanan "Hedef Bağdat, Ama Ne Pahasına?" başlıklı yazı yer almaktadır. |
Örneğin Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komitesi başkanı Senatör Joseph Biden tarafından yapılan çalışma, maliyetin 100 milyar dolar civarında olacağını öngörmektedir. Senatör Biden, bu rakamın haricinde Irak'ın yeniden inşası için de 50 milyar dolar gerekeceğini ifade etmekte ve toplam maliyeti yaklaşık 150 milyar dolar olarak belirlemektedir. Şu anda savaş ABD'nin galibiyeti ile sona ermiş görünmektedir ve belki de maliyet hesaplanan limitler içerisinde gerçekleşmiştir. Ancak bu, savaş sırasında yaşanan trajedilerin unutulmasını sağlamayacağı gibi, bu miktarın Amerikan halkının refahı için kullanılmak yerine savaş için kullanılmış olmasını da haklı göstermeyecektir.
Sertlik yanlısı çevreler tarafından büyük bir maliyet olarak değerlendirilmeyen 100 milyar dolar, ABD'nin 0-12 yaş grubunun eğitim giderleri için ayırdığı bütçenin üç, uluslararası ilişkiler bütçesinin ise dört katıdır. Bu miktar ile Amerika'da sigortası olmayan tüm çocukların beş yıl boyunca bütün sağlık giderlerinin karşılanması da mümkündür. Amerikan halkının yaşam standartının daha da iyileştirilmesi için kullanılabilecek bu paranın, binlerce insanın ölümüne neden olan bir savaşa harcanması elbette ibret vericidir. Ayrıca, tekrar hatırlatmak gerekir ki bu, en iyi koşullar düşünülerek yapılmış bir hesaplamadır. Pek çok emekli askeri yetkili ve savunma stratejisti –savaş sonrasında yaşanacak potansiyel riskleri de göz önünde bulundurarak- maliyetin şu anki haliyle kalmayacağını da ifade etmektedirler.
Nitekim Amerikan tarihinde yaşanan çeşitli savaşlar, savaşların planlanandan çok daha maliyetli olduğunu göstermektedir. Örneğin Lincoln'ün Hazine Bakanı, yapılacak savaşın Kuzey'e 240 milyon dolara mal olacağını planlamış, ancak savaşın bütçeye yükü planlanandan 13 kat daha fazla, yani 3 milyar 200 milyon dolar olmuştur. Benzer bir şekilde, Vietnam Savaşı için 1966 yılı bütçesinde 10 milyar dolar ayrılmış ve savaşın 1967 yazında sona ereceği tahmin edilmiş, ne var ki savaş 1973'e kadar sürmüş ve savaşın bütçeye doğrudan etkisi 110-150 milyar dolar olmuştur.22 Kısa sürede neticeleneceğinden emin olunan Vietnam Savaşı, 47 binden fazla Amerikan askerinin cephede, 11 bin askerin diğer nedenlerle ölmesine, 303 bin askerin de yaralanmasına neden olmuştur. 1 milyondan fazla sivilin hayatını kaybettiği bu savaşta, 225 bin Vietnamlı asker ölmüş, 570 bin asker de yaralanmıştır.23
|
Türk İslam Birliği, dünya barışının tesis edilmesinde önemli bir adım olacaktır. Karşılaşılan çeşitli sorunlar bu birlik aracılığıyla, çok kısa bir süre içerisinde barışçıl yollarla giderilebilecek, tüm anlaşmazlıklar adil neticeye kavuşturulacaktır. |
Bu örnekler, savaşın gidişatında beklenmeyen değişiklikler olduğu zaman maliyetin katlanarak büyüdüğünü göstermektedir. Yaşanacak her savaşta iki taraf için de hem insani hem de mali kayıpların daha da büyüyebileceği göz önünde bulundurularak, Irak'taki savaşın benzerlerinin bir daha asla yaşanmaması hedeflenmelidir. Unutmamak gerekir ki, Amerikan yönetiminin Ortadoğu'da sağlamak istediği barışçı, ılımlı, demokratik ortamın savaş yolu ile kurulması mümkün değildir. Askeri bir başarı sağlansa bile, bu yolla, bölgede kalıcı huzur ve güvenliğin sağlanması oldukça zor olacaktır. Cephe savaşını kazanmak, bir bölgeyi toplumsal ve siyasi olarak hakimiyet altına almak için yeterli olmayabilir. Ortadoğu hassas dengeler üzerine kurulu bir bölgedir.
|
Tarihi tecrübeler göstermektedir ki, yabancı güçlerin, bu hassas dengeleri en adil ve hakkaniyetli şekilde koruyabilmeleri, bölgedeki tüm halkların razı olacağı bir düzen kurmaları pek kolay değildir. Bunu ancak, bölge halkları ile ortak kültür ve medeniyete sahip bir güç gerçekleştirebilir. Bu da, tüm Müslüman ülkeleri birleştiren ve İslam aleminin iradesini yansıtan merkezi bir otorite olmalıdır. Bu otorite, yalnızca Ortadoğu konusunda değil, Batı ile İslam dünyası arasındaki tüm sorunlara çözüm getirebilecek olan Türk İslam Birliği'dir. Dolayısıyla başta ABD olmak üzere Batılı güçlerin izlemesi gereken strateji de, tüm Müslüman ülkeleri, barışsever, uzlaşmacı ve yapıcı bir anlayışta birleştirecek olan Türk İslam Birliği'nin oluşturulmasına destek vermek ve bu birlikle ittifak halinde hareket etmek olmalıdır. Böylece ABD, Batı'da Fas'a ve Moritanya'ya; Doğu'da ise Endonezya'ya kadar uzanan dev bir coğrafyada, kendisiyle diyalog ve iş birliği kurabileceği güvenilir bir siyasi birlik bulacaktır.
Pek çok Amerikalı stratejist ve düşünür tarafından da işaret edilen bu gerçek, ünlü ekonomist ve Yale Üniversitesi öğretim görevlilerinden Prof. William Nordhaus tarafından hazırlanan "The Economic Consequences of a War With Iraq" (Irak'la Savaşın Ekonomik Neticeleri) başlıklı raporun "Sonuç ve Öneriler" bölümünde, şöyle ifade edilmektedir:
Siyasi açıdan da tek başına hareket etmek, özellikle de İslam ülkelerinin desteğini almadan hareket etmek, hem ılımlı çevrelerde rahatsızlığa neden olacak hem de radikal hareketlere zemin hazırlayacaktır.... 24
Savaşın tüm olumsuzluklarını ve zararlarını gözler önüne seren bu tabloya rağmen, Amerika'nın nasıl olup da böyle bir savaşı başlattığı kuşkusuz üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır. Çoğu yorumcu, ikinci Irak Savaşı'nın aslında 11 Eylül'den de, kitle imha silahları ile ilgili kuşkulardan da çok daha önce planlandığı görüşündedir.
Bu savaş, Ortadoğu'ya yönelik yeni Amerikan stratejisinin bir parçasıdır. Bu stratejiyi geliştirenler, henüz 1997 yılında Amerika'nın Saddam'ı vurması ve iktidardan indirmesi gerektiğine karar vermişlerdir. Bu yöndeki ilk işaret, 1997 yılında ortaya çıkmıştı. Washington'daki bir grup stratejist, İsrail lobisinin telkinleriyle, kurdukları PNAC adlı "think-tank"le Irak'ın işgali senaryosunu savunmaya başlamıştı. PNAC'in en kayda değer isimleri ise, sonradan George W. Bush yönetiminin en etkin isimleri haline gelecek olan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve Başkan Yardımcısı Dick Cheney idi. Gerçekte ABD önderliğinde istikrarlı bir dünya kurmak gibi makul bir amaçla yola çıkmış olsalar da, İsrail lobisinin etkisiyle, bu amacın Ortadoğu'da bir savaş gerektirdiği fikrine kapılmışlardı. Oysa çok yönlü bir değerlendirme yaptıklarında, bu fikrin ciddi bir yanılgı olduğunu açıkça görebileceklerdir. Eğer amaç istikrar kurmak, bir düzen oluşturmak ise, savaşın hiçbir zaman düzen oluşturucu bir etkisi olmayacağı açıktır. Tam tersine savaş, mevcut düzeni yerle bir eden, insanlara sürekli kayıp getiren bir durumdur. İstikrarın barışın korunmasıyla sağlanabileceği tarihi bir gerçektir.
ABD TARİHİNDEKİ SAVAŞLARIN MALİYETLERİ |
Yukarıdaki tablolarda, katıldığı büyük savaşların ABD'ye ne kadar can ve mal kaybına neden olduğu görülmektedir. |
|
Philadelphia Daily News gazetesinde William Bunch imzasıyla yayınlanan "Invading Iraq Not A New Idea For Bush Clique :4 Years Before 9/11, Plan Was Set" (Irak'ı İşgal Etmek Bush Ekibi İçin Yeni Bir Fikir Değil: 11 Eylül'den 4 Yıl Önce Plan Hazırdı) adlı bir makalede, bu konuda şu yoruma yer verilmektedir:
Gerçekte, Donald Rumsfeld, Başkan Yardımıcısı Dick Cheney ve küçük bir grup muhafazakar ideologlar Amerika'nın Irak'ı işgalini savunmaya henüz 1997 yılında başlamışlardı -yani 11 Eylül saldırılarından 4, Başkan Bush'un göreve başlamasından 3 yıl önce.
Kendilerine PNAC (Project for the New American Century-Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi) adı verilen bu garip ve belirsiz siyaset grubu, Cheney, Rumsfeld, Rumsfeld'in yakın yardımcısı Paul Wolfowitz ve Bush'un kardeşi Jeb Bush'u da içeriyordu. Ve daha o zamanlar bile, Ocak 1998'de, Başkan Clinton'ı Irak'ı işgale ikna etmeye çalışmışlardı. Rumsfeld tarafından imzalanarak Clinton'a gönderilen mektup, "Size Amerika'nın ve müttefiklerinin çıkarlarını tüm dünyada güvence altına alacak yeni bir stratejiyi açıkça başlatmanızı öneriyoruz" diye başlayan mektup, "bu strateji, en başta, Saddam Hüseyin rejiminin düşürülmesini hedeflemelidir" diye devam ediyordu.25
Peki PNAC üyelerinin Saddam'ı düşürmek konusunda bu kadar ısrarlı olmalarının nedeni neydi? Aynı makalede bu konuda şunlar yazılıdır:
Petrol, PNAC'in Irak hakkındaki politika açıklamalarında arka planda bir yer tutsa da, itici güç gibi gözükmüyor. Pennsylvania Üniversitesi'nden siyaset bilimi profesörü ve Ortadoğu uzmanı Ian Lustick, Bush'un politikasını eleştirirken, petrolün savaş taraflarınca asıl olarak savaşın masrafını karşılamaya yönelik bir unsur olarak görüldüğüne dikkat çekiyor. PNAC'tan Schmitt ise, "ben Texas'tanım ve bildiğim petrolcülerin hepsi askeri bir operasyona karşı" diyor, "petrol pazarı istikrarsızlık istemiyor." Profesör Lustick'e göre ise, (savaş için) daha güçlü ama gizli bir motivasyon kaynağı, İsrail olabilir. Bush yönetimindeki şahinlerin, Irak'taki bir güç gösterisinin, Filistinlileri İsrail için avantajlı olan bir barış planını kabul etmeye ikna edeceğini hesapladıklarını söylüyor.26
|
Her ne kadar petrol, Irak Savaşı'nın gerekçelerinden biri gibi görünse de, araştırmacılar bu savaşın perde arkasında çok daha farklı gerçekler olduğunu ifade etmektedirler. |
Kısacası ABD'nin Irak'ı vurması projesinin asıl mimarı, İsrail ve onun ABD'deki uzantılarıdır. ABD'nin Ortadoğu politikasının İsrail tarafından çok dengesiz bir biçimde etkileniyor olması, bu aşamada bir kez daha ortaya çıkmıştır. ABD'nin karar mekanizmalarına etki eden bazı İsrail yanlısı radikal Siyonistler, Washington'ı İsrail'in Ortadoğu stratejisine göre hareket etmeye zorlamaktadır. Bunu da ABD ile İsrail'in çıkarlarının özdeş olduğunu iddia ederek yapmaktadırlar. Oysa ABD'nin Ortadoğu'daki çıkarı, İsrail'deki radikal Siyonist zihniyeti desteklemek ve bu yüzden Arap dünyasını karşısına almak değil, İsrail'e barış ve ılımlılık telkin etmek ve Araplar ile İsrail arasında adil bir hakem ve arabulucu rolü oynamaktır. Irak'a saldırı planının geliştirilmesinde de, yine söz konusu İsrail etkisini görmek mümkündür. İsrail lobisi, sonradan Bush yönetiminde etkili mevkilere gelecek olan bazı stratejistleri, Irak'a karşı bir savaş açılması gerektiği yönünde yanlış yönlendirmişlerdir ve bu da Ortadoğu'da pek çok masum insanın hayatına mal olacak, yeni gerilimleri körükleyecek yeni bir savaşın yolunu açmıştır.
Söz konusu savaş stratejisini savunanlar, her ne kadar "Amerikan çıkarları"ndan söz etseler de, aslında savundukları şey İsrail'in çıkarlarıdır. Çünkü gerçekte Amerika'nın tüm bir Ortadoğu'yla savaşmak, bu bölgedeki halkları kendine karşı kışkırtmak gibi bir stratejide çıkarı olamaz. Amerika'nın, bazılarının iddia ettiği gibi, "anti-İslami" bir ideolojisi ve stratejisi de yoktur. Daha önce de belirttiğimiz gibi 1990'larda Sırp vahşetine maruz kalan Balkan Müslümanlarının (Bosnalıların, Kosovalıların ve son olarak da Makedon Müslümanlarının) en büyük destekçilerinden biri Amerika olmuştur. Amerika'nın Müslüman kitlelerle karşı karşıya geldiği tek coğrafya Ortadoğu'dur ve bu da Amerika'nın, bir kısım yöneticilerinin bu ülkenin dış politikasında inanılmaz bir güce sahip olan İsrail lobisinin etkisiyle, İsrail taraflı hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu kişilerin bu yöndeki yanlış yönlendirmelerin etkisinden kurtularak, Ortadoğu'daki durumu ön yargısız bir şekilde değerlendirmeleri, çok daha adil bir yaklaşımın geliştirilmesine aracı olacaktır.
|
Amerika'da savaş yanlısı kişilerin İsrail ile olan bağlantısı Amerikan medyasında büyük tartışmalara neden oldu. Patrick Buchanan'ın "Whose War?" (Kimin Savaşı?) başlıklı yazısı medyada konuyla ilgili çıkan haberlerde ele alınan bilgileri incelemekteydi. The New York Times'da yayınlanan "Is It Good for Jews?" (Yahudiler İçin İyi mi?) başlıklı yazıda ise, İsrail'in Irak Savaşı'ndan ne gibi menfaatleri olduğu ele alınmıştı. National Review'da yayınlanan ve altta yer alan iki makelede ise, Yahudilerin hepsini savaş yanlısı gibi göstermenin yanlış olduğuna dikkat çekilmekteydi. |
İşte bu nedenle Amerika'nın 11 Eylül sonrasında uygulamaya konan ve tüm İslam dünyasını düzenlemeye yönelik stratejisi, İsrailli radikallerin Ortadoğu planı tarafından olumsuz yönde yönlendirilmektedir. İsrail, içinde yaşadığı yok edilme korkusu nedeniyle, kurulduğu günden bu yana, Ortadoğu'yu yeniden düzenleme, kendisi için tehlikesiz ve yönlendirilebilir hale getirme amacındadır. Bu amaçla on yıllardır ABD üzerindeki nüfuzunu kullanmakta ve Washington'ın Ortadoğu siyasetini yönlendirmektedir.
|
Filistin, Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların barış içinde birarada yaşayabilecekleri bir toprak olmalıdır. Müslüman idaresindeki Filistin'de asırlar boyunca sağlanan huzur ortamının bugün de yeniden inşa edilmesi mümkündür. |
Oysa gerçekte Müslümanlarla çatışmak İsrail'in de çıkarına değildir. Hem Musevi ve Hıristiyanların hem de Müslümanların bu topraklarda, diledikleri gibi ibadet etme ve yaşama hakkı vardır. Ne var ki İsrail'de etkin olan ateist Siyonistlerin, izlediği politika yalnızca Müslümanlara zulümle kalmamakta, Hıristiyanları ve Musevileri de tedirgin etmektedir. İsrail, tüm Ortadoğu'yla daimi bir savaş içinde olmak yerine, işgal ettiği topraklardan çekilmeyi ve gerçek bir barış yapmayı seçse, bu hem kendi vatandaşları hem de tüm Ortadoğu halkları için çok daha iyi olacaktır. Dolayısıyla Ortadoğu'yu savaşa sürükleyen, hatta global bir "medeniyetler çatışması" körüklemek isteyen ateist Siyonist zihniyete karşı fikren mücadele etmek, İsrail'deki 4.5 milyon Musevi vatandaşının da güvenliği için gerekmektedir.
Unutmamak gerekir ki, ateist Siyonizm bu topraklarda yaşayan tüm Yahudi olmayan insanları şiddet ve terör yoluyla yurtlarından etmeyi ve hatta gerekirse katliama uğratmayı hedeflemekte, dindar Musevilere de çok ciddi baskılar uygulamaktadır. Irkçı, şoven ve işgalci bir ideolojidir. Ancak, bilgi eksikliği ya da yanlış bilgilendirme nedeniyle ateist Siyonist ideoloji hem Musevi hem Hıristiyan dünyasında bazı kimseleri etkileyebilmektedir. Radikal görüşlerin etkisi altında kalanlara, büyük bir yanlışın içinde olduklarının gösterilmesi ve doğru yola davet edilmeleri, yeryüzünde barışın hakim olmasını isteyen herkesin sorumluluğudur. Bunun için samimi dindar Yahudilerin, vicdan sahibi Hıristiyanların ve Müslümanların ittifak halinde hareket etmeleri önemlidir. İnsanların ateist ve radikal Siyonizm denen faşizan, Sosyal Darwinist, işgalci ideolojiden bir an önce kurtularak gerçeği görmeleriyle dünya barışının önündeki büyük bir engel kaldırılacak, şiddete destek verenler barışın savunucusu haline gelebileceklerdir.
Türk İslam Birliği sadece yarım asırdan uzun süredir büyük acılar yaşayan Filistin'in değil, İsrail'in de kurtuluşu olacaktır. İnşa ettiği dev duvarlarla aslında kendisini hapseden İsrail, Türk İslam Birliği'nin adaleti, barışseverliği, sevecenliğiyle içine düştüğü açmazdan çıkacak, tüm bölgeye huzur ve güvenlik gelecektir. Bu topraklar Osmanlı yönetiminde yaklaşık 400 yıl boyunca kardeşliğin ve dostluğun mekanı olmuştur. Museviler, Hıristiyanlar, Müslümanlar kardeşçe birarada yaşamışlar, diledikleri gibi ibadetlerini yerine getirmişler, istedikleri yerde yerleşmişler, özgürce ticaret yapmışlar, güvenlik içinde hayatlarını devam ettirmişlerdir. Geçmişte yaşanan bu güzelliğin günümüzde fazlasıyla yaşanması yolu ise Türk İslam Birliği'nin kurulmasıdır.
SAYIN ADNAN OKTAR'IN TASCA (Türk Arap Bilim, Kültür ve Sanat Derneği) RÖPORTAJI, 21 KASIM 2008 |
Irak krizinin başlangıcından itibaren, dünyanın farklı bölgelerinden din adamları barış için çeşitli girişimlerde bulundular. Bunlardan biri de, Shalom adlı Yahudi barış örgütünün yöneticilerinden Haham Waskow'un başlattığı, "Barış için Oruç" çağrısıydı. Dünyanın çeşitli ülkelerinden farklı mezheplere ve inançlara mensup onlarca din adamının bu çağrıya katılmasıyla, üç İlahi dinin mensuplarının da aslında savaşa karşı oldukları bir kez daha gösterilmiş oldu. Çağrıda, kısaca şu noktalar üzerinde durulmaktaydı:
Amerikalılara, gerçek barışı aramak ve dua etmek için oruç tutmak çağrısında bulunuyoruz. Bize barışı ve adaleti emreden, bağışlayan Allah'ın adıyla... Allah bize barışı aramamızı ve barış için çalışmamızı emreder. Büyük bir endişe ile görüyoruz ki, ne Irak hükümeti ne de Amerikan yönetimi Allah'ın bu emrini ana hedef olarak görmemektedirler... Allah bize, komşularımızı sevmemizi, yabancılara iyi davranmamızı ve kendimize yapılmasını istemediğimiz bir şeyi başkasına da yapmamamızı emreder.... Allah bizden, açları doyurmamızı, evsizlere ev bulmamızı, fakirleri giydirmemizi, dünyayı güzelleştirmemizi, ruhlarımızı ve zihinlerimizi özgürleştirmemizi ister... Allah bize harekete geçmeden önce düşünmemizi ve dua etmemizi emreder. Yeterli deliller ve açık kanıtlar bulunmadan başlayan bu savaşın başkalarına değil, kendi ailelerimize de ölüm getireceğini üzüntüyle görüyoruz. Bu savaş, inançlarımız ve geleneklerimiz tarafından kutsal kabul edilen pek çok mekanın bulunduğu bu bölgeyi yakıp yıkacaktır. Bu büyük tehlike anında, Allah'a yöneliyoruz...
|
Gerek İsrail'de gerek ABD'de, Yahudilerin Müslümanlarla birarada barış içinde yaşayabileceğini ve bu barışın sağlanması için her iki tarafın da özveride bulunması gerektiğini savunan çok fazla sayıda Yahudi vardır. Barış yanlısı Yahudiler, İsrail'in Filistin halkına karşı uyguladığı zulüm politikasını şiddetle eleştirdikleri gibi, Irak Savaşı'na da karşı çıkmışlardır. ABD'de faaliyet gösteren Tikkun isimli Yahudi organizasyonun sitesinde yer alan makalede, önleyici saldırı kavramının yanlışlıkları ortaya konulmaktadır. Sağ üstte, Tel Aviv'de Yahudi ve Arapların ortak katılımlarıyla gerçekleştirilen savaş karşıtı gösteri ile ilgili bir haber yer almaktadır. "Yahudiler Neden Irak Savaşı'na Karşı Olmalıdırlar?" (Why Jews Should Oppose War on Iraq) başlıklı, Haham Arthur Waskow tarafından yazılan makalede ise, Yahudi dininin gerçekte her türlü zulme ve saldırganlığa karşı olduğu vurgulanmaktadır. |
|
Üstte Shalom grubu tarafından hazırlanan ve samimi olarak iman eden Yahudilerin neden savaşa karşı olmaları gerektiğini açıklayan ilan görülmektedir. İlanın başlığı: Yahudiler "Hayır" diyor... Neden? Altta ise, "Barış için Oruç" çağrısının metni yer almaktadır. |
|
Saddam Hüseyin, 1960'lı yıllarda Arap dünyasını sarmış olan "Arap sosyalizmi" akımının yanlış bir yola sürüklediği pek çok insandan biridir. |
Irak Savaşı'nın ilk gününden itibaren ana hedefi Saddam Hüseyin'i iktidardan indirmek olarak açıklanmıştır. Kuşkusuz her ne gerekçe ile olursa olsun meselenin savaş yoluyla halledilmek istenmesi yanlıştır. Nitekim savaş boyunca yaşanan can kayıpları, savaşın hiç başlamamış olması gereken kötü bir seçim olduğunu göstermektedir. Ancak öte yandan, Saddam Hüseyin'in de Irak'a ve bölgeye zarar veren ve iktidardan inmesi gereken bir diktatör olduğu gerçeğini görmek gerekir.
Saddam Hüseyin, 1960'lı yıllarda Arap dünyasını sarmış olan "Arap sosyalizmi" akımının yanlış yola sürüklediği pek çok insandan biridir. Arap sosyalizmi, aşırı bir milliyetçilik ve fanatik bir üçüncü dünya solculuğunu birleştiren ve esas olarak da Sovyetler Birliği'nden destek gören bir hareketti. Sovyetler Birliği'nin Stalinist rejimi ve öğretisi, Arap sosyalistlerinin de dünya görüşüne damga vurdu. Bu nedenle saldırgan, baskıcı ve savaşçı bir siyaset geliştirdiler. Saddam, bu yanlış ideolojinin Irak'taki temsilcisi olan Baas Partisi'nin önde gelen bir militanıydı. Gençlik yıllarında örgütlediği Cihaz Hanin adlı terör çetesi aracılığıyla Baas karşıtı siyasi grup ve kişilere karşı çeşitli suikastler düzenledi. Baas'ın 1963'teki ilk darbesinden sonra, Saddam'ın yönetiminde bir "sorgu merkezi" kurulmuş ve burada pek çok insana korkunç işkenceler yapılmıştı. Saddam'ın yeni "işkence yöntemleri" geliştirdiği biliniyordu.
İnandığı Stalinist ideolojinin etkisiyle acımasız bir kişilik geliştiren Saddam Hüseyin, iktidarı boyunca da acımasız yöntemler kullandı. 1980'de İran'ı işgal ederek 8 yıl sürecek çok kanlı bir savaş başlattı. 10 yıl sonra bu kez Kuveyt'i işgal etti. Ülke içinde de kendisine muhalif olarak gördüğü kişi ve gruplara karşı vahşet uyguladı. 1988 yılında Kuzey Irak'taki Halepçe köyüne karşı kimyasal silahlarla düzenlediği ve 5 bin masum insanın feci şekilde ölümüyle sonuçlanan saldırı, Saddam rejiminin insanlık suçlarından biriydi.
Tüm bunlar, Saddam'ın Irak'a liderlik yapabilecek vasıfta bir insan olmadığını göstermektedir. Bir liderden beklenen, kendi halkına huzur, güvenlik, mutluluk ve refah sağlaması, komşularına ve dünyaya da istikrar ve barış getirmesidir.
Bugün artık Saddam iktidardan devrilmiştir, ancak savaş sonrasındaki bu süreçte izlenecek stratejiler de büyük önem taşımaktadır. Ortadoğu'da kalıcı barışın inşa edilmesi için gerekli çözüm, Saddam'ı bir tür canavar olarak göstermek değil, onu şiddet ve acımasızlığa yönelten ideolojiyi ve şartları çözümlemek ve bunların düzeltilmesi için çaba göstermektir. Saddam'ı kanlı bir diktatör yapan, savunduğu radikal Baas ideolojisi ve her türlü sorunun güçle ve hatta kanla çözülmesi gerektiğini varsayan faşizan kültürdür. Bu ideolojinin ve bu kültürün Arap dünyasından temizlenmesi, bunun yerine İslam ahlakının gerektirdiği gibi merhametli, sevgi dolu, insancıl, medeni bireyler ve kitleler yetişmesi için çok kapsamlı bir eğitim ve aydınlanma politikası yürütülmelidir. Kuran ahlakının tam anlamıyla yaşandığı bir toplumda, bu tarz sorunlarla hiçbir zaman karşılaşılmayacaktır.
Ayrıca unutmamak gerekir ki, söz konusu çatışmacı ideoloji ve kültür, sadece Bağdat'ta değil, dünyanın daha başka pek çok yerinde, hatta kimi zaman sözde din adına ortaya çıkmaktadır. Bunun çözümü ise, gerçek din ahlakının insanlara etkili bir biçimde anlatılmasıdır.
|
Radikal Baas ideolojisi, Saddam'ın kendi vatandaşlarına dahi son derece zalim bir politika izlemesine neden olmuştur. Ancak bu ideolojinin yıkıcı etkilerinin ortadan tamamen kaldırılması için asıl üzerinde durulması gereken, söz konusu ideolojinin telkinlerine karşı yürütülecek olan kültürel mücadeledir. |
Irak Savaşı'nın Ortadoğu'da çok geniş çaplı ve uzun süreli bir istikrarsızlığa neden olma ihtimali oldukça yüksektir. Görünen odur ki, Irak Savaşı'nın başladığı dönemlerde Amerikan politikası üzerinde ağırlığı olan bazı çevreler bu savaşı Irak'la sınırlı tutmayıp, tüm Ortadoğu'yu ve hatta Kafkasya ve Güneydoğu Asya'yı içine alan coğrafyayı gerekirse savaşarak, yeniden yapılandırmayı hedeflemişlerdir. DöneminAmerikan üst düzey yönetiminde yer alan bazı isimlerin, "Amerika'nın gerekirse 40-50 ülkeye karşı harekete geçebileceğini" ifade etmeleri bu çevrelerin planlarını bir kez daha ortaya koymaktadır. 27 PNAC'nin kurucularından William Kristol'ün "Amerikan halkının savaşmaya hazır olması her zaman iyiye işarettir" 28 sözü de bu anlayışın bir başka örneğidir. Tüm bunlar, belki de söz konusu planı yapanların dahi sonunu görmeye "ömürlerinin yetmeyeceği" sürekli bir savaş hali demektir.
Dünyayı çok büyük acıların ve yıkımın içine itecek bu savaş hali, uluslararası düzenin ve yapının sarsılmasına sebep olacak, dengeleri alt üst edecek, sadece bölge insanlarını değil tüm insanlığı derinden etkileyecektir. Daha önce de vurguladığımız gibi, ABD ve diğer tüm dünya ülkeleri ulusal menfaatlerini en ileri düzeyde koruma hakkına sahiptirler. Bu onlara, güvenliklerini tehlikeye atabilecek durumlara karşı tedbir almaları hakkını da tanır. Ancak tüm ülkeler gibi, dünyanın yegane süper gücü konumundaki ABD'nin de bu hakkı, küresel dengeleri ve dünya barışını göz önünde bulundurarak kullanması gerekir. Ülkelerin ulusal güvenlik stratejilerinin, uluslararası kanunlarla uyumlu olması, keyfi uygulamaların engellenmesi açısından önem taşımaktadır. Ayrıca terörizm gibi, tüm dünya güvenliğini tehlikeye atan tehditler söz konusu olduğunda, çok taraflı iş birliklerinin güçlendirilmesi ve uluslararası ittifakın sağlanması, başarı oranını artıracaktır. İzlenecek yol, şiddetin şiddetle bastırılmaya çalışılması değil, ılımlı ve demokratik güçlerin desteklenerek gerilimin azaltılması ve çatışmaların çözülmesi olmalıdır. Unutmamak gerekir ki, 21. yüzyılın, tüm milletlerin refahının ve güvenliğinin sağlandığı bir yüzyıl olması için, sürekli savaşarak "güçlü olanın haklı ve egemen olduğu" bir dünya kurmak hedefinden vazgeçilmesi gereklidir.
Zengin yer altı kaynaklarından tüm milletlerin eşit olarak yararlanması, dünya barışını tehdit eden unsurların ortadan kaldırılması, ekonomik istikrarın sağlanması, demokratik rejimlerin güçlenmesi, insan hakları ihlallerinin engellenmesi, diktatörlerin ve tiranların zulümlerine son verilmesi, yaşam kalitesinin artması yalnızca ABD'nin ve Batılı güçlerin değil, aynı zamanda tüm Müslümanların da talebidir. Bazı stratejistler tarafından savunulan ve Müslümanları hedef gösteren yaklaşımlar, tüm İslam dünyasına karşı bir cephe oluşturmak anlamını taşır ki, bu da hem çok yersiz hem de çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Günümüzde dini yanlış yorumlayan, bazı hurafe ve batıl inanışların etkisiyle gerçek din ahlakından tamamen uzaklaşıp radikal bir tavır içerisinde olanlar yalnızca İslam dünyası içinde değil, Hıristiyan ve Yahudi alemi içinde de yer almakta ve dünya barışına büyük zarar vermektedirler. Bu zararın giderilmesi, radikal her türlü akımın önünün kesilmesi, itidalli, barışsever, medeni ve samimi dindar insanların ittifakı ile mümkündür. Böylece savaşı tek çözüm gibi sunan, güvenliğin ancak savaşarak sağlanacağı yanılgısına kapılanların telkinleri etkisizleştirilecek, daha çok kan ve gözyaşı akması ve daha fazla maddi kayba neden olacak girişimler engellenecektir.
|
ABD yönetimi içinde sertlik yanlısı olan bazı çevreler, Ortadoğu'da düzen ve istikrarı savaşarak sağlamayı hedeflemektedirler. Buna göre savaşı bir diğer savaş izleyecek, söz konusu istikrar sağlama hedefi oldukça geniş bir coğrafyayı savaşın içine sürükleyecektir. Oysa İslam Birliği'nin oluşturulması, böyle bir savaş haline gerek bıraktırmayacak, kalıcı düzen ancak bu birlik sayesinde tesis edilecektir. |
Bu ittifakın sağlanabilmesi için Batılıların, tüm ön yargılarını bir yana bırakarak, İslam dünyasını daha yakından tanıyıp anlaması, Müslümanların da birlik oluşturup İslam dünyasının kalkınmasına yönelik ortak politikalar geliştirmeye başlamaları gerekmektedir. Her iki tarafta düzenlenecek kültür ve eğitim programları ile karşılıklı yanlış anlamalar giderilebilir. Radikalizm asıl olarak cehaletten kaynaklanan bir sorundur. Bu eğitim programları ile Batı dünyasının İslam'ı doğru tanımaları sağlanırken, İslam dünyasında yerleşik olan bazı batıl inançlar ve hurafeler ortadan kaldırılacak, bunun sonucunda karşılıklı şefkat ve anlayış esas olacaktır. Şefkat, barışın ve güvenliğin temel düşmanı olan kin, öfke ve nefreti ortadan kaldıracak, barış içinde birarada yaşama kültürünün inşa edilmesini sağlayacaktır. Bu sayede, medeniyetler arası bir çatışma öngörenlerin iddialarının tam tersine, medeniyetler arası barış yaşanacak, kültürel paylaşım ve etkileşimler toplumsal ilerlemeye aracı olacaktır.
Tarihte; Yunanlıların Babillilerden, Fenikelilerin Mısırlılardan, Arapların Yunanlılardan, Perslerin Orta Asyalılardan, Bizanslıların Araplardan, Batı Avrupalıların da Araplar ve Bizanslılardan etkilenerek ilerledikleri gibi, günümüzde de medeniyetler arasında uzlaşı temelinde kurulacak ilişkiler kültürel zenginlik ve ilerleme sağlayacaktır.
Bugün, bu şefkat kültürünün gelişmesine Batı'da ihtiyaç duyulduğu kadar İslam dünyasında da ihtiyaç duyulduğu görülmektedir. Zaman zaman bazı Müslümanlar, Kuran ahlakına ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetine tamamen aykırı olmasına rağmen, diğer dinlerden ve milletlerden insanlara kötü davranmayı öngören bağnaz bir anlayışın etkisinde kalmaktadırlar. Oysa başta Peygamber Efendimiz (sav)'in dönemi olmak üzere tarih boyunca İslam toplumları, adalet ve şefkatin merkezi olmuşlardır. Geçtiğimiz 1400 yılın tarihi, diğer ülkelerde zulüm gören Hıristiyan ve Yahudilerin, Müslümanların korumasına ve merhametine sığınmalarının örnekleri ile doludur. Bu gerçekleri göz önünde bulundurarak, barışa en çok ihtiyaç duyulan bu dönemde Müslümanların, Kuran'da emredilen ahlakı ve kutlu Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in hayatını temel alarak tüm dünyaya örnek bir model geliştirmeleri gerekmektedir. Bu model, İslam coğrafyasına istikrar ve demokrasi getirmek iddiasında olan dış güçlerin, böyle bir iddiada bulunmalarına gerek bıraktırmayacak, İslam dünyasını kendi özündeki değerlerle düzenleyip geliştirecektir. Bunun öncüsü ise, kurulacak Türk İslam Birliği olacaktır.
|
Allah barış yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Yunus Suresi, 25) |
Allah Kuran'da Yahudileri ve Hıristiyanları Kitap Ehli olarak isimlendirmiş ve Müslümanlarla, Kitap Ehli arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğini detayları ile bildirmiştir. İslamiyet'in doğuşundan itibaren Müslümanlarla, Kitap Ehli arasında şefkat ve anlayış ön planda olmuştur. Ehl-i Kitap, -her ne kadar kitapları ve bazı inanışları sonradan tahrif edilmiş olsa da- temeli Yüce Allah'ın vahyine dayanan birçok ahlaki değere, haram ve helal kavramlarına sahiptir. Kuran'da Müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında saygılı ve medeni ilişkiler kurulması teşvik edilir. Kitap Ehli'nin yemeği Müslümanlara, Müslümanların yemeği de onlara helaldir; Müslüman erkekler Kitap Ehli'nden kadınlarla evlenebilirler. (Maide Suresi, 5) Bu hükümler, Müslümanlar ile Hıristiyan ve Yahudiler arasında sıcak komşuluk ilişkileri ve akrabalık bağları tesis edilebileceğini, iki tarafın birbirlerinin yemek davetlerine icabet edebileceğini gösterir.
Müslümanlar için her konuda olduğu gibi bu konuda da en güzel örnek Peygamber Efendimiz (sav)'dir. Hz. Muhammed (sav), Yahudi ve Hıristiyanlara karşı her zaman son derece adil ve merhametli davranmış, İlahi dinlerin mensupları ile Müslümanlar arasında sevgi ve uzlaşmaya dayalı bir ortam oluşturulmasını istemiştir. Peygamberimiz (sav) döneminde ve sonrasında, Hıristiyan ve Yahudilerin kendi dinlerini diledikleri şekilde yaşamalarına izin verecek ve özerk cemaatler olarak varlıklarını devam ettirebilmelerini sağlayacak anlaşmalar yapılmış ve güvenceler verilmiştir. İslamiyet'in ilk yıllarında Mekkeli müşriklerin eziyet ve baskılarına maruz kalan Müslümanların bir kısmı, Peygamber Efendimiz (sav)'in öğüdüyle, Etiyopya'daki Hıristiyan Kral Necaşi'ye sığınmışlardır.
Peygamberimiz (sav)'le birlikte Medine'ye göç eden müminler ise, Medine'de yaşayan Yahudilerle, sonradan gelecek tüm nesillere örnek olacak bir birarada yaşama modeli geliştirmişlerdir. İslam'ın yayılış döneminde de, Arabistan'daki Yahudi ve Hıristiyan topluluklarına gösterilen tolerans, Müslümanların Kitap Ehli'ne karşı şefkat ve adaletinin önemli birer örneği olarak tarihe geçmiştir.
SAYIN ADNAN OKTAR'IN THE GULF TODAY RÖPORTAJI,2 KASIM 2008 |
Mesela, Hz. Peygamber (sav), Hıristiyan olan İbn Harris b. Ka'b ve dindaşlarına yazdırdığı anlaşma metninde: "Şarkta ve Garpta yaşayan tüm Hıristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah'ın, Peygamberin ve tüm müminlerin himayesindedir. Hıristiyanlık dini üzere yaşayanlardan hiç kimse, İslam'ı kabule zorlanmayacaktır. Hıristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa Müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar" maddelerini yazdırdıktan sonra: "... Kitap Ehli'yle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46) ayetini okumuştur.29
Resulullah (sav)'in Kitap Ehli'nin düğün yemeklerine katıldığına, hastalarını ziyaret ettiğine ve onlara ikramda bulunduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. Hatta Necran Hıristiyanları, ziyarete geldiklerinde Hz. Muhammed (sav) onlara abasını sermiş ve oturmalarını söylemiştir. Peygamber Efendimiz (sav)'in, Mısırlı bir Hıristiyan olan Hz. Mariye (veya Meryem) ile yapmış olduğu evlilik de, bu anlayışın örneklerinden biridir. Peygamberimiz (sav)'in vefatının ardından da, Müslümanların Kitap Ehli'ne karşı gösterdikleri güzel ahlakın temeli, Hz. Muhammed (sav)'in hayatı boyunca bu topluluklara karşı gösterdiği şefkate dayanmaktadır.
Hıristiyanlık Filistin topraklarında doğmuş, ancak dönemin baskıcı yönetimleri nedeniyle daha çok bugünkü Suriye ve Irak bölgesinde yayılmıştı. Peygamberimiz (sav)'in, İslam'ı tebliğ etmeye başladığı dönemde Arap Yarımadasının güneyinde de çeşitli Yahudi ve Hıristiyan kabileleri bulunmaktaydı. Dolayısıyla İslamiyet'in doğuşundan itibaren Müslümanlar, Yahudi ve Hıristiyanlar ile iletişim içinde oldular.
İslam'ın yayılması ve güçlenmesi ile birlikte, bölgede yaşayan Kitap Ehli, Müslümanların idaresi altına girdi. Bu dönemde de Kitap Ehli ile Müslümanlar arasında anlayış ve şefkate dayalı yapı devam etti. Peygamberimiz (sav) döneminde Hıristiyan ve Yahudi kabilelerle çeşitli sözleşmeler yapılmış ve bu topluluklara kendi varlıklarını ve haklarını garanti altına alacakları çeşitli emannameler verilmişti. Hıristiyan kabilelerden Cerbalılar ve Erzuhlulara verilen emannameler, bunun örneklerindendir. Bu belgeler, Müslümanların idaresine giren veya İslam'ın hakimiyetini tanıyan Kitap Ehli'nin, hukuki, dini ve sosyal haklarını garanti altına alan anlaşmalardı. Uygulamada herhangi bir sorunla karşılaşıldığında, bu belgelere başvurularak sorunlar çözüme kavuşturuluyordu. Örneğin, Dımeşkli Hıristiyanların bir sorun karşısında, kendilerine verilmiş olan emannameyi dönemin halifesi Hz. Ömer'e sunarak, çözüm talebinde bulundukları tarih kitaplarında yer alan bir bilgidir. 30
|
İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi,46) |
Bu örnekte olduğu gibi, Hz. Muhammed (sav)'in vefatından sonra onun yerine gelen halifeler de, Peygamberimiz (sav)gibi Allah'ın adaletini uygulama konusunda hassas davranmışlardır. Fethedilen ülkelerde hem oranın yerli halkı, hem de yeni gelenler barış ve güven içerisinde yaşamışlardır. İlk halife Hz. Ebubekir'in Suriye seferine çıkışı sırasında verdiği şu talimat, Kuran ahlakının güzel bir örneğini teşkil etmektedir:
Ey insanlar, kalpte uyacağınız on kural veriyorum: İhanet etmeyin ve hak yoldan ayrılmayın. Çocuğu, kadını ve yaşlı insanları katletmeyin. Hurma ağaçlarını yakıp yok etmeyin ve herhangi bir meyveli ağacı da kesmeyin. Develerden, sürülerden ya da yığınlardan herhangi birini katletmeyin. Kendiniz için saklayın. Hayatını uhrevi uğraşlara adamış kişilerle karşılaşacaksınız, onları münzevi hallerine bırakın. Çeşit çeşit yiyecekler sunan insanlarla karşılaşacaksınız, yiyin, fakat Allah'ın adını anmayı unutmayın.31
İslam'ın hızlı yayılışı, kısa sürede Hıristiyanların yoğun olarak yaşadıkları ve Bizans İmparatorluğu'nun iki önemli eyaleti olan Suriye ile Mısır'ın ve Sasanilerin egemenliği altında bulunan Irak'ın Müslümanların idaresine geçmesini sağladı. Bu dönem, Kitap Ehli'nin Müslümanların adaletine ve merhametine çok daha yakından şahitlik ettikleri bir dönem oldu. İslam idaresine giren hiçbir bölgede, Kitap Ehli'ne dinlerini değiştirmeleri, geleneklerini bir yana bırakmaları söylenmedi, bu konuda hiçbir baskı uygulanmadı. Mevcut sosyal düzeni değiştirecek, Hıristiyanları ve Yahudileri rahatsız edecek hiçbir haksız müdahale ve uygulamaya izin verilmedi. Öyle ki, Roma Katolik veya Bizans Ortodoks kiliseleri tarafından asırlardır baskı altına alınmış farklı Hıristiyan mezhepleri, Müslüman fetihlerini bir kurtuluş olarak görüyor, Müslümanların yönetiminde olmayı tercih ediyorlardı. Batılı tarihçi Philip K. Hitti'ye göre;
İslam'ın egemenliği altında, Doğu, bin yıldır süren Batı egemenliğinden uyandı ve kendini ifade etme imkanı buldu. Dahası, bu yeni fatihler (Müslümanlar) tarafından istenen vergi, eski yöneticiler tarafından istenenden çok daha azdı ve fethedilen halklar dini uygulamalarını daha büyük özgürlük ve daha az müdahale ile sürdürme imkanına kavuştular.32
Hıristiyanlık tarihi uzmanı Samuel H. Moffet'ye göre ise:
İlk halifeler zamanında ve iç savaşın yaşandığı karmaşık yıllar boyunca bile, herhangi bir savaşta yaşanması olağan durumlar dışında, (Müslümanlar tarafından) fethedilen Bizans ve Pers toprakları üzerindeki Hıristiyanlara gösterilen muamele, dikkat çekici derecede iyilikseverdi.33
|
Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8) |
İslam idaresi altındaki Kitap Ehli'nin sosyal ve dini yaşamları incelendiğinde ortaya çıkan tablo şöyledir:
İslam topraklarında tam anlamıyla bir inanç özgürlüğü hakim olmuştur. Hiç kimse dinini terk etmeye zorlanmadığı gibi, bu topluluklardan isyan edenlere, tekrar hakimiyet altına alındıklarında da, aynı hürriyetler tanınmıştır. İslam idaresi, patrik seçimleri, din görevlilerinin atanması gibi önemli konularda dahi –birkaç istisna hariç- bir müdahalede bulunmamış, üstelik herhangi bir müdahalede bulunmayacağını çeşitli sözleşmelerle garanti etmiştir. Bu topluluklar kendi dillerini hem özel yaşamlarında hem de ibadet alanlarında diledikleri gibi kullanmaya devam etmişlerdir. Örneğin Bizans Kilisesi'nden kopan Nasturiler, onların kullandığı Yunancayı terk ederek Süryaniceyi kullanmak istediklerinde diledikleri seçimi yapabilmişlerdir. Hıristiyanlara ve Yahudilere ait tüm okullarda istenildiği gibi din eğitimi devam etmiştir. Bunun yanı sıra manastırlar başta olmak üzere –bu okullar dini liderlerin ve din adamlarının yetiştirildiği okullardır- özel dini eğitim veren kurumlar da özerk yapılarını korumuşlardır. Aynı şekilde, diğer dinlere mensup olanların ibadethaneleri Müslüman idareler tarafından özenle korunmuştur. Fetihler sırasında ibadethanelere dokunulmamıştır. Havralar ve kiliselerin korunacağına dair pek çok garantiler, Peygamberimiz (sav)döneminden başlamak üzere, Kitap Ehli ile yapılan sözleşmelerde yer alan önemli hükümler olmuştur. İlk dönemlerde yapılan anlaşmalarda, Müslümanların yolculukları sırasında güzergahları üzerinde bulunan manastırlarda kalmalarına müsaade edilmesine dair maddeler bulunmaktadır. Bu da, Müslümanların Kitap Ehli ile ilişkilerini karşılıklı saygı zemini üzerinde geliştirmeye, onlarla diyalog halinde olmaya özen gösterdiklerine bir işarettir. Ayrıca yıkılan kiliselerin onarılmasına, yeni havraların ve manastırların inşa edilmesine de her zaman müsaade edilmiştir.
|
De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim." ... (Al-i İmran Suresi, 64) |
Örneğin, Medain dışında bulunan ve Patrik Mar Amme tarafından daha önce yakılmış olan St. Sergius Manastırı, Hz. Osman döneminde yeniden inşa edilmiştir. Mısır valisi Ukbe'nin Nasturilerin yaptırdıkları bir manastıra yardımda bulunması, Muaviye döneminde Urfa Kilisesi'nin tamir ettirilmesi, İskenderiye'de Marcos Kilisesi'nin inşa ettirilmesi gibi daha pek çok örnek sayılabilir. Günümüzde Filistin, Suriye, Ürdün, Mısır ve Irak topraklarında yer alan kilise ve sinagogların hala varlığını koruyor olması, Müslümanların diğer İlahi dinlere olan saygısının bir göstergesidir. Bugün Hıristiyanlar tarafından önemli ziyaret alanlarından biri olarak kabul edilen Tur Dağı'ndaki Sina Manastırı ve bu kilisenin hemen yanındaki cami, Müslümanların şefkatinin bir diğer örneğidir.
|
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!... (Nisa Suresi, 58) |
Müslümanların bu şefkati, hiç şüphesiz, Kuran ahlakına uymalarından kaynaklanmaktadır. Kuran'da, "manastırlardan, kiliselerden, havralardan ve içinde Allah'ın çokça anıldığı mescidlerden" bahsedilmekte, bu mescidlerin korunmasına dikkat çekilmektedir. Ayette şu şekilde bildirilmektedir:
... Eğer Allah'ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah Kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder... (Hac Suresi, 40)
Kitap Ehli, geleneklerinin ve inançlarının önemli bir parçası olan bayramlarını da Müslüman idaresinde istedikleri mabette, istedikleri şekilde kutlamış, hatta kimi zaman Müslüman idareciler de bu kutlamalarda yer almışlardır. III. Nasturi Patriği'nin fetihlerin ardından arkadaşına yazdığı mektup, Müslüman yöneticilerin Kitap Ehli'ne karşı merhametini ve şefkatini bir Hıristiyanın ağzından anlatması bakımından güzel bir örnektir:
Araplar… bizlere hiç zulmetmediler. Gerçekten onlar, dinimize, din görevlilerimize, kilise ve manastırlarımıza hürmet gösterdiler…34
İslam idarelerinin, Kitap Ehli'nin dini inançlarına gösterdiği saygı ve onlara tanıdığı özgürlüklerin yanı sıra, bu kişilere uygulanan adalet de dikkat çekicidir. Müslüman liderlerin adalet anlayışı, Kitap Ehli'nin kendi kanunlarının geçerli olduğu mahkemeleri bulunmasına rağmen, pek çok kişinin davasının İslam mahkemelerinde görülmesini istemesine neden olmuştur. Bir dönem İslam mahkemelerine başvuran Hıristiyanların sayısındaki artış, Nasturi Patriği Timasavus'un Hıristiyanları uyaran bir bildirge yayınlaması ile neticelenmiştir. Fetihlerle kazanılan topraklarda yaşayan Kitap Ehli, esir statüsünde değil, zımmi statüsünde görülüyor ve böylece hukuki bir statü kazanmış oluyorlardı. Zımmilik, cizye adı verilen belirli bir miktar vergiyi ödeyen ve Müslüman idaresini tanıyan gayrimüslimlere tanınan bir statü idi. Buna bağlı olarak can ve mal güvenceleri sağlanıyor, din ve vicdan hürriyetinden faydalanıyorlar, askerlikten muaf tutuluyorlar, aralarındaki anlaşmazlıkları kendi hukuklarına göre çözme hakkını koruyorlar ve eğer gerekli görülürse ödedikleri cizye de kimi zaman iade ediliyordu. Tarihçilerin büyük kısmı, zımmilerin dönemin şartlarına göre son derece anlayışlı ve adil bir biçimde yönetildiklerini kabul etmektedir. Ünlü tarihçi Bernard Lewis bu durumu şöyle ifade eder:
... Onların (zımmilerin) durumu, Batı Avrupa'da kiliseden ayrı düşünenlerin durumundan çok daha üstündü. Zımmiler, dinlerinin icaplarını serbestçe yerine getirme hakkına sahiptiler. İnançları için asla idam veya sürgün cezasına çarptırılmıyorlardı.35
Peygamber Efendimiz (sav), "her kim zımmiye zulmeder veya taşımaktan aciz olduğu yükü yüklerse, o kimsenin hasmıyım" diyerek zımmilere gösterilmesi gereken tavrı müminlere tarif etmişti. Bu ahlak doğrultusunda Müslümanlar, kendi idareleri altındaki gayrimüslimlerin korunmasını önemli yükümlülüklerinden biri olarak görmüşlerdir. Bizans ordusu ile yapılan bir savaş sırasında, İslam ordularının gerekli korumayı kendilerine sağlayamayacakları bir ortam oluştuğunda, Müslümanların aldıkları cizyeyi halka iade etmeleri Peygamberimiz (sav)'in Müslümanlara öğrettiği güzel ahlakın önemli örneklerinden biridir.36 Müslümanların, zımmi halka gösterdikleri şefkat ve alakanın bir diğer güzel örneği de, Hz. Ömer'in yaşlı bir zımmiye söylediği, "gençliğinde senden cizye alıp da, ihtiyarlığında seni terk etmek olmaz" sözleridir.37 Gayrimüslimlerden cizye vergisi alınıp da Müslümanlardan alınmayışı da bir haksızlık olarak görülmemelidir. Çünkü Müslümanlara da askerlik yapma yükümlülüğü getirilirken, gayrimüslimler bundan muaf tutulmuştur.
SAYIN ADNAN OKTAR'IN AKHABER RÖPORTAJI, 2 Kasım 2008 |
SAYIN ADNAN OKTAR'IN AZERBAYCAN AZERNEWS RÖPORTAJI, 23 EKİM 2008 |
Müslümanlarla Yahudiler ve Hıristiyanlar asırlar boyunca aynı şehirlerde, hatta aynı mahallelerde birarada huzur ve güvenlik içinde yaşamışlardır. Ehl-i Kitap mensupları, Müslümanların yönetiminde olan bölgelerde, diledikleri gibi ticaretle uğraşıp mal sahibi olmuşlar, çeşitli meslek gruplarına dahil olabildikleri gibi devlet kademelerinde, hatta Saray'da dahi görev almışlardır. Fikir ve düşünce özgürlüğünden en üst düzeyde faydalanmış, ilim ve kültür hayatının bir parçası haline gelmiş ve günümüze kadar gelen eserler bırakmışlardır. Sosyal haklarını kullanmalarına engel olabilecek hiçbir baskı ile karşılaşmamışlardır. Aynı dönemlerde, Avrupa'da farklı dinlere ve mezheplere mensup kişilerin toplumdan tamamen dışlandıkları, hatta öldürüldükleri, farklı görüşler içeren kitapların toplu olarak yakıldığı düşünülürse, İslam idaresinin sağladığı özgürlük ve rahatlığın boyutu daha iyi anlaşılacaktır.
Tüm bu uygulamalar, Allah'ın Kuran'da iman edenlere emrettiği ahlakın bir gereğidir. Kuran ahlakını uygulayan Müslümanların idaresindeki topraklarda her zaman güvenlik ve barış hakim olmuştur. Halkın mutluluğunun ve refahının esas alındığı bu yönetimler, kendilerinden sonra gelen pek çok nesile örnek olacak bir sistem kurmuşlardır. Bugün de İslam dünyasının temel ihtiyacı Kuran ahlakına yönelmek ve Peygamber Efendimiz (sav)'in yolunu izlemektir.
|
... Tümü, Allah'a, meleklerine, Kitaplarına ve elçilerine inandı. "O'nun elçileri arasında hiç birini (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sana'dır" dediler. (Bakara Suresi, 285) |
Bütün bu tarihi gerçekler önemli bir noktaya daha işaret etmektedir: İslam dünyasının Kuran ahlakını esas alarak yeniden yapılanması, sadece Müslümanlar için değil hem bu topraklarda yaşayan diğer dinlere mensup topluluklar, hem de İslam dünyasının dışındaki medeniyetler, örneğin Batı dünyası için önemlidir. Kuran ahlakını temel alan güçlü devletlerin varlığı, Batı dünyasının İslam coğrafyasına dair endişelerini tamamen ortadan kaldıracak, dünya barışının temel dayanaklarından biri olacaktır.
21. http://houston.indymedia.org/news/2002/10/ 4622.php
22. Arthur Okun, The Political Economy of Prosperity, Brookings, Washington, D.C., 1970, Chapter 3
23. Vietnam War, Encylopaedia Britanicca
24. William D. Nordhaus, The Economic Consequences of a War with Iraq, Yale University, October 29, 2002
25. William Bunch, "Invading Iraq not a new idea for Bush clique", Philadelphia Daily News, Jan. 27, 2003
26. William Bunch, "Invading Iraq not a new idea for Bush clique", Philadelphia Daily News, Jan. 27, 200327. John Pilger, "The Truhts They Never tell Us", New Statesman, 26 kasım 2001
28. Grant Havers, Mark Wexler, "Is US Neo-Conservatism Dead?", The Quarterly Journal of Ideology, cilt 24, 2001, No. 3-4
29. İbn Hişam, Ebu Muhammed Abdulmelik, (v.218/834), es-Siretü'n-Nebeviyye, Daru't-Turasi'l-Arabiyye, Beyrut, 1396/1971, IV/241-242; Hamidullah, el-Vesaik, s.154-155, No.96-97; Doğu Batı Kaynaklarında
30. Levent Öztürk, İslam Toplumunda Hıristiyanlar, İz Yayıncılık, İstanbul 1998, s.15
31. Majid Khoduri, İslam'da Savaş ve Barış, Fener Yayınları, İstanbul, 1998, s. 123 ; Taberi, Tarih I, 1850
32. Philip K. Hitti, History of Arabs from the Earliest Times to the Present, London, Macmillan, 1958, s. 143
33. Samuel H. Moffet, A History of Christianity in Asia, vol. 1, Beginnings to 1500, New York, Orbis Books, 1998, s. 338 35. Bernard Lewis, Tarihte Araplar, İstanbul, 1979
36. Ebu Yusuf 139; el-Belazuri, Fütuhu'l Budan, 187
37. Levent Öztürk, Asr-ı Saadetten Haçlı Seferlerine Kadar İslam Toplumunda Hıristiyanlar, İz Yayıncılık, istanbul, 1998, s. 186